İRAN DEVRİMİ MİADINI DOLDURDU
Tahran’da başörtüsü altından saçı göründüğü gerekçesi ile 13 Eylül 2022 tarihinde ahlâk polisi tarafından gözaltına alınan ve bu sırada gördüğü şiddet nedeniyle de üç gün sonra ölen Mahsa Âmini, uzun müddetten beri biriken öfkeyi açığa çıkardı. Önce kadın direnişi olarak kendini gösteren hareket öfkeli kalabalıkları ve her türden muhalifleri de bünyesine katarak siyasi bir meydan okumaya dönüştü. Belki de İran, 1979 yılında şahlık rejiminin Âyetullah Humeyni tarafından yıkılması ve yerine Şia mezhebine dayalı İslâm Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana en ağır imtihanını vermektedir. Kadınların başörtüsü üzerinden başlayan bu hareket aynı zamanda tersinden okunduğunda 28 Şubat 1997 yılında Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin başörtülerini zorla çıkarmaya çalışan post-modern darbecilere karşı yapılan mücadeleyi hatırlatmaktadır. Türkiye’de darbeciler kaybetmiştir, belli ki İran devriminin Besiçleri de, Devrim Muhafızları (pasdaran) da, mollaları da kaybedecektir. Zaten Türkiye’de ne yaşanırsa 20-30 yıl ara ile diğer İslâm ülkelerinde de benzeri hâdiseler yaşanmaktadır. İran’da ‘nevi şahsına münhasır’ bir cumhuriyet vardır, ama demokrasi yoktur. İran’da devleti milli iradenin yönetmesinin önünde çok büyük engeller bulunmaktadır. Bu engellerin başında da Şia’nin ‘hilafet’ anlayışı gelmektedir. O kadar ki devlet idaresini imanın rükünleri arasına sokan Şia anlayışı aynı zamanda Sünni İslâm ile en büyük ayrışmayı tam da burada yaşamaktadır.
Şiilik İran’da ortaya çıkmamıştır. Ancak İran’ı Şiiliğin en önemli merkezlerinden birisi yapan husus, Fars milli gururunun Hz. Ömer tarafından kırılmasıdır. Roma kimliğinin Hristiyanlığı dönüştürmesi gibi Fars milliyetçiliği de İslam’ı kendileştirme yoluna gitmiştir. Bu hususu analiz eden Bediüzzaman şu tespiti yapmaktadır. “Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; ‘Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir.’ olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlardır[1].
Yani, İslam’ın zuhuru döneminde dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olan Sasaniler Hz. Ömer’in hilafeti döneminde fethedilince bunu milli gururlarına yedirememişler, Hz. Ali’nin hilafeti dönemindeki ihtilaf üzerinden Hz. Ömer’e olan öfkelerini Hz. Ali muhabbeti şeklinde tezahür ettirmişlerdir. İran siyasetinin teferruatına girmeden önce İran hakkındaki bilgileri kısaca hatırlamaya ihtiyaç vardır. Zira İran, bir yandan İslâm dünyasında Şiiliğin liderliğini yaptığı gibi, diğer yandan da Sünni İslâm’ın liderliğini yapan Devlet-i Âli’ye ile tarih boyu rekabet içinde olmuş, bugün de o rekabeti Türkiye’ye karşı devam ettirmektedir.
İran’ın tarihi incelendiğinde kadim bir millet, eski bir medeniyet ve oldukça güçlü devletler karşımıza çıkar. Şüphesiz en temel kırılma İslam’a geçişle yaşanmıştır. 800 yıllık Arap hâkimiyetinden sonra Türk hanedanlarının riyasetinde Şah İsmail ve Şah Abbas vasıtasıyla güçlü bir merkezi hükümet kurmayı başarmışlardır. İran’da Safeviler devlet kuruncaya kadar Şia hâkim mezhep değildi. Safevilerle birlikte Şia İran’ın resmi mezhebi olmuştur. Şiiliğin resmi devlet dini olarak kabul edilmesiyle bu durum ideolojik bir çerçeveye oturtulmuş ve İran kimliğiyle birleştirilmiştir. Bugün İran aristokrasisi ile derin devletinin İslâm ve Şia inancını Pers milliyetçiliğine bir kılıf olarak kullandıklarını söylemek mübalağa sayılmamalıdır.
1979 yılında Humeyni tarafından gerçekleştirilen “İnkılabı İslâmi” ile Pehlevi hanedanı yıkılmış, şahlık rejimi yerine bugünkü siyasi rejimin temelleri atılmıştır. Devrim sonrası batının kışkırtmasıyla başlayan Irak-İran savaşı (1980-1988) her iki ülke için de yıkım olmuş, daha sonra bölge ABD ve İsrail politikalarına göre yeniden şekillendirilmiştir. İran’daki mevcut devlet düzenini, Humeyni tarafından geliştirilen Velayet-i Fakih teorisine dayanarak oluşturulan bir tür anayasal “Dini Liderlik” rejimi olarak tanımlamak mümkündür. Anayasaya göre dini lider iki kademeli de olsa halk tarafından seçilmektedir. Önce halk, dini liderin seçiminde “ikinci seçmen” olarak görev yapan ve din adamlarından meydana gelen Meclis-i Hobregan’ı (Uzmanlar Meclisi), Meclis-i Hobregan ise dini lideri -hayatta kaldığı sürece görev yapmak üzere- seçmektedir. Dini liderin sahip olması gereken özelliklerin kimde bulunduğunu (Âyetullah ve Mercii-i Taklit olma), kimin bu nitelikleri ve şartları taşıdığını da ancak din adamları belirlemektedir.
Şia, seçilmiş hilâfet yerine irsi imâmeti savunduğu ve 12. imamın kayıp olduğu inancı sebebiyle devlete mesafeli durmuş ve bir devlet teorisi geliştirememiştir. Bu sebeple Şiiler yaşadıkları yerlerde devletten uzak durmak, vergi vermemek, ihtilafları kendi içinde çözmek ve zaman zaman da devlet iradesiyle çarpışmak durumunda kalmışlardır. Osmanlı Devletindeki Şahkulu (m. 1511) ve Celâli isyanları (m.1519), hatta 1937 yılında yaşanan Dersim Hâdisesi buna şahittir.
Şiiliğin devlet doktrini olarak uygulanmasında İran’da iki ana akım bulunmaktadır. Bunlardan usuliler (içtihat) ve ahbariler (kitap, sünnet ve imamlara uyma) arasındaki mücadelede liderliğini Humeyni’nin yaptığı usuliler galip gelmişlerdir. Usuliler devletin irsi olarak ehli beyt imamları tarafından yönetilmesi gerektiğine kâni olmakla beraber 12. imam olarak kabul ettikleri Mehdi’nin kayıp olduğuna ve yokluğunda onun yerine Âyetullah’ın velayet hakkını kullanması ve halkın ona tabi olması gerektiğine karar vermişlerdir. Usuli gelenekten gelen Humeyni velayeti fakih anlayışını tevhit doktrini olarak yeniden kurgulamıştır. Buna göre en üst otorite Allah’a aittir. Hükmü icra 12. imam olan Mehdiye ait olup o gelinceye kadar velayeti fakih tarafından vekâleten kullanılacaktır. Siyaset ile din müttehittir. İhtilaflar usuli geleneğine göre içtihatla çözülecektir. İslâmi olmayan yönetimlerle (bu muğlak ifadenin içine halkı Müslüman olan devletler de girmektedir) zafere kadar savaşılacaktır.
İran İslâm Cumhuriyeti sistemini diğer devlet düzenlerinden farklı kılan en önemli birim, Dini Liderlik (Velayet-i Fakih) kurumudur. Rejiminin meşruluk kaynağı Velayet-i Fakih ilkesi ve onu uygulayan önderlik makamında toplanmıştır. Anayasa’ya göre nihai otorite, Mehdi gelene kadar Dini Lider’e aittir. Son karar verme mercii olarak önderin tüm güçler üzerinde sıkı bir denetimi vardır. İslâmi devletin egemenlik araçları olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üzerinde hep önderlik makamı vardır. Dini lider, Meclisi Hobregan tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Meclisi Hobregan’a kimin seçileceği kararı ise 6 üyesi Dini Lider, diğer 6 üyesi de Meclis tarafından seçilen Şura-yı Nigehban-ı Kanunu Esasi adlı 12 kişilik bir derin yapı tarafından verilmektedir. Böylece halka gitmeden birbirini seçen kurumlar oluşmakta ve bu tek kale oyunun tüm oyuncuları da imam-ı mâsum addedilen veya onun yetkilerini vekaleten kullanan Dini Lider tarafından belirlenmektedir. Sünni inancında ismet (masumiyet) sıfatı sadece peygamberlere mahusus olup bunun dışındaki tüm insanların hata ve günahtan hâli olmadığı kabul edilir.
İran 1979 yılından beri veliy-yi fakih (dini lider) Âyetullahlar tarafından yönetilmektedir. Dini lider hem yasama, hem yürütme hem de yargı üzerinde mutlak yetkilere sahiptir. Özellikle ordu yönetiminin subaylardan ulemaya aktarılmasıyla ordunun vazifesi, sadece İran’ı korumak değil, Allah’ın kanunlarını geçerli kılmak (gerçekte İran devrimini ihraç etmek) için cihat etmek olarak tanımlanmıştır. Dünyadaki Müslümanların %90’ı Sünni İslâm inancında olduğu için İran’ın cihat anlayışının hedefinde de maalesef gayrı Müslimler değil Müslümanlar bulunmaktadır. İran’ın neden Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı desteklediği, Osmanlı döneminde sürekli Avrupa devletleri ile ittifaklar kurarak işbirliği yaptığı, bugün de Türkiye’ye hasım çevrelerle, hatta terör örgütleriyle yakınlaştığı, bu siyasetinden de hiç vazgeçmeyeceği kolayca anlaşılabilir.
İran’ın bu zaafı küresel güçler tarafından gayet iyi bilinmekte ve ustaca kullanılmaktadır. Özellikle Hindistan yolunu kontrol etmek isteyen İngilizlerin Arabistan’da tahrik edip destekledikleri Vahhabi hareketinin tefritçiliği (zâhirilik), İran Şia’sının ifratçılığı (bâtınilik) İslâm dünyasında vasatın (ehli sünnet) zayıflatılması için bir kutuplaştırma aracı olarak kullanılmış, bugün de Hizbullah ve Haşdi Şâbi gibi örgütlerle el Kaide, IŞID ve benzeri örgütler üzerinden kullanılmaya devam edilmektedir. ABD’nin Irak ve Suriye’ye müdahalesi ile İran’ın önü açılmış, nüfuz alanı Irak, Suriye ve Lübnan’dan Yemen’e kadar uzatılmıştır. Bu sebeple zâhirdeki gerek İran-ABD gerekse İran-İsrail münafereti bir kayıkçı kavgası hissi uyandırmakta; Azerbaycan’a karşı ABD, Rusya ve Fransa safında yer alması ile Türkiye’ye karşı PKK desteğinde yine benzer pozisyonda olmasının mantıklı bir açıklaması bulunmamaktadır. Son tahlilde İran Şii kimliği sebebiyle Sünni İslâm’a karşı Batılı güçler tarafından eskiden olduğu gibi bugün de kullanılmaya devam edilecektir.
