
Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) İsrail’i soykırım suçlaması ile sanık sandalyesine oturttu.
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Kurdurulduğu günden beri İngiltere ve ABD’nin kazan-kazan pazarlığıyla operasyon aleti olmaktan öteye geçemeyen ve bu sebeple de “efendileri” tarafından destek ve himaye gören “haydut devlet” formatındaki İsrail, nihayet Filistin’de yaklaşık 30.000 mâsum halkı, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden evinde, hastanesinde, okulunda, çarşı-pazarında hatta güvenli bölge ilan ettiği yerde alçakça öldürerek kendi idam fermanını imzaladı. Bu sonun başlangıcını gösteren kum saati artık çalışmaya başlamıştır.
Avrupa’nın genelinde –Rusya dâhil- filcümle, Almanya’da ise bilcümle (topyekûn) katliama uğrayan Yahudiler için çıkarılan soykırım kanunu[1] ilmiği şimdi İsrail’in boğazına geçmek üzeredir. Her ne kadar Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) verdiği kararların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilip uygulanmasını sağlama dışında bizatihi yaptırım gücü olmasa da tüm dünyada mahkûm olmuş bir İsrail hem kendisi hem de zincirlerle bağlı olduğu efendilerini bataklığa doğru çekecektir. Bu da düşüşe geçen Batı’nın maşerî vicdanda câni ve katil olarak tescil edilmesi mânasına gelecektir. Meseleyi tahlil ederken üç cihetin altını çizmek gerekecektir. Birincisi ırkçılığın menşei ve bunun neticesinde yapılan soykırımın tarifi ve bileşenleri, ikincisi UAD’nin yapı ve işleyişi, üçüncüsü de Filistin’deki İsrail soykırımını Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dava konusu yapması ve İslâm ülkelerinin hali-pür-melalidir.
Üzerinde durulacak birinci mesele katliam ve soykırımları netice veren ırkçılığın fikri temelleridir. Milliyetçilik ve bunun ifratı olan ırkçılığa her millete değişik seviyelerde bir temayül olabilir. Fakat bunlar içerisinde en tehlikeli olanı, başka milletleri yutmakla beslenen ve bunu adeta “tabiat kanunu” veya “İlahi emir” gibi görerek bir inanca dayandıranların üstün ırk veya evrim anlayışıdır. Hıristiyanlardaki evrim nazariyesi ile Yahudilerdeki üstün ırk anlayışı diğer milletler için her zaman tehdit unsuru olarak sayılabilir.
Meseleyi ele alırken önce Batıda genel olarak evrim teorisinin nasıl anlaşıldığını inceleyelim. Hıristiyan Batı’nın yönetici eliti hem biyolojik evrimci hem de sosyal Darvincidir. Evrim teorisini ortaya atan Charles Robert Darwin (1809-1882) bir İngiliz vatandaşıdır. Darwin’in “Türlerin Menşei” ve “İnsanın Türeyişi” gibi özünde tek bir varlığın evrimi sonucu türlerin ve insanların ortaya çıktığını iddia eden ve bu sebeple de bilim olamayıp ‘teori’den öteye geçemeyen görüşleri, sömürgeci Batı için ilham kaynağı olmuştur. Zira sanayi devrimi ile askeri teknolojide üstünlük sağlayan Avrupalı devletler diğer ülkeleri istila ve sömürmek için kendilerini ikna edecek fikri gerekçeler üretmeye ihtiyaç hissediyorlardı. İşte evrim teorisi bu bahaneyi onların eline veriyordu. Evrim teorisine göre türler gelişirken zayıflar “doğal seleksiyona” uğruyor, hayat savaşını güçlüler kazanıyordu. Zayıfların varlığı mükemmelleşmenin en büyük engeliydi ve ortadan kaldırılmalıydı. Binaenaleyh üstün ırk olan beyaz insanlar, evrimleşememiş sarı ırkı ve siyah ırkı insanlığın gelişimi ve mükemmelleşmesi adına ya “medenileştirilmeli” veya en iyisi ortadan kaldırmalıydı. İşte bu düşünceden yola çıkarak sömürgeci Batılı güçler sosyal Darwinizmi icat etmişler, evrim teorisini sosyal alana uygulayarak uluslararası rekabette güya insan topluluklarında sosyal evrimin yolunu açmaya çalışmışlardır. Bu ifadelerin çıplak mânası ise Emperyalist Batı’nın diğer milletleri yok etme projesini meşrulaştırma çabasından ibarettir. Nitekim gücü ellerine geçirdikleri andan itibaren de uluslararası siyasetlerinin temeli; diğer milletleri ya tanassur (Hristiyanlaştırma-asimile), ya tehcir (sürgün) veya tenkil yani yok etmek olmuştur. Bu anlayışla Amerika ve Avustralya baştanbaşa istila edilerek halkları yok edilmiş veya çalıştırılmak üzere köleleştirilmişti. Afrika’da büyük oranda aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı.