[1] Nursi, B. Said, Mektubat, s. 354, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-sekizinci-mektub/354
Konuyla ilgili daha teferruatlı bilgi için bkz;. Nursi, Said (1976). Lem’alar, s. 18-21, Sözler Yayınevi.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATININ KİRLİ SİLAHI; TERÖR
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
İkinci Dünya Harbinin galipleri tarafından şekillendirilen dünya siyaseti miadını çoktan doldurdu. ABD liderliğindeki batı ittifakı tarafından kurulan başta Birleşmiş Milletler ve altındaki diğer uluslararası kuruluşların küresel siyaseti belirleme ve kontrol etmede örtülü bir yapı olarak batı ittifakına nasıl hizmet ettiği ayan beyan ortaya çıktı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra rakipsiz kalan ABD ve küçük ortakları “düşmansız yaşanmaz” sosyo-psikolojisini işleterek Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinden mülhem güvenlik mimarisini yapılandırmada yeni düşman olarak İslâm’ı seçtiler. Bu kapsamda NATO vizyonunda önce “fundamentalizm” sonra “cihadizm” en sonunda da “İslâmî terör” etiketleri ile medyadan akademiye tüm iletişim kanallarını kullanarak İslâmofobi veya daha doğru bir ifade ile İslâm nefretini yaydılar. Daha sonra da işgal, iç harp ve vahşi sömürü metotları uyguladıkları İslâm ülkelerini “yeni tehdit” olarak pazarlamaya çalıştılar.
Meseleyi ülkemiz açısından ele alırsak, her ne kadar NATO ve Avrupa bağlantılı birçok kuruluşun içinde yer alsak da ABD liderliğindeki batı ittifakının “ötekileri” listesinde olduğumuz, hatta “düşman” olarak görüldüğümüz bir gerçektir. Sovyet tehdidine karşı içine girdiğimiz NATO’nun bizim için ne denli bir tehlike olduğu, yaptırdıkları darbeler; kurdukları, kurdurdukları ve kullandıkları terör yapıları ile geç de olsa anlaşıldı. Truva atı olarak kullandıkları demokrasi heykelinin içinde ne tür melanetler sakladıkları alenen ortaya çıktı. İslâm dünyasını parçalamak, etkisiz hale getirmek ve başta enerji kaynakları olmak üzere diğer zenginliklerini sömürmek için kullandıkları taşeron terör yapılarına ilave olarak Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi kurmaca devletleri de vekaletler savaşının parçalarına dönüştürdükleri görüldü.
13 Kasım 2022 tarihinde İstanbul Taksim’de patlatılan bombanın ardında ABD ve onun kullandığı terör aparatlarının var olduğu ortaya çıktı. Emniyet ve istihbaratımızın hâdiseyi kısa sürede çözmesi, failleri yakalamadaki hızı ve başarısı takdire şâyandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun; “ABD’nin taziyesini kabul etmiyoruz, verilen mesajı anladık, misliyle mukabele edeceğiz!” demesi ve bir hafta sonra Irak’ın güney doğusundan Suriye’nin kuzey batısına kadar 650 km’lik bir mesafede ABD’nin terörde stratejik ortakları olan PKK ve PYD’nin kafalarının kırılması, diğer yandan da Yunanistan’a “bir gece ansızın..” mesajı verilmesi girişilen mücadelenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Türkiye bu harekatta kendi savaş makine, teçhizat ve mühimmatlarını kullanarak açık bir güç gösterisi yapmış, güvenlik boyutunda Batı’ya olan teknoloji bağımlığının sona ermek üzere olduğunu herkese göstermiştir.
Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki Batı ittifakı hükümranlığını ileri teknoloji tekeline bina etmişti. Artık ileri teknoloji üstünlüğüne dayandırdıkları küresel hegemonyanın son kullanım tarihi geçmek üzeredir. Japonya’dan Çin’e, Güney Kore’den Hindistan’a kadar dünyanın pek çok ülkesinde Batı’nın teknoloji tekeli kırılırken Batı hegemonyasına meydan okuyan milletlerin elinde “enerji ve gıda” gibi batıya diz çöktürecek iki stratejik silahla dünyada neredeyse tekel oluşturdukları da son “tahıl krizi” ile belirgin hale gelmiştir. Tek kutuplu dünya ile birlikte teknoloji tekeli de yıkılırken, Batı’nın muhtaç olduğu pek çok alanda dünya siyasetini yeniden belirleyecek yeni güç odakları ve kutuplar ortaya çıkmaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLÂTI VE YAVUZ SULTAN SELİM’İN RÜYASI
“İhtilâf u tefrika endişesi, kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz, ittihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.”
Yavuz Sultan Selim
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin zirve döneminin üç büyük padişahından birisi olan Yavuz Sultan Selim, oldukça kısa sayılabilecek (8 yıl) bir padişahlık döneminde İslâm dünyasını birleştiren nadir hakanlardan birisidir. Selahaddin Eyyubi’nin Mısır’daki Şii Fatımi devletine son vererek o dönemde bir iç ihtilafı çözmesi gibi Yavuz Sultan Selim de Şah İsmail’i bertaraf ederek Osmanlı Devleti’nin ayaklarına dolanan bir gaileyi aşmış, Mısır’la birlikte tüm Arabistan’ı da aynı sancak altında toplayarak İslâm birliğini gerçekleştirmişti. Hilâfet, Osmanlı padişahlarının uhdesinde tüm Müslümanlar için emniyetli bir sığınağa dönüşmüştü. Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin vefatı ile o sığınak yıkıldı ve bir asırdır Müslümanlar dünya üzerinde müstevlilerin katl, sömürü, soygun ve tuzakları altında iç çekişmeler, birbiri ile mücadeleler ile Yavuz Selim Han’ın endişelerinin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi.
İslâm ülkeleri, kendi aralarında ihtilafları bertaraf ederek birlikler kurmak yerine, ecnebilerin kurdukları birliklerin pasif üyeleri olarak kaldılar, üstelik onların siyasetlerinin finansmanı için üyelik aidatı ödediler. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere neredeyse tüm uluslararası teşkilatların bir tanesinin bile tepe yöneticisi olamadılar, siyasetlerinin belirlenmesinde söz sahibi olamadılar, uysal üyeler olarak bütçelerine cömertçe katkı sağladılar. Ecnebilerin çıkardığı veya körüklediği ihtilafların halli için yine ecnebilerin kurdukları masalardan medet umdular.
21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’nın yakılması ile gözlerini yarı aralayan İslâm ülkeleri ilk defa birlik kurma ihtiyacı hissettiler ve İslâm İşbirliği Teşkilatı böylece doğdu. Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyesi olan (57 ülke) İslâm İşbirliği Teşkilatı maalesef kendinden bekleneni bir türlü veremedi. Zira halkı Müslüman olan bu üye ülkelerin bir kısmının yöneticileri ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin vesayeti altında bulunmaktadır. Dünya enerji kaynaklarının yaklaşık üçte ikisini elinde tutan İslâm dünyası sadece petrol ve gaz üzerinden geliştireceği bir strateji ile küresel bir siyasi güç olma imkânına sahipken bu kartı bile doğru-dürüst kullanamamaktadır. Bu petrol ve gaz zengini ülkeler sadece İslam’ın farz bir emri olan zekâtlarını fakir İslâm ülkelerine verseler İslam dünyasında fukaralık kalmayacakken bugün dünyanın en sefil, aç, fakir insanları yine bu tarafta yaşamaktadır. Ne siyasi ne de iktisadi bir rol oynamaktan uzak olan İslâm İşbirliği Teşkilatı ne yazık ki “kalıbının adamı” olmaktan hayli uzaktadır.
Keza 15 Haziran 1997 tarihinde Başbakanı Necmettin Erbakan tarafından İstanbul’da temelleri atılan D-8 Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı da neredeyse unutulmuş durumdadır. Türkiye, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya ve Pakistan’ın üye olduğu D-8 İslâm İşbirliği Teşkilatı için bir lokomotif olabilecekken, “şeytan taşlamaktan bir türlü tavafa fırsat bulamamaktadır.”
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991’de dağılması ile yeni bir umut ışığı doğmuştur. Yine Türkiye’nin liderliğinde Türk Devletleri Teşkilatı’nın temeli 1992 yılında Ankara’da ilki düzenlenen “Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi” ile atılmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkan Türk devletleri ile yakın münasebetler kurmuş ancak ilişkiler istenilen hızda gelişmemiştir. Nihayet SSCB’den bağımsızlıklarının 30. Yılında Türk Devletleri Teşkilatı sahayı vücuda gelebilmiştir.
Türk Devletleri Teşkilatı üyesi Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan cumhurbaşkanları 9. Zirvesi 12 Kasım 2022 tarihinde Semerkant’ta toplanarak önemli kararlar almıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rus-Ukrayna savaşında ortaya koyduğu arabuluculuk, özellikle dünya gıda krizini önlemede önemli bir yer tutan, Ukrayna ve Rusya’nın tahıl ürünlerini Karadeniz üzerinden dünya pazarlarına ulaştırabilmesi için imzalanan ‘Tahıl Koridoru Anlaşması’nın 4 ay daha uzatılmasını sağlamada ortaya koyduğu liderlik takdir edilmiştir.
Toplantıya gözlemci üye sıfatıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (Neden adı Kıbrıs Türk Cunmhuriyeti olmaz ki?) Macaristan ve Türkmenistan da iştirak etmiştir. Özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir uluslararası kuruluşa gözlemci üye olması “dünya bizden sorulur” havasındaki bazı ülkelerin hoşuna gitmemiştir. Macaristan’ın durumu ise sükûtla geçiştirilmektedir. Türkmenistan’ın üyeliği ile 4,5 milyon km2 lik bir coğrafyada 180 milyonluk bir nüfus ve Satınalma Gücü Paritesi ile 4,5 trilyon dolarlık bir iktisadi güce tekabül eden Türk Devletleri Teşkilâtı haklı olarak “Biz birlikte daha güçlüyüz” demektedir.
İnşallah Türk Devletleri Teşkilâtı önceki örneklerden farklı bir çizgide ilerler ve diğer işbirliği teşkilatlarına da hüsnü misal olur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
GRİZU SADECE TÜRKİYEDE Mİ PATLAR?
GRİZU SADECE TÜRKİYEDE Mİ PATLAR?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Bartın’ın Amasra ilçesindeki kömür ocağında 15 Ekim 2022 tarihinde meydana gelen grizu patlaması sonucu 41 madencinin ölümü üzerine dikkatler maden ocaklarında yaşanan kazalara ve grizu patlamalarına çevrildi. Bu can yakıcı ve elim kazaların neden önü alınamıyor, gelişmiş ülkelerde de kömür ve diğer madenler çıkarılırken neden bizdeki kadar ölüm olmuyor, grizu sadece Türkiye’de mi patlıyor şeklinde sorulara cevap aranmaya başlandı. Biz de önce grizunun ne olduğunu kısaca açıklayarak konuyu ele alalım. Fransızcadan dilimize geçen grizu, metanla havanın karışımını ifade eden bir gaz ihtilatıdır. Yeraltı çalışmalarında patlayıcı ortama zemin hazırlayacak miktarda metan gazı çıkma ihtimalinin olduğu yerler ise grizulu alan olarak tarif edilmektedir. Renksiz, kokusuz ve yanıcı bir gaz olan metan, yeterli miktarda oksijenin, patlayıcı gazın (CH4) % 4’ün üzerine çıkması ve bir tutuşturucu kaynağı ile teması sonucunda gerçekleşmekte ve şiddetli patlamalara yol açmaktadır. Mamafih madencilik sektöründeki teknolojik gelişmeler grizu patlamalarının sebep olduğu ölüm ve yaralanmaları asgari seviyelere indirmiş durumdadır.
Kömür çok eski ve en temel enerji kaynaklarından biridir. Elbette kendi kaynaklarımızı kullanarak enerjide önemli bir yer tutan kömürde dışa bağımlılığı asgariye indirmek zaruridir. Dünyada kömür istihsali ile ilgili genel duruma bakıldığında Türkiye’nin kömür üretiminde 11. sırada yer aldığı görülür. Tablo 1’de de görüldüğü üzere 2020 yılı itibariyle Türkiye’de 708.000.000 ton kömür çıkarılmıştır.
Tablo 1: Dünya Kömür İstihsali Ülke Sıralaması (Milyon Ton)
Sıra | Ülke | 2020 | 2019 | 2018 | 2017 | 2016 | 2015 | 2014 | 2013 |
1. | Çin | 3,902.0 | 3,846.3 | 3,697.7 | 3,523.2 | 3,411.0 | 3,747.0 | 3,874.0 | 3,974.3 |
2. | Hindistan | 756.5 | 753.9 | 760.4 | 716.0 | 692.4 | 677.5 | 648.1 | 608.5 |
3. | Endonezya | 562.5 | 616.1 | 557.8 | 461.0 | 434.0 | 392.0 | 458.0 | 474.6 |
4. | ABD | 484.7 | 640.8 | 686.0 | 702.3 | 660.6 | 812.8 | 906.9 | 893.4 |
5. | Avustralya | 476.7 | 504.1 | 502.0 | 481.3 | 492.8 | 484.5 | 503.2 | 472.8 |
6. | Rusya | 399.8 | 440.9 | 441.6 | 411.2 | 385.4 | 373.3 | 357.6 | 355.2 |
7. | Güney Afrika | 248.3 | 258.4 | 250.0 | 252.3 | 251.2 | 252.1 | 260.5 | 256.3 |
8. | Kazakistan | 113.2 | 115.0 | 118.5 | 111.1 | 102.4 | 106.5 | 108.7 | 119.6 |
9. | Almanya | 107.4 | 131.3 | 168.8 | 175.1 | 176.1 | 183.3 | 185.8 | 190.6 |
10. | Polonya | 100.7 | 112.4 | 122.4 | 127.1 | 131.1 | 135.5 | 137.1 | 142.9 |
11. | Türkiye | 70.8 | 87.1 | 83.9 | 99.8 | 70.6 | 58.4 | 65.2 | 60.4 |
Kaynak: Statistical Review of World Energy 2021, 70th edition.
Türkiye kömür üretimi açısından önemli bir yerde olmakla birlikte, kömür istihsalindeki kaza oranlarında da maalesef ön sıralarda bulunmaktadır. Bizden çok daha fazla kömür üreten ülkelerle mukayese edildiğinde onlardan çok fazla can kaybı ve yaralanma yaşanmaktadır.
Maden kazaları ve bu kazalarda yaşanan can kayıplarının son yıllarda gelişen teknoloji ve maden çıkarmada kullanılan yeni teknikler ve kazalara karşı geliştirilen tedbirler sayesinde giderek azaldığı görülmektedir. Aşağıdaki grafikte de görüldüğü üzere son 40 yılda maden kazalarındaki ölen madenci sayısının yüzbin kişi başına 200’lerden 30’lu sayılara gerilediği görülmektedir.
Grafik 1: Yıllara Göre Dünyada Madenci Ölümlerinin Sayısı ve Oranı (1983 – 2021)
Kaynak: https://wwwn.cdc.gov/NIOSH-Mining/MMWC/Fatality/NumberAndRate
İş kazaları üzerinden konuyu daraltarak ABD, Polonya ve Türkiye’deki iş kazası sayılarına bakılacak olursa Türkiye’nin yine kabul edilemez bir noktada olduğu görülür. Grafik 2’de 2010-2019 yılları arasında iş kazası geçiren madenci sayıları verilmektedir. ABD ve Polonya’da yıllar içinde bir iyileştirme olduğu görülürken Türkiye’de dalgalı bir seyir ve artma müşahade edilmektedir.
Grafik 2: Türkiye, ABD ve Polonya İş Kazası Geçiren Madenci Sayıları (2010-1019)
Kaynak: TMMOB (2021). Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, s.14.
Eğer ölüm oranlarına bakılacak olursa durumun daha da vahim olduğu ortaya çıkar. Grafik 3’de Türkiye, ABD, Avustralya, Ukrayna ve Polonya’da 2010-2019 yılları arasında hayatını kaybeden madenci sayıları görülmektedir.
Grafik 3: Türkiye, ABD, Avustralya, Ukrayna Ve Polonya’da Yaşanan Madenci Ölüm Sayıları (2010-2019)
Kaynak: TMMOB (2021). Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, s. 16
Tüm bu veriler Türkiye’de yanlış giden bir şeyler olduğunu açıkça göstermektedir. Konunun uzmanları mevzuat açısından bir eksiklik olmadığını fakat icraat noktasında ciddi noksanlıkların olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca denetim, hesap sorma, hesap verme, cezaların caydırıcılığı hususlarında da eksiklikler bulunmaktadır.
Dünya genelinden Türkiye özeline indiğimizde Cumhuriyet dönemine ait sağlıklı istatistiki verilere ulaşılamadığını, ancak 1941 yılından bu yana 3 binden fazla insanın maden kazalarında öldüğünü söyleyebiliriz. Madenlerde en çok görülen kaza sebepleri arasında grizu patlamaları başı çekmektedir. Tablo 2’de 1983’den günümüze yaşanan maden kazalarının listesi görülmektedir.
Tablo 2: Türkiye’de Maden Kazaları ve Grizu Patlaması İle Ölen Madenci Sayısı
Yıl | Yer | Ölü |
1983 | Zonguldak/Armutçuk | 103 |
1983 | Zonguldak/Kozlu | 10 |
1983 | Karaman/Ermenek | 12 |
1986 | Erzurum/Oltu | 6 |
1988 | Kütahya/Gediz | 6 |
1990 | Amasya/Yeniçeltek | 68 |
1992 | Zonguldak/Kozlu | 263 |
1995 | Yozgat/Sorun | 40 |
1996 | Çankırı/Yapraklı | 5 |
2003 | Erzurum/Aşkale | 7 |
2003 | Karaman/Ermenek | 10 |
2005 | Kütahya/Gediz | 18 |
2007 | Balıkesir/Dursunbey | 17 |
2009 | Bursa/Mustafakemalpaşa | 19 |
2010 | Balıkesir/Dursunbey | 17 |
2010 | Zonguldak | 30 |
2013 | Zonguldak/Kozlu | 8 |
2014 | Muğla/Soma | 301 |
2022 | Bartın/Amasra | 41 |
Kaynak: Resmi raporlardan derlenmiştir.
Türkiye, maden kazaları sonucu yaşanan ölümlerde dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Her kazadan sonra yoğun tartışmalar yapılmakta, ancak hiçbir iyileştirme yapılmadan günler geçirilmekte, bir sonraki kazada “ucu nereye kadar varırsa..” iddialı davalar açılmakta, soruşturmalar yapılmakta ama için ucu bir türlü bulunamamakta, sonuç hiç değişmemektedir. Amasra’da yaşanan maden kazasında da değişen bir şey olmayacaktır. Bir hafta sonra konu unutulmaya bırakılacak, önceki maden kazalarında akıbet ne olduysa burada da aynısı olacaktır. Çünkü meseleye yaklaşım tarzı sonucun nasıl olacağını ortaya koymaktadır.
Sonucu değiştirmeyen tartışmalar bıkkınlık vermekte, hele maden kazalarındaki ölümlerin sorumluluğunu kadere yükleyerek kurtulma kolaycılığı pes dedirtmektedir. Temel iman esaslarından olan kader meselesi artık tüm suçluların cankurtaran simidine dönüşmüş durumdadır. Katili, cânisi, hırsızı-uğursuzu sözüm ona hep “kader mahkûmudur.” Kendisi mâsumdur! Acaba bu iddiaların gerçekle bir alâkası var mıdır? Bu konuya kısa bir açıklama getirerek mevzuyu sonlandırmak isterim.
İşin özü şudur. Kadere iman, herşeyin ilm-i İlahi dahilinde olduğuna, hayır ve şerrin Allah’ın yaratması ile olduğuna, iman demektir. Peki, Allah hayrı yaratıyor, ama şerri niye yaratıyor? Şer olarak gördüğümüz şeylerin yaratılması şer midir? Bu konuyu merak edenlerin Said Nursi’nin Kader Risalesini ve onun bir nevi izahı hükmünde olan merhum Mehmed Kırkıncı’nın Kader Nedir isimli kitabını okumalarını tavsiye ederim. Bu kitaplara internetten kolayca ulaşılabilir. Konuyu kısaca özetlemek gerekirse anahtar kelime “halk-ı şer, şer değil; kesb-i şer, şerdir.” Yani Allah’ın yarattığı (biz hayır olarak veya şer olarak görelim) her şey; kömür olsun, gaz olsun, maden olsun, ateş olsun, su olsun, her ne olursa olsun varlığı ve yaratılışı hayırdır. Ancak varlıkların insan hayatını tehdit edecek ve ölüme yol açacak şekilde kullanılması şerdir. Mesela ateş ve su insanlığın istifade ettiği en değerli nesneler iken insan kaynaklı hatalardan meydana gelen sel felaketi veya yangın afeti birer şerdir ve adresi de insandır. Binaenaleyh madencilikte ortaya çıkan grizu felaketleri de insan hatasının bir neticesidir, mes’ulü de insanlar ve sorumlu kişilerdir. Ancak “güç yetmez, takat getirilemez” çaptaki insan gücünü aşan zelzele, kasırga, tayfun, tusunami, volkan patlaması vb. gibi her türlü kazada beşer olarak elden gelen yapıldıktan, gerekli tedbirler alındıktan sonra kadere boyun bükmekten başka çare de yoktur. Zaten bu hususta tüm ülkeler eşit duruma gelmekte, kimseye de bir şey söylenmemektedir. Bu ince nokta gözden kaçırıldığında tartışma yanlış yerlere gitmekte ve kaza-bela hususunda ülkemiz liste başı olmaktan kurtulamamaktadır. Hülasa “deveyi sağlam kazığa bağlamadan tevekkül etmek” doğru değildir. Kul cüzi iradesiyle, güç ve takati yettiğince gerekli tedbirleri alacak, sonra külli iradeye yani iradeyi İlahiye tevekkül ile teslimiyet gösterecektir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KRALİÇE 2. ELİZABET’İN ARDINDAN
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Ülkemizde İngiltere kraliçesi olarak bilinen 2. Elizabeth 96 yaşında 70 yıllık saltanatın ardından 8 Eylül 2022 tarihinde öldü. Saltanatının şümulüne bakıldığında sadece İngiltere değil aralarında Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da olduğu İngiliz Milletler Topluluğu üyesi 16 ülkenin de 1952 yılından beri kraliçesi idi. 2. Elizabeth sadece bir kraliçe değil aynı zamanda İngiliz kilisesi demek olan Anglikan kilisesinin de başı idi. Yani bir nevi Osmanlı Devletindeki Halifenin benzeri bir konumu ve nüfuzu vardı. Binaenaleyh Birleşik Krallık veya bizim ifademizle İngiltere ne bir cumhuriyet ne de laik bir ülke idi. Ölümünün başta İngiltere ve İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olmak üzere tüm dünyadaki yankılarına hepimiz şahit olduk. İngiltere hemen matem havasına bürünürken TV sunucuları siyahlar giymiş ve ülkemizden hızını alamayan bir hanım haber sunucusu da o gün siyahlar giyerek o mateme iştirak etmişti.