Batı’daki ırkçı hareket kendi içindeki beyaz “ötekilere” de ayrı bir teori geliştirdi. Eski Yunan’da sağlıklı cenin mânasına gelen ve sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan “öjeni” denilen bir akım ortaya çıktı. Yani sarı ve siyah ırktan olanları öldürmek yetmeyecekti. Hem yeni geleceklerin kökünü kesmek hem de beyaz ırktan olduğu halde zayıf, hasta ve sakat olan beyazları da ayıklayarak üstün olduğuna karar verilenlerin üremesi sağlanacaktı. Bu akım ABD ve Avrupa’da kürtaj ve mecburi kürtaj (ana karnındaki ceninin öldürülmesi) yolunu açacaktı. Daha sonra bu akım Alman halkının biyolojik gelişimini amaçlayan üstün ve saf Alman ırkı oluşturmayı hedefleyen Nazi Öjeniği olarak da bilinen ırki bir ideolojiye dönüşecek ve sadece Yahudilerin yok edilme projesi olarak kalmayacak “ırki hijyen” politikasıyla mahkûmlardan muhaliflere, doğuştan zihnî ve fizikî engeli olan insanlardan irsî hastalıkları olanlara, kör, sağır, topal vb. geniş bir yelpazedeki insanlara öldürme veya mecburi kısırlaştırma şeklinde uygulanacaktı. Nitekim bu yolda yasal düzenlemelere gidilmiş ve yüzbinlerce insan kısırlaştırılmış veya öldürülmüştür.[2]
Hıristiyan mütegallibler üstün ırk anlayışını evrime bağlarken, Yahudiler ise Allah’ın bahşettiği bir hususiyet olarak kendilerini diğer insanların fevkinde bir makama yerleştirmektedir. İşte bugün yurtlarını işgal etmek yetmiyormuş gibi, 70 yıldır yok etmeye çalıştıkları Filistin halkına İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tüm dünyanın gözü ve kulağı önünde “insansı hayvanlar” demekte bir beis görmemiştir. Bu zihniyet ile zenci futbolcuya muz atan beyaz Avrupalı arasında hiçbir anlayış farkı yoktur. Her ikisine göre de kendileri dışındakiler insan değil, insanımsı ve insan türünün gelişmemiş, düşük ve “doğal seleksiyon” çarkına atılması gereken varlıklarıdır. İşte Avrupalı beyaz adamın gücü ele geçirince uyguladığı Amerika Kıtasından Avustralya’ya ve Afrika’ya kadar uzanan soykırımların temelinde bu ırkçı anlayış yatmaktadır. Bu anlayış dün Avrupa’nın iç temizliğinde Yahudilere ve Müslümanlara uygulanırken bugün de İsrail aynısını Filistinli Müslümanlara yapmaktadır. Tüm bunlar ortada iken hâlâ “aydınlanma, modernleşme, çağdaşlaşma, çağdaş batı, insani değerler, batı normları” diye sayıklayan aydınlarımızın kulakları çınlasın.
20. Asrın birinci yarısına iki dünya harbi sığdıran ve dünyayı kana bulayan Batı, kendi iç hesaplaşmasını 1945 yılında Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesinde yapılan yargılamalar ile Ekim 1946 tarihinde sonlandırdı. Mağlup olan Naziler insanlığa karşı suç işlemekten mahkûm edildi ve Almanya ikiye bölünerek kontrol altına alındı. Birleşmiş Milletler (BM) 9 Aralık 1948’de ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni[3] onayladı. Sözleşmeye taraf olan ülkeler soykırımı önleme ve cezalandırma sorumluluğunu üstlenmiş oluyordu.
Nasıl ki 2. Dünya Harbinde çoğunluğu Hıristiyan olan mülteciler dikkate alınarak BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (1950) kurulmuş ve 1951 yılında da “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi” imzalanmış, fakat soğuk savaş sonrası daha çok mülteci durumuna düşürülen Müslümanlar için sözleşme hükümlerinin uygulanmasından kaçınılmak için yollar aranmışsa, şimdi de aynı durum soykırım mağduru Müslümanlar veya “diğer ötekiler” için câri olmakta, İsrail’in soykırım suçundan ceza almaması için çeşitli yollar aranmaktadır.