2. Elizabeth 10 gün süren matemin ardından 19 Eylül 2022 tarihinde Windsor Kalesi’ndeki St. George Şapeli’ne (küçük kilise) gömüldü. Anadolu Ajansının haberine göre Yaklaşık 2000 davetlinin katılımıyla düzenlenen cenaze töreninde 500’e yakın ülke lideri ve üst düzey isim yer aldı. R. Tayyip Erdoğan cenazeye haklı ve isabetli olarak katılmadı, çünkü bazı devlet başkanlarına özel arabalarıyla cenazeye iştirak sağlanırken Türkiye’nin de içinde bulunduğu “diğer” ülke başkanlarına cenazeye otobüsle gelebilecekleri şeklinde bir ayrım yapılmıştı.
2. Elizabeth’in ölümünün ardından bizimle de alakalı bazı sorulara cevap aramak gerekmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti de Birleşik Krallık gibi cihanşümul bir devlet idi, ikisi de dağıldı. Osmanlı Devleti isyanlar, ihtilâller ve nihayet 1. Dünya Harbi ile atomize oldu ve bünyesinden 30 küsur devletçik çıktı. Sadece dağılmakla kalmadı, bu devletçiklerden özellikle de halkı Müslüman olanlarla araya onulmaz bir husumet girdi. Pay-i Tahtın hilafet yetkisi de ortadan kaldırılınca İslâm dünyasında Türkiye’ye karşı bir küskünlük doğdu. Totaliter bir cumhuriyet rejiminin “batılılaşma ve modernleşme” adına halka rağmen yaptığı devrimler ile Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı tipte bir laiklik anlayışıyla içeride İslâmî değerleri tezyif etmesi, sadece hariçte değil dâhilde de bir soğumaya yol açtı. Hakaret ve aşağılamalar sadece saltanata değil, hilafete de üstelik devlet kurumları eliyle yapıldı. İslâm ülkeleri ile ticaret bile yapılamaz oldu. Çok zengin enerji kaynaklarına sahip olan İslâm ülkeleri Batı’nın sömürgelerine dönüştü. Bir asır sonra bile Osmanlı düşmanlığı şeklinde özetlenebilecek bu hastalıklı anlayışın İzmir belediye başkanı ağzından tezahür edebilmiş olması düşündürücüdür. Bizdeki bu anlayışa karşılık yıllarca sömürdüğü ülkelere güya bağımsızlık verildikten sonra bile üzerlerine İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) adıyla yeniden oturan ve hakiki batılı olan İngiltere ne yaptı? Tacı mı bıraktı? Hayır. Bir nevi hilafet uygulaması olan Anglikan kilisesinin başı olmaktan mı vaz geçti? Yine hayır. Avrupada yüzyıllarca süren din savaşlarının acısınını hatırlayarak laikliği mi kabul etti? Yine hayır. Peki, İngiltere demokratik, modern ve batılı bir devlet vasfını kayıp mı etti? Yine hayır. O zaman sormazlar mı 2. Abdülhamid’in 1876’da kurduğu ve 1908’de yeniden yapılandırdığı meşrutiyetin Birleşik Krallıktaki yapıdan idari mânada ne farkı vardı ki üzerine bu kadar kin kusuldu ve reddi miras edildi? Neden hâlâ bir kesimde bugün bile İngiliz hayranlığı ile Osmanlı düşmanlığı devam ediyor?
Tüm bunlar milletimizin ne isteği, ne de günahıdır. Enerjimizi tüketen ve sürekli bir iç kanamaya yol açan geçmiş ve tarih düşmanlığının kökünde itiraf etmek gerekir ki ülkemizde vaktiyle köşeleri tutmuş batıcı egemen kesimlerin İslâm nefreti yatmaktadır. Bugün dışarıda sıkça rastlanan İslâmofobinin onlardan geri kalmayanı fosilleşmeye başlasa da içimizde yaşamaktadır.
İkinci temel soru ise İngiliz tahtının gücüdür. İngiliz tahtının gücü bugüne kadar nasıl korunabilmiştir? Biz ise neden mahrum bırakıldık? Kim iyi yaptı, kim kötü yaptı? Saltanat sembolik hale getirilip Hilafetle devam edebilirdi veya en azından hilafet devam edebilirdi. Bunun tartışılmasına bile rıza göstermeyen azgın azınlıkların var olduğu elbette sır değil. Ayrıca saltanat İslâmın mecbur ettiği bir idare tarzı da değil. Ancak hariç de değil. Aslolan ma’şeri vicdanın rızası (biatı veya bugünkü manada oy vermesi) ile idarecilerin ve meşveret meclisinin teşkili, ülke idaresinde adalet ve devlet umurunun ehil ellere tevdi edilmesi yani liyakatten taviz verilmemesidir. Devletlerin adı veya idare tarzı şu veya bu olabilir. Nitekim monarşi ile idare edilen İngiltere’nin demokrasisi cumhuriyetle idare edilen Fransa’dan geri sayılmıyor. Osmanlı DEvletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte yapılan hatayı İngilizler yapmamıştır. Bugün İngiliz kralı olan 3. Charles anası gibi Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda başta olmak üzere 16 devletin de devlet başkanıdır. Bu devletlere başbakan atamaktadır. Birleşik Krallığın parçası sayılan bu 16 devlet Britanya Kraliyet ailesinin yönetimindedir. Bu ülkelerden biat alan Kral 3. Charles devlet başkanı görev ve yetkilerini, kendisi tarafından atanan genel valiler aracılığı ile sürdürmektedir. Bunun yanında kralın Anglikan kilisesinin başındaki dini liderliği de devam etmektedir. Ayrıca kral 37 ülkeden müteşekkil İngiliz Milletler Topluluğunun da başkanıdır. İngiliz Milletler Topluluğunun ekseriyeti Britanya İmparatorluğu’nun eyaleti veya sömürgesi olmuş ülkelerdir ve kendi rızalarıyla bu topluluğun bir parçası olarak kalmaya devam etmektedirler. Biz ise yanı başımızdaki Suriye, Irak, Mısır, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri ile bile ihtilaflarımızı halledemedik. Oralarda da İngiliz’in ABD’nin ve diğer batılı ülkelerin parmakları, güçleri ve etkileri bizden daha fazla.
Kim iyi yapıyor? Kim kötü yapıyor?
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Devletin varlık sebeplerinin ilk beşi arasında bulunan halkın eğitim ihtiyacının karşılanmasında en temel unsur olan öğretmenlik mesleğine yönelik nihayet beklenen adım atıldı ve Öğretmenlik Meslek Kanunu RG’nin14.02.2022 tarih ve 31750 sayında yayımlanarak meri-ül icra oldu. Kanunu detaylandıran Aday Öğretmenlik ve Öğretmenlik Kariyer Basamakları Yönetmeliği de RG’nin 12.05.2022 tarih ve 31833 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece öğretmenlik, eğitim ve öğretim ile bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği olarak tanımlandı ve aday öğretmenlik döneminden sonra öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağına ayrıldı. Çok gecikmiş olmakla birlikte Öğretmenlik Meslek Kanununun çıkarılmış olması eğitim camiası başta olmak üzere tüm ülkemiz için büyük bir kazançtır. Ülkelerin en büyük gelir kaynağı ve sermayesi para veya değerli madenlerden önce eğitilmiş, nitelikli beşeri sermayesidir. İkinci dünya harbinden sonra yerle bir edilen Japonya ve Almanya’yı bugün dünyanın ilk beş büyük iktisadi gücü arasına sokan kaliteli insan gücü ve beşeri sermayesi olmuştur.
Ancak bu kanun ve yönetmelik öğretmenlik mesleğinin tüm sıkıntılarını bertaraf etmiş değildir. Daha yapılması gereken çok idari düzenleme ve iyileştirme çalışması vardır. Bunların başında da neredeyse her meslek grubuna öğretmen olma hakkı tanınmasına bir son verilmesidir. Eğer bir gün eğitim sendikaları ve öğretmenler greve gideceklerse veya hükümetlerle pazarlık masasına oturacaklarsa en öncelikli ve en vazgeçilmez talepleri eğitim fakültesi mezunu olmayan kişilerin öğretmenlik mesleği dışında tutulması olmalıdır. Eğitim sendikalarının müştereken bir oda kurmaları ve tıpkı tabipler odası, barolar birliği gibi bir hüvviyet kazanarak mesleklerine sahip çıkmaları zaruridir. Nasıl aynı alanda eğitim alan mesela bilgisayar sistemleri öğretmenliği mezunu olan bir kişiye mühendislik hakları verilmiyor, bilgisayar mühendisi olması için asgari mühendislik tamamlama eğitimine tabi tutuluyorsa aynı kural diğer meslek mensupları için de cari olmalıdır. Aksi takdirde mesela 5 yıl tarih öğretmenliği eğitimi alan bir kişinin önüne daha düşük puanla edebiyat fakültesi tarih bölümünde 4 yıl okuyan ve uyduruk bir pedagojik formasyon eğitimi alan bir kişi geçebilmektedir. Eğer o kişi gerçekten tarih öğretmeni olmak istiyorsa aynı isteği duyanlarla en başta üniversite sınavında yarışmalı ve tarih öğretmenliği eğitimi almalıdır. Bu örneğin diğer öğretmenlik alanlarında da pek çok misali vardır ve öğretmenlik eğitimi almayanların öğretmenlik haklarından faydalanmaları yerden göğe haksızlıktır.
Bu düzenlemeyi yapanların iyi niyetlerinden de her zaman şüphe etmek gerekir. Siyasi rant dağıtmakta siyasetçiye alternatifler sunan bu tip düzenlemeler adalet ve hakkaniyet duygusunu zedelemektedir. Geçmişte bunun daha acı örnekleri de yaşanmıştır. Kısa bir tarih turu yaparak bu örneklerden iki tanesine bir göz atalım. Bunlardan en talihsizi ve eğitimsistemine en zarar verici olanı, öğretmen okullarını kaldırdıktan sonra açığa çıkan öğretmen ihtiyacını karşılamak için dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in bulduğu çözümdür. Ecevit sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için 2 yıllık eğitim enstitülerini kurmuş ve 1978 yılında lise mezuniyetleri bile meçhul, referans yoluyla toplanan 76.000 kişiyi 45 günde öğretmen olarak atamıştır. Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel “40 günde kabak yetişmiyor, bu kişiler nasıl öğretmen yapılır?” diye isyan etmiş ama sonuç değişmemiştir. Bu miktar, o dönemdeki toplam öğretmen sayısının %40’ına tekabül ediyordu. Bu kişiler ki -birçoklarına bizzat şahit oldum- şiveli konuşan, düzgün Türkçe konuşamayan, siyasi tarafgirlikten öte bir özelliği olmayan, eğitim altyapısı oldukça yetersiz kişilerdi. ANAP iktidarında Milli Eğitim Bakanı olan Vehbi Dinçerler bu 40 günlükleri (fasulye, kabak değil bunlar öğretmen sıfatıyla sınıfa ve derse giren kişiler) hizmet içi eğitimle mesleğe kazandırmak istediyse de o makamda fazla kalamamış, hizmet içi eğitim işi de kadük olmuştu. Merhum Akif bu tehlikeye yıllar önce dikkatleri çekmiş ve şöyle haykırmıştı:
“Muallim ordusu derken, çekirge orduları,
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!
‘Muallimim’ diyen olmak gerektir imanlı,
Edepli, sonra liyakâtli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük..”
O dönem öğretmen olanlar hiç kusura bakmasınlar, açıp arşivleri baksınlar. O dönem açılan eğitim enstitülerinin arşivleri daha sonra birer birer yakıldı, tüm kayıt evrakı imha edildi. Ordudaki darbe heveslisi paşaların vesayet için terör biriktirdiği yıllarda ideolojik olarak paylaşılan şehir ve semtlerde ne kadar militan varsa eğitim enstitülerine dolduruldu ve öğretmen edildi. Her ne kadar bunlardan yaklaşık 5 bin kadarının diploması 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından iptal edilmiş olsa da büyük kısmı “muktesep hak” olarak eğitimin içinde kaldı.
Bu darbeyi 1996 yılında 22.075 sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için yapılan en kötü tercihlerden birisi takip etti. Aşçısından dişçisine, veterinerinden iktisatçısına, ziraatçısından işletmecisine açık öğretiminden uzaktan öğretimine kadar her yükseköğretim mezununa hiçbir sınava veya formasyon eğitimine tabi tutulmadan sınıf öğretmenliği hakkı tanıyan kararla tabuta son çivi de çakılmış oldu. Öğretmenlik mesleğinin en narin, en nazik, en kırılgan ve şahsiyet teşekkülünün birinci basamağındaki yavrularımıza tokatların en gaddarı atıldı. Kim bilir nice çocukların psikolojileri ağır yaralar aldı ve belki de hâlen o yaralarla yaşıyorlar.
Eğitim üzerindeki bu hoyrat siyaset Türkiye’ye, milletimize ve eğitim camiasına pahalıya patladı. Eğitim müfredatındaki sıkıntılara hiç girmiyorum bile. Orası da başlı başına bir problem yumağı. İdeolojik eğitimin “kurşun asker” kalıplarına çocukların döküldüğü, “şahsiyet ve yetenek geliştirme değil kimlik dönüştürme potası” olarak kullanıldığı bu alana ne zaman el atılır bilemiyorum.
Özel okullarda ve dershanelerde çalışan öğretmenlerin örgütlendiği Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyelerinin 30 Ağustos 2022 tarihinde Ankara’daki yürüyüşleri bir gerçeği daha gündeme getirdi. O da özel okul ve kurslarda çalışan öğretmenlerin uğradığı haksızlıklar, sömürüler ve başıboşluklardı. Hükümetin acilen bu meseleye el atması ve aynen vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin maaş ve özlük haklarının devlet üniversiteleri ile eşitlenmesi gibi, özel okul ve kurslarda görev alan öğretmenlerle devlet okullarında görev alan öğretmenlerin özlük haklarının da eşitlenmesidir. Böylece nâehil kişilerin hem eğitim sektörüne girmeleri ve öğretmenleri sömürmeleri engellenecek hem de özel okullardaki eğitimin kalitesi artacaktır. Ayrıca devlet eğitim yükünü özel teşebbüsle paylaştığı için yükü hafifleyecek hatta faydalı bir rekabet fırsatı da doğmuş olacaktır. Ayrıca özel teşebbüsün okul açma şartları tekrar gözden geçirilmeli, eğitim mekânı uygun olmayan yerlere okul açılmasına müsaade edilmemeli, para kazanma hırsıyla eğitime yönelen, sermayesi ve kadroları yeterli olmayan kişilere kapı kapatılmalı, denetimleri de titizlikle yapılmalıdır.
Eğitim sisteminde genel ve mesleki eğitim oranları tekrar gözden geçirilmeli, ilköğretimden yükseköğretime kadar bir bütünlük içerisinde meslek liseleri ile bunları tamamlayacak meslek yüksekokullarının ve programlarının sayısı -yeni ortaya çıkan meslek dalları da dikkate alınarak- arttırılmalı, halk eğitimi, çıraklık ve yaygın eğitim takviye edilmeli, eğitimdeki teorik-pratik uçurumunu ortadan kaldıracak şekilde staj ve uygulamalara ağırlık verilmelidir.
Son olarak öğretmenlerin 4-5 yılda bir mesleklerindeki gelişmeleri takip etmeleri ve kendilerini yenilemeleri için üniversitelerin ilgili bölümlerinden eğitim almaları sağlanmalıdır. Böylece aldığı diplomanın üzerine 20-30 yıl tek eğitim almadan kuluçkaya yatma temayülünde olanlara da fırsat verilmemiş olacaktır. Her ne kadar öğretmenliğin bir kariyer mesleğine dönüşmesi ile öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri için müşevvik bir zemin hazır edilmiş olsa da, dâhili motivasyonu zayıf olanların mecburi bir yenilenmeye tabi tutulması için zorlayıcı tedbirlerin alınması da bir mecburiyettir. Eğitim sendikaları da siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp MEB ve üniversitelerle işbirliği içerisinde eğitimin kalitesinin arttırılması için çalışmalıdır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
HÜRRİYET, NEREYE KADAR?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Bitmeyen, kadim tartışma konularından birisi de hürriyettir. Hür olmak, kişi iradesinin her türlü baskıdan âzâde olarak kendi iradesini kullanma hakkına sahip olması demektir. Bu da insanı diğer canlılardan ayıran temel bir hususiyettir. Seçme, tercih etme, kabul veya reddetme ve iradesini serbestçe kullanma hakkı olmayan bir insan ancak sûreten bir insan kabul edilebilir, yani nâkıstır. Hürriyetin zıddı köleliktir yani kişi iradesinin başka bir kul iradesine bağlı kalmasıdır. Cüz-i irade kavramı külli irade sahibi olan Allah’ın tüm varlıklar üzerinde sadece insanlara ve cinlere bahşettiği bir imtiyazdır. Bu imtiyazla önce cinler daha sonra da insanlar dünyaya halife yapılmıştır. Hür irade sahibi olmak en büyük imtiyaz olduğu gibi en büyük sorumluluktur da. İnsan tercih hakkını yani cüz-i iradesini kullanarak en yüksek makamlara çıkabileceği gibi aşağıların aşağısına da yuvarlanabilir. Hürriyet geniş bir kavramdır; içerisinde fikir, inanç, düşünce ve düşüncesini ifade etmekden tutun, mülk edinme, seyahat etme gibi pek çok temel hak ve hürriyeti de içinde barındırır.
Fransız ihtilâlinin üç sloganından birisinin “liberte” yani hürriyet olması mânidardır. Bu kavram siyasi bir hak olarak Avrupa’da yayılmaya başlamış ve Osmanlı cemiyetine ulaşması da fazla zaman almamıştır. Fransız ihtilâli ile yayılan hürriyet, eşitlik, kardeşlik gibi fikirler geniş bir tartışma konusudur ve hem fert, hem devlet hem de milletler seviyesinde yankıları olmuştur. İslâm’ın bir iman rüknü ile bağlantılı olan hürriyet kısmı ise Osmanlı toplumunda akademik seviyede bazı tartışmalara sebep olmuştur. Kavram Batı’dan geldiği için önce ihtiyatla karşılanmış, hatta bir şair “Hürriyet yakıcı bir ateştir ve kâfirlerin hususiyetlerindedir.” Deyince dönemin ulemasından Bediüzzaman Said Efendi “Hürriyet Rahman’nın bir lütfudur ve imanın hassasıdır” diye aynı kafiye ile cevap verme zaruretini hissetmiş ancak hürriyetin “ibahe mezhebi” olamadığını yani kişiye her istediğini yapma hakkı vermediğini de ilave etmiştir. Nitekim hürriyeti yakıcı ateş olarak tarif eden şair de “hürriyeti her istediğini yapmak” şeklinde anladığı için ürkmüş ve bu sebeple hürriyeti çevresini yakan bir ateşe benzetmiştir. Said Nursi’nin hürriyeti Allah’ın Rahman ismine bağlayarak bir lütuf olarak görmesi ve hatta onu imanın bir hassası, bir hususiyeti olarak değerlendirmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Demek hürriyet yoksa iman nakıstır, zira iman bir tercih hakkını kullanma meselesidir. İnanmak veya inanmamak kişinin hür iradesiyle verebileceği bir karardır. “Dinde zorlama yoktur” mealindeki âyet-i kerime Allah’ın kendi yarattığı kullarına hür iradeleri ile karar verme hakkını bahşetmektedir. Bu noktayı nazardan bakıldığında hürriyet, hür irade, serbestçe tercih hakkını kullanabilme hakkı, inanç hürriyetinin de bir parçası olmaktadır.
Peki, hürriyet insana her istediğini yapma hakkı verir mi? Hürriyet deyince ne anlamak gerekir? Bu hususta birbirinden farklı mülahazalar vardır. Kimilerine göre hürriyet “Başkasına zarar vermemek şartıyla insanın her istediğini yapması” demektir. İslâm’da hürriyet tanımının içerisine sadece başkasına değil, kendine zarar vermemek şartı da dahil edilmektedir. Bu sebeple başkasını öldürmek kadar intihar da bir katl suçudur. Bir çocuğu öldürmek kadar ana karnındaki canlı bir cenini öldürmek (kürtaj) de bir cinayettir. İnsanlar cemiyet içinde yaşadıkları için kendilerine verecekleri zarar, dolaylı olarak cemiyete de yansıyacağı için uyuşturucu kullanımı pek çok ülkede yasaklanmıştır.
Hürriyetin günümüzde tartışma konusu olmaya devam etmesinin bir sebebi, bazı hürriyetlerin kötüye kullanılmasından ileri gelmektedir. Mesela insanlara hakaret etmek, inançlarına saldırmak veya inançları sebebiyle onları tahkir etmek günümüzde en yaygın ve özellikle bir azınlık güruh tarafından pervasızca kullanılan bir hürriyet istismarıdır. Bu kesimler hakaretlerini “fikir hürriyeti” kılıfına sokarak adeta bir hakmış gibi kullanmaya çalışmaktadırlar. Yakın zamanlarda bir müptezel şarkıcı İmam Hatiplilerin “sapık” olduğunu toplum önünde söylemekten çekinmemiştir. Hakkında hukuki işlem başlatılınca belirli bir kesim tarafından derhal ifade ve düşünce hürriyeti teraneleriyle savunmaya geçilmiştir. Şöhret düşkünü düşük karakterlerin özellikle “sanatçı” kimliği altına girerek toplumun inanç değerlerine saldırmaları, “azgın azınlıkların” aferinini almaya çalışmaları, bazılarının hiç gereği yokken kendilerinin “ateist” olduklarını neredeyse bağıra bağıra söylemeleri, bazı cinsi sapkınların “yaşam tarzı” bahaneleri ile hükümranlık kurma gayretleri daha bir görünür olmaya başlamıştır. Bu kesimlerde “İslâm nefreti veya İslâmofobi” bazı batılı ülkelerdeki İslâm ve Türk düşmanı kesimlerle yarışır hale gelmiştir.