İkinci üzerinde duracağımız husus BM’nin ana organlarından biri olan Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) yapı ve işleyişi olacaktır. Üst yapı olan BM, 2. Dünya Harbinin galipleri tarafından 1945’te dünya barışını korumak amacıyla kurulmuş olup merkezi New York’tadır. BM’nin başlıca yargı organı olan UAD ise yine aynı tarihte (1945) kurulmuş olup merkezi Hollanda’nın Lahey kentindedir[4]. UAD’da 15 hâkim bulunur ve hâkimler BM Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi tarafından seçilir. UAD’nin başlıca görevi devletlerarası hukukî ihtilafları karara bağlamak ve BM organları ve ajanslarına tavsiye görüşü vermektir. BM üyesi ülkeler kendiliğinden Divan’ın Statüsü’ne de taraftır. Güney Afrika ve İsrail, ülkemiz gibi BM üyesidir ve tabiatıyla Statü’ye de taraftır. Bu sebeple de UAD önündeki davalara taraf olabilir. 1948 tarihli Sözleşme’nin 9’uncu maddesinde “Sözleşmeci Devletler arasında bu Sözleşmenin yorumlanması, uygulanması veya yerine getirilmesi ve ayrıca soykırım fillerinden veya Üçüncü maddede belirtilen fiillerin her hangi birinden bir Devletin sorumluluğu ile ilgili olarak çıkan uyuşmazlıklar, uyuşmazlığın taraflarından birinin talebi üzerine Uluslararası Adalet Divanı önüne götürülür” hükmü gereği Sözleşme’ye taraf olan devletler bahsedilen konularda Divan’ın yargı yetkisini ve vereceği kararın bağlayıcı olacağını kabul etmektedirler. Bu sayede Güney Afrika, İsrail’in gerçekleştirdiği eylemler sonucu ortaya çıkan durumun doğrudan tarafı olmasa da meseleyi UAD önüne getirebilmekte, İsrail’in buna rıza gösterip göstermemesinin de yargılama yetkisi bakımından bir önemi olmamaktadır. Nitekim Güney Afrika, 29 Aralık 2023 tarihinde Soykırım Sözleşmesi’nin İsrail tarafından ihlâl edildiğine dair 84 sayfalık bir dilekçeyle UAD’ye müracaat etmiş ve önleyici tedbirlere karar vermesi için talepte bulunmuştur. İsrail’in bu yargılamadan kurtulma imkânı yoktur. Nitekim 11-12 Ocak tarihlerinde Lahey’de yapılan duruşmaları müteakip Divan, 26 Ocak’ta açıkladığı tedbir kararlarında, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde tanımlanan fiillerin işlenmemesi için elinden gelen tüm önlemlerle birlikte, ordusunun söz konusu maddedeki fiilleri işlemesini engelleyecek tedbirleri acil olarak almasına hükmetmiş, Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırım çağrısı yapanları önlemek, engellemek ve cezalandırmak için gereken tüm adımların atılmasına karar vermiştir. İsrail’in Filistinlileri maruz bıraktığı yokluk ve kıtlık yoluyla öldürme şartlarını ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulan temel hizmetlere ve insani yardımı acilen sağlamasını ve Filistin halkına karşı Soykırım Sözleşmesi’nin ihlalini gösteren delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını ve kararın yürürlüğe girmesinden itibaren bir ay içinde, alınan tüm tedbirler hakkında Mahkeme’ye bir rapor sunmasını istemiştir.
İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırımı neden UAD’na Arap Birliği üyesi ülkeler veya İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 ülkeden birisi değil de Güney Afrika Cumhuriyeti götürmüştür? Birinci mesuliyet İslâm ülkelerinin omuzunda değil midir? Onların sadece “şiddetle kınama” dışında yapabilecekleri başka bir şey yok mudur? Kaldı ki Soykırım Sözleşmesi devletlere soykırım yapmama, soykırımı önleme sorumluluğu yüklemektedir. UAD’ın 2007 tarihli Bosna Hersek-Sırbistan Karadağ kararında olduğu gibi Devletler soykırımı önleyecek makul her türlü tedbire başvurmak yükümlülüğü altındadır. Buna göre İsrail ‘in yaptığı soykırımı önlemek için harekete geçmeyen Devletler bu sorumluluğu yerine getirmemiş olmakta ve bir nevi kabahatli duruma düşmektedir. İşte Güney Afrika bu kabahati işlememiş ve daha önce İngiltere’nin ırkçı sultası altında yaşadıklarını unutmayarak İsrail soykırımını Divan’ın önüne getirmeyi tercih etmiştir. Bu sebeple de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin alkışlanması, barış ve insan hakları ödülleri ile taltif edilmesi gerekir.