Bu kargaşanın önlenmesi için yapılması gereken bazı temel işler vardır. Bu da ancak hukuki işlem tesisi yoluyla olur. Cemiyette kişiler kural koyamazlar. Kural koyma, kanun yapma işi milli iradeyi temsil yetkisini haiz seçimle teşekkül eden meclislere aittir. 1982 Anayasasının 26. Maddesinde fikir ve fikri ifade hürriyeti tarif edilerek sınırları belirtilmiş ve kullanım hakkının da kanunlarla düzenleneceği ifade edilmiştir. Ancak mevcut kanunlar içerisinde sadece 5816 sayılı kanunla –hukuk önünde herkesin eşit olduğu kaidesi- ihlâl edilerek tek bir kişinin hukuku özel olarak korumaya alınmıştır. Bunun haricinde toplumun ölü veya diri diğer efradı her türlü hakarete maruz kalabilmekte, hâkimler keyfi olarak bazı hakaretleri “fikir ve düşünceyi açıklama hürriyeti” içerisinde değerlendirirken aynı ifadeler başka bir hâkim tarafından suç olarak cezaya tabi tutulabilmektedir. Halkın huzuru için bu kargaşanın önünün âcilen alınmasına ihtiyaç vardır. Hürriyetlerin kötüye kullanılması önlenmelidir. İkinci Meşrutiyet ilan edildiği zaman Said-i Nursi “Hürriyete Hitap” diye bir makale ve nutkunda hürriyete şöyle bir tarif getirmiştir. “Hürriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” Bir asır öncesinden yapılan “efradını câmi, ağyarını mâni” bu veciz tarifin bugün de geçerli olduğunu, en azından bu seviyede bir hürriyet alanının temin edilmesinin zaruri olduğunu ifade etmek zorundayız. Unutmayalım “adalet mülkün (devlet idaresinin) temelidir ve hukuk önünde eşitlikle vücut bulur, “üstünlerin hukuku” gibi zırvaları içinde barındıramaz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EĞİTİMİN KALİTE YOLCULUĞUNDA EN HASSAS DÖNEMEÇ; MESLEKİ EĞİTİM
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
BAKAD Başkanı
Hangi sistemle idare edilirse edilsin tüm ülkelerin ilk 5 temel meselesinden birisi eğitimdir. Devleti jandarma, vergi ve yargı üzerinden tanımlayan, bunun dışında neredeyse her alanı özel sektöre bırakan en kapitalist ülkelerde bile eğitimin asgari bir akredite şartı ve mecburiyeti vardır. Eğitim uzun vadeli bir beşeri sermaye yatırımıdır. Çin filozofu Kuan-Tzu’ya atfedilen veciz bir ifadede denildiği gibi “bir yıl sonra alacağı mahsulü düşünen tohum eker, on yıl sonrasını plânlayan ağaç diker, yüz yıl sonrasını düşünen ise insanları eğitir.” Eğitimin farkında olmayan hiçbir devlet yoktur ama eğitimin nasıl yapılacağı hususunda geliştirilen politika ve stratejilerde farklılıklar bulunmaktadır. Meseleye Türkiye sınırlılığında baktığımızda maalesef oldukça sıkıntılı bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Bunun temel sebebi Cumhuriyetin kuruluş yıllarında eğitimin ideolojik bir araca dönüştürülmesi, insan kabiliyet ve yeteneklerini inkişaf ettirecek bir hizmet ve milli ve mânevî değerleri tevarüs ettirecek bir müessese yerine yapılan devrimlerin muhafızlığını yapacak, hedeflenen Batı medeniyetinin değerlerini öğretecek, toplumu Batılılaştıracak bir dönüştürücü alet olarak düzenlenmiş olmasıdır. Milli Eğitim Temel Kanunu ve Yükseköğretim Kanunu’nun ilk maddelerine bakıldığında değişen bir şeyin olmadığı görülür.
İkinci temel hata, okul öncesi eğitimden yüksek öğretime kadar nüfus artış hızını da dikkate alarak çağ nüfusuna yetecek sayıda okul açılamaması, öğretmen ve öğretim elemanı yetiştirilememesidir. Bu eksiklik son 20 yılda giderilmiş, çağ nüfusuna yetecek kadar okul açılmış, tüm illerimiz üniversite ile buluşmuştur. Sayısal hedeflerdeki bu başarı maalesef eğitimin kalitesi ve ihtisaslaşması noktasında henüz gerçekleştirilememiştir. İnsan kaynağı plânlamasında ara işgücünü karşılayacak mesleki eğitim çok ihmale uğramış özellikle post modern darbe olarak anılan “28 Şubat 1997” döneminde Kur’an kurslarının kaldırılması ve İmam Hatip Liselerinin kapatılması amacıyla “kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim” ve “katsayı” rezaletleriyle mesleki eğitime ağır bir darbe indirilmiş, orta öğretimde mesleki eğitimin oranı %32’ye düşürülmüştür. “Demokrasiye balans ayarı” iddiasındaki dikta heveslisi darbeciler eğitimin balans ayarını çok feci bir şekilde bozmuşlardır.
Yukarıda da bir nebze ifade edildiği üzere eğitim iki temel ihtiyacı karşılar. Birincisi milletin kimliğini korumak ve idame ettirmek, ikincisi insanların kabiliyetlerini inkişaf ettirerek hayata hazırlamaktır. Bu sebeple gelişmiş ülkelerde işgücünün sektörel dağılımı dikkate alınarak hizmetler, sanayi, tarım ve hayvancılık sektörlerinin ihtiyacını karşılayacak çeşitlilikte mesleki eğitime yatırım yapılmakta, bunun yanında devletin temel görevlerini yerine getirebilmesi için gerekli olan entelektüel kapasite de ihmal edilmemekte, araştırma ve geliştirme çalışmaları ile ülkenin kalkınmasını sağlayacak beyinlere de alan açılmaktadır.
Türkiye’de ihmale uğrayan ve adeta başarısı düşük öğrencilerin gittiği düşük profilli kurumlara dönüştürülen meslek liselerinin âcilen ayağa kaldırılması, itibarlarını yükseltecek tedbirlerin alınması, meslek çeşitliliğinin günün ihtiyaçlarına göre arttırılarak yeniden düzenlenmesi, sanayi ve iş dünyası ile yakın işbirliğine gidilmesi, orta ve uzun vadeli plânlarda ihtiyacı karşılayacak sayı, çeşit ve kalitede meslek liselerinin açılması, imam-hatip öğrencilerinin mesleki eğitim kategorisinden çıkartılması gerekir. Zira imam hatip liseleri iş dünyasına yönelik bir mesleki eğitimden ziyade genel lise eğitimi vermektedir.
Diğer önemli bir nokta da mesleki eğitimde özel teşebbüsün teşvik edilerek ara eleman ihtiyacının karşılanmasında daha fazla sorumluluk üstlenmelerini sağlamaktır. Şekil 1’den de görüldüğü üzere OECD’ye üye ülkelerde mesleki ve teknik ortaöğretimde özel öğretim öğrenci oranları bize göre hayli yüksektir.
Şekil 1: OECD’de Mesleki ve Teknik Ortaöğretimde Özel Öğretim Öğrenci Oranı (%) (2017)
Kaynak: OECD
Türkiye’de sanayi ve iş çevrelerinin meslek liseleri açmaya teşvik edilmesi gerektiği tablodan da açıkça görülmektedir. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in mesleki eğitime odaklanmasını çok hayırlı bir niyet olarak görüyorum. Zaten bu makalenin yazılmasına sebep de Bakan Özer’in iş ve sanayi dünyasını mesleki eğitimle buluşturmaya yönelik çabalarının haber yapılması olmuştur. Eski bir eğitimci olarak bu çabalarında Bakan’a ve bakanlık bürokratlarına muvaffakiyetler diliyorum.Mesleki eğitimdeki talebe sayısı istenilen sayı, seviye ve çeşitlilikte değildir. Milli Eğitim Bakanlığı istatistiklerine göre imam hatip talebeleri da dâhil olmak üzere mesleki eğitim kapsamındaki öğrenci oranı %46,4’dür. Bu oranın daha da yukarı çekilmesi ve yükseköğretimde meslek yüksek okulları ile bütünleştirilmesi gerekir. Aksi takdirde genel liselerden fakültelerde akan ve bir meslek öğrenmeden mezun olan milyonlarca genç diplomalı işsiz olarak heba edilmiş olacaktır. Aynı zamanda bir akademisyen olan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in bu durumun farkında olduğunu ve daha sonra adını yad ettirecek bu adımı atacağını umut ediyorum.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ABD’NİN DÜNYA JANDARMALIĞI HAYALİ VEYA NATO’NUN YENİ KONSEPTİ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
İspanya’nın başkenti Madrid’de 28-30 Haziran 2022 tarihleri arasında 32. NATO Zirvesi gerçekleştirildi. 30’u NATO üyesi olmak üzere 44 ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının yer aldığı zirve, NATO’nun tarihindeki en üst düzey ve en kalabalık katılımlı zirvesi oldu. Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği zirveye, davetli ülke statüsüyle Hint-Pasifik’ten Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore, Avrupa’dan Finlandiya, İsveç, Avusturya, İrlanda, Malta, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Bosna Hersek ve Gürcistan, Kuzey Afrika’dan Moritanya ve enteresan şekilde Ürdün katıldı. “Madrid Stratejik Konsepti” adıyla NATO’nun gelecek 10 yılındaki yol haritasının belirlendiği zirvede, NATO’ya üyelik başvurusu yapan Finlandiya ve İsveç’in durumu kritik önem arz ediyordu. Türkiye’nin son anda bu ülkelerin üyelik müracaatını belirli garanti ve teminatlara bağlı olarak veto etmemesi zirvedeki neşeyi arttırdı. Türkiye’ye evet derken galiba Batı’nın genel ahlâkı olan “söz bir, dönmek iki,” bugün söz veririz yarın döneriz, “yalandan kim ölmüş ki?” gibi düşünceler ağır basmış olmalı. Ancak bu sefer taahhütlerin takibi ve TBMM’nin tasdiki gibi safhalar “papazın yahni yeme” iştihasını kesebilir.
Trump döneminde “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” iddialarının ardından hasta başkan Biden’nin “yeniden Amerika” sloganı nasıl devreye sokuldu? Aşikâr ki bu tezgâh Ukrayna üzerinden yürütüldü. 1978 yılında Ukrayna’nın Krivoy Rog kentinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve “bir televizyon dizisinde kazara devlet başkanı olan küfürbaz bir öğretmeni canlandıran” Zelenski, oynadığı dizinin adıyla kurduğu partiden Ukrayna’nın devlet başkanlığına kadar yükselmişti. Tiyatro oyuncusu olan Zelenski’nin Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atmakta nasıl bir oyun oynadığı veya nasıl bir rol verildiği şimdilik bilinmiyor. Ancak bu öpücüğün “beyin ölümü tehlikesini bertaraf ederek” uyuyan NATO’yu uyandırdığı, kurbağalıktan kurtardığı, “yeniden büyük Amerika” niyetine çok yaradığı, hatta 2030’a uzanan yol haritasında ABD’ye NATO üzerinden bir dünya hâkimiyet rüyası gördürdüğü söylenebilir.