Türkiye BM üyesi olarak UAD Statüsü’ne taraftır. Soykırım Sözleşmesi’ni onaylayan ülkelerden biridir. Bu bakımdan Güney Afrika’nın yaptığı başvuruyu Türkiye de yapabilirdi. Ancak yaşanan bazı tecrübeler Türkiye’yi böyle bir müracaat yapmada çekimser bırakmıştır. Bununla birlikte Türkiye soykırım delillerini toplama ve muhafaza etmede, delilleri karartmaya yönelik teşebbüsleri engellemede ve yalan propagandaları delilleriyle teşhir etme yönünde UAD’ye önemli belgeler sağlamıştır.
Eğer UAD, İsrail’i soykırımdan mahkûm ederse bu İsrail ile sınırlı kalmaz, İsrail’i koruyan, kollayan, silah ve mühimmat temin etme yoluyla eylemlere katılanları da soykırımcı olarak nitelendirmek için de bir utanç yaftası olarak boyunlarında asılı kalır. Dünyada güç dengeleri değiştikten sonra bu ihanetlerin hesabının sorulmasına da bir gerekçe teşkil eder.
İsrail bugüne kadar BM’de aleyhine verilen kararların bir tanesine bile uymamışken, UAD’nin vereceği karara uyması beklenebilir mi? Kaldı ki uluslararası sistemde verilen kararları uygulatabilecek iç hukuktaki gibi bir kolluk mekanizması yoktur. Ancak Divan’ın vereceği kararı Güney Afrika Cumhuriyeti BM Güvenlik Konseyi’ne götürme hakkına sahiptir. Güvenlik Konseyi bu müracaatı kabul ederse, karar bir yaptırım belgesi haline getirilebilir ki bu da veto yetkisine sahip ABD, İngiltere ve Fransa gibi Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin varlığı sebebiyle mümkün olmayacaktır.
Sonuç olarak, Batı’nın vahşet ve cinayet sabıkası dün itibariyle kabarık olduğu gibi yarın da olacaktır, zira tövbe etmiş değillerdir. Bosna’da yaşanan soykırım hâfızalarda halen canlıdır. Mesele halkı Müslüman olan ülkelerin idari yapılarında, siyasi sistemlerinde ve politik tercihlerinde düğümlenmektedir. Bu idari yapıları ve siyasi sistemleri elbette mevcut yöneticiler değiştirecek değildir. Bu dönüşümü sağlayacak olan halklardır. Halkların da kendi değerlerini keşfetmesi, inanması, ümitsizlikten kurtularak zorba idareleri dönüştürmesine ihtiyaç vardır.
[1] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilmiş ve Ocak 1951’de meriyete girmiştir. Sözleşmenin amacı, Nazi Almanya’sı tarafından 2. Dünya Harbinde uygulanan soykırım gibi katliam ve cinayetlerin engellenmesidir.
[2] Öjeni hareketi ile ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Alemdaroğlu, A. (2005). Politics of the Body and Eugenic Discourse in Early Republican Turkey, Body & Society,11(3), 61–76.;Galton, F. (1904). Eugenics: Its Definition, Scope and Aims, The American Journal of Sociology, Volume X; Wilson, R. A. (2020). Dehumanization, Disability, and Eugenics, University of Western Australia.
[3] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde soykırım şöyle tarif edilmektedir: Milli, etnik, ırki ya da dini bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; “gruba mensup olanların öldürülmesi veya ciddi surette bedenî ya da zihnî zarar verilmesi veya bütünüyle ya da kısmen fizikî varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, hayat şartlarını kasten değiştirmek, doğumlarını engellemek amacıyla tedbir almak veya çocuklarını zorla bir başka gruba nakletme” fiillerden herhangi birisi soykırım suçunu oluşturur.
[4] 2. Dünya Harbi sonrası başta BM olmak üzere neredeyse tüm uluslararası kuruluşların merkezleri ya ABD’de veya Avrupa’nın muhtelif şehirlerindedir. Lahey’de Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi yanında başka uluslararası kuruluşlar da vardır. Konuyla ilgili “Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu” başlıklı makaleye bakılabilir (https://dergipark.org.tr/tr/pub/dpusbe/issue/76930/1255386).