NATO’nun yeni konseptine dönmeden önce bu konsept kavramının üstündeki strateji ve siyasetin ne olduğu üzerinde kısaca durmakta fayda var. Zira konsept stratejisiz, strateji de siyasetsiz olmaz. Siyaset veya politika; devlet işlerini tanzim ve icra sanatıdır. Eğer ortada ülkeleri içine alan NATO gibi bir teşkilattan bahsediyorsak siyasetini de üye kuruluşların müştereken belirlemesi icabeder, ancak reelpolitik öyle işlememekte, NATO’yu kuran iradenin siyasi hedefleri NATO’nun da siyasi hedefleri haline gelmektedir. Nitekim bazı kritik dönemeçlerde ABD “bu konu tartışmaya açık değildir” diyerek kestirip atabilmekte, diğer dişli bazı üyeler ise en fazla homurdanmakta, zayıflar ise kraldan fazla kralcı olabilmektedir. Strateji ise askeri, iktisadi, sosyal ve benzeri alanlarda geliştirilen politikaların ayrıntılı uygulamasıdır. Siyaset veya politika “ne yapılacağını” ifade ederken, strateji “nasıl yapılacağını” açıklar. Siyaset yeterli ölçüde tanımlanmış devamlılık arz eden kararlardan oluşur. Strateji ise, ilerde meydana gelebilecek bütün durumların önceden tahmin edilemediği kısmi belirsizlik hallerinde alınan karar türüdür. Politika karar vermede bir düşünme rehberi iken, strateji; bu rehber doğrultusunda amaç belirleme ve kaynak kullanma kararı ile uygulamaya yönelik adımların atılmasında bir ileri aşamayı oluşturur.
Makaleye konu olan konsept kavramı ise bir düşünce ve niyetin ana hatları, düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımıdır. Mesela NATO’nun 1950 savunma konsepti tecavüzü caydırmak iken, 2000 sonrası konsepti uluslararası terörizmle (üstü örtülü olarak İslâm ülkeleri ve Müslümanlar) mücadele olmuştur. NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesinde belirlenen stratejik konsepti; nükleer ve konvansiyonel caydırıcılık iken NATO’nun 2030 konsepti “yeni bir çağ için birliktelik” olup, hedef tahtasına Rusya ile beraber Çin de oturtulmuştur.
ABD’nin hedef aldığı Rusya’nın 2000’li yıllar için geliştirdiği güvenlik konsepti, askeri gücün tahkimi ile tehdide karşı koyma ağırlıklıydı. Bunun sebebi de bünyesinde önemli bir Müslüman nüfus barındıran Rusya’nın ikinci bir dağılma endişesi taşımasıydı. Rusya bu hedeflerine ulaştıktan sonra eski bazı SSCB ortakları ile Kolektif Güvenlik Antlaşması Teşkilatı’nı kurarak konsept genişlemesi yapmıştır. Çin ise gelecek inşasına önce ‘’barışçı yükseliş ve milli yenilenme’’ ile başlamış daha sonra ‘’yeni müdahaleciliğe karşı koyma’’ şeklinde özetlenecek bir konsept geliştirmiştir. Çin’in savunma konseptinin sacayaklarını ‘uzay güvenliği, siber güvenlik, nükleer güvenlik ve donanma güvenliği’ oluşturmaktadır.
Görüldüğü üzere dünya siyasetinin birinci liginde oynayan devletlerin hem siyasetleri, hem stratejileri hem de konseptleri ülke sınırlarını aşmakta, hatta uzaya çıkmaktadır. İmamesi kopan İslâm Dünyasında ise “sürüklenen devlet” veya “uydu devlet” pozisyonundan sıyrılarak en azından kendi sınırları ve bölgesi için siyaset ve stratejileri olan çok az devlet bulunmaktadır. Türkiye bu hususta bir istisna teşkil etmektedir. Çok şükür ki pek çok sıralamada ilk 10’a giremeyen Türkiye’nin ilk 7’ye giren bir ordusu ve askeri gücü ile büyük oranda kendisini savunabilecek milli bir savunma sanayii bulunmaktadır. Jeo-politik konumu, tarihi kimliği ve miras aldığı Osmanlı hinterlandı ile jeo-stratejik imkânları da Türkiye’nin elini güçlendirmektedir. 2022 Madrid NATO zirvesi dünya siyasetinin nerelerde şekillendiğini bir kere daha ortaya koymuş, pek hazzetmeseler de Türkiye’ye olan ihtiyaçları sebebiyle sahte dostluk beyanatları bu defa da aile fotoğrafına yansımıştır.
NATO’nun kurulduğu günden Madrid’de gerçekleştirdiği 32. Zirveye kadar kabul ettiği konseptlere göz atıldığında dikkati çeken en temel husus ABD’nin küresel hâkimiyet siyasetidir. Bu siyasetin dönemeçlerine bakıldığında soğuk savaş ve soğuk savaş sonrası dönem ile 2001 yılı New York’taki ikiz kulelerin vurulmasıyla başlayan ve NATO üzerinden yürütülen üç ana dönüşümden bahsedilebilir[1].
NATO’nun Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu güvenlik ortamındaki temel stratejisi, devlet-merkezli tehditlere karşı savunma ve caydırıcılık odaklı olmuştur. Bu temelde uluslararası sistemde ortaya çıkan yeni durumlara uygun olacak şekilde stratejiler belirlenmiş, dört stratejik konsept yayınlamıştır. İlk resmi stratejik konsept 6 Ocak 1950’de yayınlanmıştır. Bu belgede ittifakın öncelikli olarak caydırıcılık fonksiyonuna odaklanacağı, kuvvet kullanımının ancak saldırı karşısında söz konusu olacağı vurgulanmıştır.
NATO 1952’de ikinci stratejik konsepti, savunma planları gereği “istisnasız her tür silahla stratejik karşılık verebilme kapasitesini mümkün kılmak” üzerine oturtulmuştur. 1957’de kabul edilen üçüncü stratejik konsept, “kitlesel karşılık” stratejisini hayata geçirmiştir. Kitlesel karşılık stratejisine göre, Sovyetler Birliği Avrupa’ya konvansiyonel silahlarla saldırsa dahi NATO nükleer gücünü kullanacak, diğer bir deyişle NATO Sovyet saldırganlığına her durumda kitlesel karşılık verecekti. Ocak 1968’de “Esnek Karşılık Stratejisi” NATO’nun dördüncü stratejik konsepti olarak kabul edilmiştir. Esnek karşılığın en önemli unsuru muhtemel bir saldırı karşısında ittifakın nükleer silahlara kademe kademe başvuracak olması, yani silahların niteliğinin yavaş yavaş artırılacak olmasıydı.
Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla NATO için yeni bir dönem başlamıştır. NATO’nun ana varlık sebebinin ortadan kalktığı yönünde tartışmaların sürdüğü bu süreçte 1991 Roma Zirvesinde açıklanan NATO’nun yeni stratejik konsepti, Avrupa’da güvenlik ortamının değişimine vurgu yaparken, çatışma odaklı geleneksel söylemin yerini işbirliği ve diyalog kavramları almıştır. 1999 yılında gerçekleştirilen Washington Zirvesinde kabul edilen yeni konsept, ittifakın coğrafi odağını Kuzey Atlantik değil, Avrupa-Atlantik olarak daha geniş bir alanda tanımlamıştır. 1999 stratejik konseptinin bir diğer dikkat çekici boyutu, ittifakın Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan güvenlik ortamında karşı karşıya olduğu güvenlik sorunlarının odağına göç ve enerji kaynaklarına ulaşımın engellenmesi ile kitle imha silahlarının yayılması, terörizm ve örgütlü suçlar alınmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla tehdidin ortadan kalktığı, binaenaleyh NATO’ya da ihtiyaç kalmadığı yönünde özellikle Almanya kaynaklı itirazlara ABD’nin cevabı sert olmuş ve bu dönemde komünizmin yerini “cihadist, fundamentalist İslâm’ın aldığı” üstü örtülü olarak ifade edilmiştir. Bu dönemde Samuel Hungtington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ABD ve dolayısıyla NATO stratejisine yön veren en temel belge olmuştur. Önceleri İslâm’ı cihadist, fundamentalist sıfatlarla ötekileştiren Batı ve ABD daha sonra perdeyi atarak İslam’ı terörle aynileştirmeye çalışacaktır[2].
2006 Prag Zirvesinde ilk kez NATO’nun rolü küresel ölçekte tanımlanmış, 2010 konseptinde ise NATO’nun küresel sorumlulukları belirgin şekilde ön plâna çıkartılmıştır. NATO 2010 konseptiyle birlikte artık Avrupa-Atlantik’e odaklı bir ittifak olmaktan çıkmış, Lizbon 2010’da yapılan zirvede Rusya için “dış partner” tanımı yapılmıştır. 2010 konseptinde ortaklık ve diyalog kapsamında Rusya ile ortaklık da NATO-Rusya ortaklığının ortak barış, güvenlik ve istikrara yaptığı ve yapmaya devam edeceği olumlu katkı bağlamında vurgulanmıştır. Ancak Rusya’nın bu dış ortaklığı uzun sürmeyecektir. 2010 stratejisinin üzerinden henüz 10 yıl geçmeden Rusya-NATO ortaklığı askıya alınmış, 2022 Madrid zirvesinde ise baş tehdit olarak Çin ile beraber tekrar hedef tahtasına oturtulmuştur. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hareketi Madrid zirvesinin temel konularından birisi olmakla beraber zirveye 30 NATO üyesi yanında ilaveden katılan 14 ülkenin varlığı başka bir niyeti de tezahür ettirmektedir. Bunlar içinde Türkiye’nin de müracaatını şartlı olarak engellemediği İsveç ve Finlandiya’ya ek olarak, komşumuz Gürcistan ile Güney Kıbrıs Rum idaresi ve Çin’i tehdit olarak gösteren ve çevredeki ülkelere “şefkatli kollarını açan” ABD’nin Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Güney Kore’yi NATO’ya dâhil etme arzusudur.
Madrid zirvesinde Rusya, müttefiklerin güvenliğine yönelik en önemli ve doğrudan tehdit olarak ilk sırayı alırken; “Çin’in hırsları ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza, güvenliğimize ve değerlerimize meydan okuyor. Çin küresel ayak izini ve proje gücünü artırmak için geniş yelpazede siyasi, ekonomik ve askeri araçlar kullanırken, stratejisi, niyetleri ve askeri birikimi hakkında belirsizliğini koruyor. Çin, kilit teknolojik ve endüstriyel sektörleri, kritik altyapıyı ve stratejik malzemeleri ve tedarik zincirlerini kontrol etmeye çalışıyor. Ekonomik gücünü stratejik bağımlılıklar yaratmak ve etkisini artırmak için kullanıyor. Uzay, siber ve denizcilik alanları da dâhil olmak üzere, kurallara dayalı uluslararası düzeni yıkmaya çalışıyor. Çin ile Rusya arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oymak için karşılıklı olarak güçlendirici girişimleri, değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır.“
Denilerek uzunca bir gerekçe ortaya konulmaktadır. Son olarak Rusya, İran, Suriye, Kuzey Kore’nin nükleer ve kimyevi tehditleri ile İran ve Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarını geliştirme çabalarına da dikkat çekilmekte, terörizmin tüm biçimleri ve tezahürleriyle NATO ülkelerinin güvenliğine ve uluslararası barış ve refaha yönelik en doğrudan asimetrik tehdit olduğuna işaret edilmektedir. Dünyada neredeyse kurulan tüm terör örgütlerini doğrudan veya dolaylı olarak kullanan ABD ve AB üyesi bazı ülkelerin bu arsızlığı ve utanmazlığını her halde Türkiye’den daha iyi bilen bir devlet yoktur. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini terör örgütlerinin desteklenmemesi şartına bağlayan Türkiye, ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya ve birçok Avrupalı devletin PKK, PYD/YPG, IŞİD, DHKPC gibi terör unsurlarını nasıl desteklediğini, silah, mühimmat ve akıl verdiklerini belgeleri ile ortaya koymakta, zaten onlar da bunu gizleme ihtiyacını duymamaktadırlar. Bu pervasızlık “eli mahkum” ön yargı ve kabulüne dayanmaktadır.
Netice olarak 21. Yüzyılın yeni siyasi yapılanmasında bir süre daha Türkiye “aktif tarafsızlık” rolü ile işi götüreceğe benzemektedir. Elbette ki Türkiye’nin de kırmızı kitabında bir siyaset ve sev-ül ceyş notu bulunmaktadır. Gelecek yakındır.
[1] Konuyla ilgili bkz: Aksu Ereker, Fulya (2019). “NATO’nun Güvenlik Anlayışı ve Stratejik Konseptleri”, Güvenlik Yazıları Serisi, No.23, https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/11/NATOStratejikKonseptleri_FulyaAksuEreker_v.1.pdf
[2] Konu ile ilgili bkz: Bozan, Mahmut (2000). NATO, Yeni Stratejiler, Yeni Tehditler, Avrasya Etüdleri, TİKA, Sayı, 17, s.81-100. https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6488.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÜLKE İMARI MI? BETON SİYASETİ Mİ?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
2023 Seçimlerinin yaklaşmasıyla beraber siyasi rekabet hızlanmaya ve iktidar-muhalefet ilişkilerinde halkı kendi tarafına çekmeye yönelik faaliyetler artmaya başlamıştır. Öncelikle demokrasi ile idare edilen ülkelerde siyasi tercih bir muhasebe, bir muhakeme ve akıl işidir. Gönül işi değildir. Bu sebeple A veya B partisine “gönül vermiş” vatandaş tabiri hatalıdır. Zira partiye, derneğe, sendikaya hatta hükümete gönül verilmez. Gönül bağı ancak vatanla, milletle, devletle, istiklâliyet sembolü olan bayrak ve sancakla, mânevi değerleri ifade eden sembollerle kurulabilir. Bu sembollerin hiçbiri geçici değil, “devlet-ebet-müddet” şiarının parçalarıdır ve var olmanın “olmazsa olmaz” şartlarındandır.
Ancak birer ticari holding olan spor kulüplerinin “bedava reklamcı” devşirmek için kullandığı ve başarılı da olduğu “takım tutturma” numarasını siyasi partiler de denemekten geri durmamaktadır. Böylece akılla yapılacak tercihler, duygu ve hislere kaydırılarak akıl devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Şüphesiz siyasi partiler kendilerine “gönül vermiş” vatandaş sayısını arttırarak “kemikleşmiş oy” depoları sağlamayı çok arzu ederler ve tercihlerini akıllarıyla yapan ve “kararsız” olarak tanımlanan “bağımsız” seçmenlerden oldukça çekinirler. Zira genellikle seçim sonuçlarını akıllarıyla tercih yapan seçmenler belirlemektedir. Demokrasi gelenekleri oturmuş ülkelerde partilerden bağımsız yani bizdeki ifadesiyle “kararsız” seçmen sayısı hayli yüksektir. Bizdeki ifadesiyle diyorum zira kararsızlık bir naifliği ifade eder, doğrusu partilerle gönül bağı olmayan akıllı seçmenleri tarif edecek kelime “bağımsız seçmen” tanımıdır. Bu sebeple “kararsız” ifadesi yerine “bağımsız” kelimesini kullanmayı tercih ediyorum.
Ancak Türkiye gerçeği partilere “gönül bağı” ile bağlı olan seçmen sayısının hayli yüksek olduğunu göstermektedir. Özellikle halka hizmetleri çok düşük seviyede olan bazı belediyelerde aynı siyasi partinin seçim kazanması başka şekilde ifade edilemez. Enteresandır ki bu tür seçmenler “varlıklı, eğitimli” olarak tarif edilen semtlerde, sol ve sosyalist kesimlerde fazlaca bulunmaktadır. Halkın genelinde ise hizmetlerini beğenmediği partileri bir çırpıda siyaset sahnesinden silebilen bir azim göze çarpmaktadır. Parti mezarlığında kitabesine; “halk tarafından gömüldü” yazılan ve bugün cılız varisleri olan çok partilerin bulunması bunun açık delilidir. Bu guruba askeri cuntalar tarafından kapatılan veya darağacına çekilen partiler dâhil değildir.
Sadede gelecek olursak, 2023 seçimleri ufukta görünmekle birlikte siyasetin sloganlaştırdığı ifadeler daha sık duyulmaya başlamıştır. Ben bunlar içerisinde muhalefetin kendine taraftar toplamayı umduğu ve mevcut iktisadi krizi de kullanarak sonuç alacağına inandığı “kuvvetli tenkit” araçlarından sadece “beton siyaseti” veya “betona yatırım” kavramını analiz edeceğim. Betona yatırım ifadesi, iktidarın yapmış olduğu altyapı, bayındırlık ve imar faaliyetleri için kullanmış olduğu bir etiketlemedir. İddiası da hükümetin üretime, istihdama fayda sağlayacak yatırımlar yerine halkın “gözünü boyamak” için binalara, köprülere, yollara para harcayarak ülke kaynaklarını israf ettiği yönündedir. Hükûmet ise iktidara geldikleri 20 yıl içerisinde Türkiye’nin çehresini değiştirdiğini, hayat standartlarını yükselttiğini, medeni olarak tarif edilen ülkelerle rekabet ettiğini, kısaca halka hizmet ettiğini savunmaktadır.
Meseleyi analizde muhalefet açısından ilk tespit ettiğimiz husus; Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren iktidarı zorla ele geçiren ve milli iradeye yasak koyarak 1950 yılına kadar ülkeyi tek başına yöneten CHP’nin hükûmet ve bürokratlarıyla sadece halktan “hizmet almaya” alışkın olması “halka hizmet etme” kavramına yabancı kalmasıdır. Bu sebeple Türkiye’de CHP’nin ortaya koyduğu eser sayısı hayli sınırlıdır ve sağ iktidarlar tarafından hep “dikili bir ağacı olmadığı” ithamına maruz kalmaktadır. CHP bu ithamları savuşturmak için “betona yatırım” savunmasını geliştirmiştir. Bu stratejik bir hatadır. Zira Turgut Özal’ın 1983 seçimleri öncesi televizyonda yapılan liderler tartışmasında “Boğaziçi köprüsünün gelirini satarak İstanbul Boğazı’na yeni bir köprü yapacağını” beyan etmesine karşı “yaptırmam efendim!” diye itiraz ederek tuzağa düşen Necdet Calp, CHP’nin siyasi irsiyetini açığa vuruyordu ve nitekim iktidarı Anavatan Partisi’ne kaptırdı. Bugün de aynı anlayış devam etmektedir. AK Parti CHP’ye “hizmette yarış” çağırıları yaparak üstün olduğu bu alanı daha bir görünür kılmaktadır. Doğrusu AK Partinin iktidara geldiği günden bu yana yaptığı bayındırlık hizmetlerini küçük görmek, hafife almak hele hele “betona yatırım” diye değersizleştirmeye çalışmak çok büyük bir hatadır.
Çünkü halk bunları görmekte, bölünmüş yollardan, otoyollardan, hızlı trenlerden istifade etmekte, geçtiği her tünelde geçmiş günlerde yaşadığı zorlukları hatırlamakta, başta İstanbul Havalimanı olmak üzere ülkenin dört bir yanına yapılan, yenilenen hava limanlarından memnuniyet duymakta, eskiden sadece havada gördüğü uçaklarda seyahat etmekte, modern ve donanımlı hasta hanelerde tedavi olmakta, ayağına gelen üniversitelere çocuklarını gönderirken eskide yaşadığı sınırlı sayıdaki üniversitelerin yaşattığı sınav çilelerini hatırlamakta, savunma sanayiinde göğsünü kabartan İHA’ları, SİHA’ları, TİHA’ları, MİLGEM’leri ve ileri teknoloji ürünü daha pek çok savunma araçlarının ülke savunmasında yaptığı hizmetlerle iftihar etmektedir.
Hele “betona yatırımın” en müşahhası olan “TOKİ”ler halkın tutunduğu bir can simidi durumundadır. Turgut Özal’ın kurduğu TOKİ, halkın parasını sülük gibi emen ve karşılığında kalitesiz binalar yapan “kooperatif çeteleri” belasından kurtuluşun adresi olmuştur. AK Parti döneminde daha da geliştirilen TOKİ, kentleşmede halkın vazgeçilmezleri arasında halen ilk sıradadır.
Sonuç olarak “betona yatırım” sloganından CHP kârlı çıkmayacaktır. Burada hatırıma gelen bir misali paylaşmak isterim. Bir gün Ankara’da Sıhhiye Köprüsünün altında duvara yapıştırılmış bakır bir kitâbe dikkatimi çekmişti. Üzerine Sıhhiye Köprüsünü yaptıran o dönemin CHP’li bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının isimleri yazılmıştı. Demek önemsiz ve bugün ciddiye alınmayacak bir köprüye isimlerinin yazılmasına rıza gösterenler aslında “betona yatırıma” çok da soğuk bakmıyorlarmış. Aynı kitâbeden bir tane de Çubuk Barajında bulunmaktadır. Netice olarak yapılan hizmetleri “yok saymak” sadece yok sayanları bağlamakta, halkın nezdinde bir değeri bulunmamaktadır. Kamburu olanın yapacağı şey “herkesi kendisiyle eşitlemek” değil, kamburdan kurtulmanın çaresini aramaktır. Aslolan yoklukta eşitlik değil, varlıklarımızı güçlendirmektir. “Ben yapamıyorum, o halde yapılanları kötüleyerek kendimle eşit hale getireyim” düşüncesi isabetli bir politika değildir.
İkinci tespit ettiğimiz husus CHP’nin halkın milli ve özellikle mânevî değerlerine hürmet etmemesi, bilakis onları aşağılaması, inançları ile alay etmesi, tek parti iktidarı döneminde halka çektirdiği acıların hâfızalarda yaşıyor olması, hülasa milli iradeyi temsil liyakatine sahip olduğuna halkı bir türlü inandıramamasıdır. Bundan dolayıdır ki 1950 yılından beri zaman zaman farklı isimleri kullanmış da olsa CHP’nin tek başına iktidara geldiği görülmemiştir. Ancak parlamenter sistem ve seçim sistemi ve özellikle darbeleri müteakip ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek sağ partilerle kurduğu koalisyonlar yolu ile sınırlı sürelerle de olsa iktidara gelebilmiştir. CHP, kimliğine yapışan bu iki zaaftan henüz kurtulabilmiş değildir. Ancak son yapılan mahalli idareler seçiminde, İstanbul ve Ankara’da kendi siyasi geleneğinden gelenleri dışarıda tutarak, dâhilden yapılan tüm itirazlara rağmen milliyetçi ve muhafazakâr kimliği olan adaylarla seçime girmiş ve başarılı olmuştur. Bu tecrübe CHP’ye 6’lı masayı ilham etmiş, bu sebeple yanına milliyetçi ve muhafazakâr tabana dayanan bazı partileri alarak 2023 seçimlerini kazanma çabasına girişmiştir. “Çarşafa rozet” tecrübesini yaşayan CHP’nin “helâlleşme” çağırısının işe yarayıp yaramayacağı da yapılacak seçimlerde görülecektir. Cumhur ittifakının geçen beş yılın sonunda halka kendisini affettirme gayretinin başarılı olup-olmayacağı da bu seçimle aşikâr olacaktır. 2023 seçimleri, üzerinde çok konuşulacak bir konu olup burada sadece parti rekabetinde kullanılan sloganlardan “betona yatırım” kavramını analiz etmeye çalıştık.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler