ANTALYA DİPLOMASİ FORUMUYLA CEMRE AKDENİZ’E DÜŞTÜ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Antalya Diplomasi Forumu 2021 yılında kurulmuş olmasına rağmen belki ihtiyacın âcilliğinden olacak, uluslararası alanda oldukça yoğun bir teveccühe mazhar olmuş ve kendisinden bahsettirmeyi hak etmiştir. Biz de bu yazımızda adeta “beşikteyken konuşmaya başlayan” Antalya Diplomasi Forumu’nun ne mânaya geldiği üzerinde duracağız.
İkincisi gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’la siyasi baharın müjdecisi olan cemre Akdeniz’de suya düşmüştür. Dışişleri Bakanlığı tarafından organize edilen ve 11-13 Mart 2022 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirilen diplomasi formu bir formdan öte mânalar taşımaktadır. Küresel siyasetin nabzı daha önce hep Batı merkezlerinde atar; siyaset, medya, iş veya akademik çevrelerden o toplantılara iştirak eden kişiler de bunu bir iftihar vesilesi sayarak onu kendileri için bir ayrıcalık olarak takdim ederlerdi. Batı politikalarının demokrasi, insan hakları, çevre vb. ambalajlarda pazarlandığı bu toplantılar zımnen Batı üstünlüğünün berdevam olduğu intibaını uyandırırdı.
İşte Antalya Diplomasi Forumu dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin müzakere edildiği merkezlere bir yenisini ekleyerek adres doğrulaması yaptı. Zira dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin kısmı ekseri Türkiye coğrafyasının etrafında cereyan etmektedir. “Eski Dünya”nın kesişme noktasında yer alan Türkiye, enerji savaşlarından ticaret yollarına, medeniyetlerden dinlere kadar pek çok konuda tartışmaların kenarında veya uzağında değil tam da merkezinde yer almaktadır.
Nitekim Rusya’nın Ukrayna’yı işgal sürecindeki kutuplaşmada tarafsızlığını koruyan ve akıllı bir siyaset takip eden Türkiye, yanı-başındaki bu harpte aktif tarafsızlıkla barışın yanında olduğunu göstermiş ve her iki ülkenin de itimadını kazanmıştır. Müzakere için hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın Türkiye’yi tercih etmesi ve müzakereye Türk Dışişleri Bakanının da iştirak etmesini istemeleri yürütülen politikanın doğruluğunu göstermektedir.
Diğer taraftan Antalya Diplomasi Forumu pek çok farklı ülkelerden önemli sayıda siyasetçiyi, akademisyeni ve diplomatı da kendisine çekmiştir. Üç gün süren forumda önemli meseleler müzakere edilmiş, bunun yanında ikili görüşmeler yapılmıştır. Foruma iştirak analiz edildiğinde İslâm ülkelerinden ve Batı kibrinden rahatsız olan diğer ülkelerden daha fazla katılım olduğu, foruma kıskançlıkla bakan Batılı ülkelerden ise hem merak, hem de görüşlerini ifade için sınırlı sayıda iştirak olduğu görülmüştür.
İkinci Dünya Harbi galiplerinin kurguladığı dünya siyasetinin sürdürülemez olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış, iki kutuplu ve tek kutuplu dünya dayatmalarının beyhudeliği iyice anlaşılmıştır. Türkiye bir taraftan “Dünya Beşten Büyüktür” diyerek Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesini istemekte, diğer yandan da ihtilafların hallinde silah yerine diplomasi ve müzakere masasının daha isabetli olduğu fikrini savunmaktadır. Bu dostça yaklaşım gün geçtikçe daha fazla taraftar toplayacak ve belki de üçüncü Antalya Diplomasi Forumu ile cemre Türkiye’de toprağa düşecektir. Ancak devletlerde zamanın saatin akrebi gibi devletlere göre döndüğünü de unutmamak ve acûl olmamak gerekir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
PUTİN YİNE SAHNEDE
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Putin yine sahnede ve hiç inmeyecekmiş gibi. BAKAD Günlükleri adlı kitabımızda Soljenitsin’in SSCB’nin dağılma arifesinde Gorbaçov’a önerdiği “SSCB’nin kontrollü dağılması” olarak tanımladığı “Rusya’yı Kurtarma” plânının detaylarını vermiştik. Putin için bir nevi vasiyet olan ve 18 Eylül 1990 yılında Moskova’da yayımlanan Literaturnaya Gazeta’daki makalesinde Soljenitsin, kanlı ve savaşa dayalı bir dağılma tehlikesinin Rusya’yı Knezliğe çekeceği tehdidine karşı şöyle bir strateji önermekteydi. “Mademki SSCB bölünerek çökmeye mahkûmdur, mademki başka çaresi yoktur, o zaman kafamızı boşuna yormayalım. Önemli olan bu bölünmenin faturasını asgariye indirmektir. İşte kanaatimce şunu derhal, çekinmeden ilan etmeliyiz. Üç Baltık cumhuriyeti, üç Kafkasya cumhuriyeti, dört Asya Cumhuriyeti ve Moldavya, evet bu 11 cumhuriyet kesin olarak ayrılacaklardır. Kazaklar da yoğun olarak yaşadıkları bölge sınırları içinde isterlerse ayrılabilirler. Ve yalnız bu 12 cumhuriyet dışında kalan arazi, işte asıl Rus toprakları (Rus kelimesi yüzyıllar boyu Ukraynalılar, Ruslar ve Beyaz Rusların ortak adıydı) ki,18. Yüzyıldan başlayarak Rusya diye tesmiye olunmuştur. Şimdiyse Rusya Birliği demek daha doğru olacaktır.”
Soljenitsin Osmanlı Devleti gibi savaşarak dağılan bir Sovyet imparatorluğunun payına ancak Moskova-Petersburg hattında bir knezlik düşeceğini gördüğü için, “kontrollü bir dağılma” plânı uygulamasından bahsederek bugünkü Rusya Federasyonu’na ilave olarak Ukrayna, Belarus ve Kazakistan’ın Rus yoğun kesimlerini içerde tutacak bir plânda ısrar etmişti.
Görüldüğü üzere Soljenitsin bugünkü Rusya Federasyonu’nu, Belarus ve Ukrayna ve Kazakistan’ın Rusların yoğun olduğu bölgelerini birlikte ve bir devlet çatısı altında düşünmektedir. Ayrılma sürecinin behemehal uygulanmasını, hatta bu 12’liden ayrılmak istemeyenlerin de zorla ayrılmasını tavsiye ederken dikkate aldığı husus, kan ve şiddetin Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’de olduğu gibi SSCB’yi atomize etmesini engellemek, özellikle Rus boyunduruğu altında kalan Müslüman, Türk ve akraba milletlerin istiklâliyetine fırsat vermemek ve kontrollü şekilde Rusya’nın varlığını garantiye almaktı. Bu plânın garantiye almaya çalıştığı çok önemli diğer bir husus ise Rusya’nın hayatiyetini sağlayan ve can damarını teşkil eden petrol, gaz ve diğer yeraltı zenginliklerini ki -bunların neredeyse tamamı Türk veya Müslüman milletlerin yaşadığı bölgelerden çıkarılmaktadır- elinde tutmaktı.
Putin, 2000 yılında Rusya Federasyonu’nun başına geçtiğinde önce selefi Boris Yeltsin’le bağımsızlık antlaşması imzalayan Çeçenistan Devlet Başkanı Çahar Dudayev’i suikastla ortadan kaldırmış ve Çeçenistan’ı yerle bir ederek yüksek sesle bağımsızlık talebinde bulunan Dağıstan, Tataristan, Başkurdistan ve Yâkutistan’a gözdağı vermiştir. Daha sonra ABD’de yaşayan Aleksandr İsayeviç Soljenitsin’i Moskova’ya getirerek devlet nişanı vermiş ve O’nun SSCB’nin dağılma plânının doğru olduğunu ancak o dönemde Rusya’nın zayıf olduğu için ABD ve Avrupa’nın zorlaması ile Rus halklarından olan Ukrayna ve Belarus’tan vazgeçmek zorunda kaldıklarını ifade etmiştir. Burada verilen mesaj açıktır. Ukrayna, Belarus ve muhtemelen Kazakistan’ın yarısı tehlikededir.
Putin fırsat eline geçtiğinde bu ülkeleri işgalden çekinmeyecektir. Nitekim bu ülkelerde zaman zaman ortaya çıkan huzursuzluklar, kargaşa ortamları bunun işaretlerini vermektedir. Dün Ukrayna’dan koparılan Kırım Rusya’ya ilhak edilmişti, bugün yine Ukrayna’dan koparılan Donetsk ve Lugansk’ın bağımsızlığının Rusya tarafından tanınacağı ilan edilmiştir. Putin bu bölgelerin Rusya’dan koparılarak oluşturulduğunu, hatta Ukrayna adında bir devletin de Lenin tarafından kurulduğunu, daha önce olmadığını ifade ile bu sayfanın henüz kapanmadığını ifade etmiştir.
İşte bu sebeple biz istihbarat geçmişinin pratiğinde pişen, Almanya’nın bütünleşmesine şahit olan ve ikinci bir dağılma dönemecinde Rusya’nın başına geçerek ülkesini derleyip toparlayan ve 2036 yılına kadar Kremlin’de oturmayı garantileyen Putin’i daha çok konuşacağız.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE’DE HAYAT NEDEN PAHALANIYOR?
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
2021 Kasım’ında Türkiye normal olmayan bir iktisadi gelişme yaşadı. Aniden Dolar kuru yaklaşık 8 TL’den 18 TL’ye sıçradı. Bu ani sıçramayı açıklayacak ciddi bir iktisadi hareket bulunmuyordu. Bu ani sıçramayı Hükümetin enflasyonla mücadele stratejisinin hatalı olmasıyla izah etmek mümkün değildir. Nitekim Cumhurbaşkanı karşı bir harekâtla bir gecede ABD Dolarını 18 TL’den 12 TL’ye düşürebilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki mesele iktisadi olmaktan ziyade sosyo-psikolojik çökertme harekâtıdır ve arkasında kimlerin olduğu meçhul değildir.
Meselenin arka plânına bakıldığında ABD başkanı Joe Biden’in başkan olmadan önce yaptığı “Türkiye’de iktidarı devirme” plânından başlamak üzere ABD ve müttefiklerinin Türkiye’de Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ı “diktatör” olarak hedef tahtasına oturtmaları ve güya Türkiye’nin iyiliğini düşünüyormuş gibi bir tavırlarla darbe teşebbüsleri ile muvaffak olamadıkları amaçlarına başka araçları kullanarak ulaşma çabaları olduğu açıkça görülmektedir. Bu “başka araçların” başında Türkiye’yi iktisaden çökertmeye çalışmak, muhalefeti örgütleyerek tek çatı altında birleştirmek, mahalli idare seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin önemli bir kısmını AK Partinin kaybetmesi sebebiyle “Erdoğan iktidarı artık sona yaklaşıyor” propagandalarını ABD ve Avrupa başkentlerinde bildik düşünce kuruluşları vasıtasıyla yaymak gelmektedir.
ABD’nin savunma sanayimiz ile mali sistemimizi hedef alan katsa (CAATSA) yaptırımları devam etmekte, F35 savaş uçağı ortaklığından çıkarıldığımız gibi, bedelini ödeyerek satın aldığımız F35’ler de bize verilmemektedir. ABD ve müttefikleri Türkiye’nin savunma sanayii başta olmak üzere yüksek teknoloji gerektiren alımlarını engellemeye çalışmakta, Suriye ve Irak’ta PKK ve PYD/YPG’yi destekleyerek Türkiye’ye karşı kullanmaktadır. Yunan ve Rumlara arka çıkarak Türkiye’yi Mavi Vatan’ın dışına itmeye çalışmaktadır. Karabağ ve Libya’da Türkiye’nin oynadığı rol onları hepten çileden çıkarmıştır. Tüm bunlar ABD ve müttefiklerinin neden iktidardan hazzetmediklerini ortaya koymaktadır.
AK Parti’nin beceriksizliklerine gelince, halkın öfkesini çeken memur alımlarında hakkaniyet yerine “mülakat” adıyla yandaşlarından başka kimseye fırsat tanımaması, ehliyet ve liyakat yerine parti sadakatini koyması, halkla bağlarını zayıflatması, müdahin ve dalkavukların meydan alması, tenkit ve eleştirilere kulağını kapaması, halkın yerine işadamlarını ve esnaf kesimini öncelemesi gibi parti yetkililerinin de gayet iyi bildiği bir yığın mesele sayılabilir.
İşin siyasi tarafına gelince Millet İttifakı adı altında seçim ittifakına giden muhalefetin içinde AK Partiden ayrılan eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu ile eski bakanlardan Ali Babacan’ın da bulunması, daha önce AK Parti kurucularıyla yol yürümüş olan Temel Karamollaoğlu’nun mevcudiyeti ibretliktir ve R. Tayyip Erdoğan’nın başarısızlık hanesine yazılan puanlardır. Neticede halk nezdinde %20 civarında teveccühe mazhar olabilen CHP, Erdoğan’ın yanında tutamadıklarını da yanına alarak şimdi millete umut olmaya çalışmaktadır. Millet ittifakına Batı siyasetinden ciddi destekler sağlanmakta, İstanbul’u yönetemeyen Ekrem İmamoğlu’na Batı başkentlerinden 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylık teşvikleri yapılmaktadır.
İşin tuhaf yanı Millet İttifakının halka en büyük vaadi de “güçlendirilmiş” denilerek parlamenter sisteme geri dönmedir. Yıllarca milletin canını yakan ve siyasi istikrasızlığın kaynağı olan iki başlı yönetimi parlatmaya çalışmak mevcut muhalefetin ülke idaresinde projesi olmadığını ortaya koymak demektir. Bu hususu önceki yazılarımda ele aldığım için burada tekrar detayına girmiyorum.
Evet, Türkiye’de hayat pahalanmıştır. Bunda birinci sorumlu siyasi iktidar olmakla birlikte, iktidar değişikliği özleminde olan uluslararası güçlerin payı da yabana atılmamalıdır. Oyun büyüktür. İktidar iktisat üzerinden vurulmak istenilmektedir. Siyasi iktidarın bakan ve başkan değiştirmekle, istatistiki verilerle oynayarak enflasyonu düşük göstermekle bu iktisadi krizi çözmesi mümkün değildir. Siyasi iktidarın temel gıdada KDV oranını %8’den %1’e düşürmesi doğru bir harekettir ancak bin türlü cambazlıklarla bu indirimi fiyatlara yansıtmayan esnafların da bu işte büyük vebali vardır. Piyasa onların insafına bırakılmamalıdır. Toplum kesimlerini esnaf üzerinden okumaya çalışan ve siyaseti “esnaf ziyareti” olarak algılayan siyasetçilerin kulakları çınlasın.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE’NİN MÜLTECİ POLİTİKASI; BIRAKINIZ GELSİNLER, BIRAKMAYIZ GİTSİNLER
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler sonucu dünya adeta büyük bir şehre dönüştü. Ülkelerdeki hayat standardı, zenginlik-fakirlik, gelişmişlik, geri kalmışlık, iç harpler, terör, despot yönetimler, insanca yaşama gibi pek çok konuda insanlar kolayca fikir sahibi olmaya başladı. Özellikle Batılı ülkelerin sömürüsü, hâkimiyetlerini devam ettirmek için çıkardıkları iç harpler, icad edilen ve çok yönlü olarak kullanılan terör örgütleri büyük bir göç hareketini tetikledi. Yaşadığı ülkede can korkusu yaşayan, gelecekle ilgili umutlarını yitiren, insanca bir hayata özlem duyan pek çok insan hayat standardı yüksek, can ve mal emniyetinin olduğu gelişmiş ülkelere gitmenin yollarını armaya başladı.
İkinci Dünya Harbi mağdurlarının kısmı azamı Hıristiyan veya Yahudi olduğu için o dönemde çıkarılan “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi” gerçekten mültecilere çok iyi imkânlar sağlamaktaydı. Ancak aynı sözleşme hükümleri Sovyetlerin dağılmasından sonra “terörist ve düşman” olarak yaftalanan, ülkeleri işgal edilen, iç harplere maruz bırakılan Müslümanlar için uygulanmak istenilmedi. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen ve daha pek çok İslâm ülkesinde çıkardıkları kargaşa ve kaostan kaçan insanlara kendi yaptıkları anlaşma hükümlerini uygulamamak için bin dereden su getirmeye başladı.
Avrupa ülkelerinin göçmen politikası temelde Müslümanların Avrupa’ya girişine her ne şekilde olursa olsun engel olmak şeklinde belirlenmiştir. Ancak Cenevre Sözleşmesi onlar için ortadan kaldıramadıkları uluslararası bir hukuki belge olarak ortada durmaktadır. Bunu geçersiz kılmak için politikalar geliştirmeye başladılar. Bu politikaların birincisi sınırları tahkim ederek, fiziki engeller, tel örgüler ve güvenlik güçleri ile mültecileri caydırmak. İkincisi, göçü kaynağında durdurmak için ülkelerle anlaşmalar yapmak. Üçüncüsü ise bir şekilde ülkelerine giren Müslümanları belirli kamplarda sefalete mahkûm ederek, geldiklerine bin pişman etmek.
Türkiye gerek iç harplerle istikrarsızlaştırılan coğrafyanın merkezinde olması, gerekse Avrupa’ya geçiş güzergâhı olması sebebiyle yoğun bir göç dalgasına maruz kaldı. Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere tüm iç harplerin yaşandığı İslam ülkelerinden yola çıkan mültecilerin adeta hücumuna uğradı. Mültecilerin hedefi öncelikle Türkiye değildi. Onlar Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine gitmek istiyorlardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin eline muazzam bir dış politika kartı da vermiş oluyordu. Zira Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye’ye sadece Avrupa’dan gelenler “mülteci” olarak kabul edilebilirdi. Suriye, Irak, İran, Afganistan veya diğer ülkelerden gelenler mülteci sıfatını haiz olmadıkları için Türkiye’nin bu insanlara karşı herhangi bir hukuki sorumluluğu yoktu. Bu sebeple ülkemize girenlere mülteci denilemezdi, nitekim onlar için “geçici misafir” “sığınmacı” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı.
Peki, Türkiye Avrupa’ya yönelen bu yeni “kavimler göçünü” doğru yönetebildi mi? Maalesef ki hayır. Avrupa ülkelerini dehşete düşüren göçmen istilasına karşı göçmen deposu olmayı kabul etti. Hem de uluslararası diplomatik kartın adını değiştirerek, yanlış bir şekilde “ensar” rolüne bürünerek heba etti. Daha da kötüsü Avrupa Birliği ile “Geri Kabul Anlaşması” imzaladı. Alman Şansölyesi Merkel ülkesini ve patronluğunu yaptığı Avrupa Birliği’ni göçmen istilasından kurtardı. Karşılığında bize sadece vaat ve yalanların dışında hiçbir şey vermedi. AB’de serbest dolaşım vaadi yalan çıktı, iki sene içinde altı milyar avro yardım yalan çıktı. Ama Avrupa ve Almanya o zamanki göğüsleyemeyeceği göç istilasından yakasını sıyırdı. Türkiye ise hedef ülke konumuna düştü. AB “Geri Kabul Anlaşması” ile ülkelerine gelen ve ihtiyaç duydukları vasıflı elemanları içeri alırken, diğerlerini Türkiye’ye itme hakkını kazandı.
Türkiye İçişleri Bakanı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı sunuş yazısında Türkiye’nin göç politikasını şöyle tarif ediyordu: “Türkiye, göç krizinin başından itibaren ortaya koyduğu irade ve uyguladığı açık kapı politikasıyla göçü yönetme noktasında ciddi bir başarıya imza atmıştır. Göçün hem ekonomik hem sosyal maliyetini deyim yerindeyse tek başına yüklenen ülkemiz, tarihinden gelen tecrübesini bu konuda etkin şekilde kullanmış ve komşusu olduğu coğrafyada yaşanan gelişmelere sadece maddi açıdan değil insani açıdan da yaklaşarak 21.yüzyılın medeniyet değerleri için tek başına bir yüz akı olmuştur.” Evet bu tablo bir iftihar vesilesi olabilir ama kesinlikle iyi bir uluslararası politika anlayışı değildir. Dahiliye ve Hariciye bakanlıklarının ortak bir siyaset kurgulayamadıklarının bir işaretidir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Stratejik Plânında Ülkemize gelen 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı için enteresan bir tespit de yapılmakta, “Türkiye’nin artan ekonomik gücünün ülkemize yönelik göç hareketleri için bir çekim unsuru” olduğundan bahsedilerek, “daha önce göç hareketleri açısından ülkemiz bir geçiş ülkesi konumunda iken; artan ekonomik gücü ve istikrarıyla birlikte yabancılar tarafından giderek hedef ülke konumuna geldiği” ifade edilmektedir. Bu ifadeler yine bir övünme vesilesi olabilir ama beynelmilel siyaset açısından bir davet gibi de algılanabilir veya algılatılabilir. Bu da daha fazla yabancının gelmesi demektir.
Dünyada göç hareketleri henüz doruk noktasına ulaşmamıştır. Türkiye nüfusu kadar bir insan seli akmaya hazır beklemekte iken, Türkiye’nin ciddi bir göç idare politikası maalesef bulunmamaktadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı incelendiğinde strateji bir yana doğru dürüst bir PESTLE analizi ve SWOT analizinin bile yapılamadığı açıkça görülmektedir. Göçün haklı olarak hedefi olan ABD ve AB ülkeleri mültecilerden kurtulmak için politikalar geliştirirken, Türkiye’yi göçmen deposu yapma niyetlerine sâfiyane çanak tutmak anlaşılır bir siyaset değildir. Bugün başta petrol, doğal gaz ve stratejik önemi haiz madenleri sömürülen, bu uğurda iç savaşlar çıkarılan, terörist gruplar üzerinden terbiye edilmeye çalışılan Müslümanların bu işin faili olan Avrupa ve ABD’ye göçlerini kuvvetle destelemek gerekirken dalgakıranlık yapmak ancak “bırakınız gelsinler, bırakmayız gitsinler” garip politikasıyla isimlendirilebilir.
Uyandığınızda ise “ba’de harab-ül Basra” olur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ORMAN YANGINLARININ SERENCÂMI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Manavgat’ta başlayarak Hatay’dan Muğla’ya kadar tüm sahil şeridini tutan ve aynı anda pek çok yerde eşzamanlı olarak başlayan orman yangınları Türkiye’nin gündemine oturdu. On gündür devam eden yangınların büyük kısmı kontrol altına alınmakla beraber halen söndürülemeyen yangınlar da bulunmaktadır. Yangınlardan önce de Türkiye Karadeniz sahillerindeki sel felaketinin acılarını yaşıyordu. 2021 yılı ülkemizi sel ve yangınların vurduğu yıl olarak hatırlanacak.
Biz bu yazıda özellikle orman yangınları üzerinde duracağız. Çünkü sel felaketi yangından bazı noktalarda farklılık arz etmektedir. “Rahmet” olan yağmuru kendimiz için felakete dönüştürmede beşeri kusurlarımız ve belediye ve özel idareler başta olmak üzere tüm yetkili çevrelerin önemli kusur ve kabahatleri bulunmaktadır. Ancak orman yangınlarında durum oldukça farklıdır. Burada tabii seyrini izlemeyen bir durum mevzu bahistir. Yani ormanlar ister ihmal, ister kasıt, ister menfaat, ister kargaşa ve terör amaçlı olsun neticede insan eliyle yakılmaktadır. Bu oran tüm orman istatistiklerinde %98 olarak geçmekte ancak kendi döngüsü içerisinde %2’lik bir tabii orman yangınından söz edilmektedir ki onlara müdahale edilmesi ve söndürülmesi de öncekilere göre daha kolaydır.
Orman yangınlarına bakıldığında ilk dikkati çeken husus 28 Temmuz’dan bu güne kadar yani 10 gün içinde 200’e yakın orman yangını çıkmasıdır. İkinci husus yangınların eş zamanlı ve turizmi vuracak şekilde sahil bölgelerinde çıkmasıdır. Üçüncü husus sosyal medya üzerinden yangın provokasyonları yapılarak meselenin siyasi mecrada kullanılmaya kalkışılmasıdır.
Eğer ders alınırsa bir musibet bin nasihatten daha müessir olabilir. Olan olmuş, yanan yanmıştır. Şimdi devleti yönetme mesuliyetini üstlenen Reisicumhurdan, bakanlara, valilerden, belediye başkanlarına kadar tüm kesimlerin bundan sonraki yıllarda benzer felaketler yaşanmaması için gerekli planlamaları yapmak, tedbirleri almak ve bunu bir bütünlük ve ahenk içerisinde yapmak olmalıdır. Bu hususta ülkeyi yönetenler kadar yönetmeye aday olan siyasi partilere ve sivil toplum kuruluşları ile birlikte akademisyenlere de büyük sorumluluklar düşmektedir.
Yapılması gerekenlere gelince; günümüzde artık devleti yönetmenin bilgiyi yönetmek olduğunu akıldan çıkarmadan bir durum tespiti yapmakla işe başlamak gerekmektedir. İstatistiklerin incelenmesinden, Türkiye’de 1940-1960 yılları arasında çıkan 16.869 adet yangında 972.961 hektar orman sahası yandığı anlaşılmaktadır. 1960-1987 yılları arasında da 24.949 adet orman yangını çıkmış ve 343.207 hektar ormanlık alan yanmıştır[1]. 1990-2018 yılları arasında ise orman istatistikleri daha düzenli olarak tutulmaya başlamış ve son 30 yılın orman yangın sayı ve yanan alanları tablo 1’de verilmiştir. Tabloda olmayan 2019 ve 2020 yıllarının yangın sayı ve yanan alanlarına bakıldığında 2019 yılı diğer yıllara benzerken (2688 yangın, 11332 hektar yanan alan) 2020 yılında yangın sayısının 3399, yanan alanın ise iki katına çıkarak 20971 hektara ulaştığı görülmektedir. 2021 yılı rakamlarının daha da vahim olacağı mevcut halin gidişatından anlaşılmaktadır.
Tablo 1: Türkiye’nin Orman Yangınları (1990-2018)
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
İkinci bakılacak bilgi ise yangınların çıkış sebeplerinin ne olduğudur. Her ne kadar baş sebep olarak “küresel ısınma” ilan edilse de bunu tabii sebepler içerisinde kabul ederek insan unsurunun yerini anlamak son derece önem arz etmektedir. Zira alınacak tedbirlerin en güç yetirileni bu kısımda bulunmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde tabiatın tabii seyri ve döngüsü içerisinde çıkan yangınların oldukça küçük, faili meçhuller ile ihmal ve kaza sonucu çıkan yangınların daha büyük yekûn tuttukları görülür. Burada en affedilmez olanını ise “kasten” çıkarılan yangınlar olup bunların üzerinde ciddiyetle durulması gerekmektedir.
Tablo 2: Çıkış Sebeplerine Göre Yangın Sayıları (1997-2018)
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
Bundan sonraki yıllar için orman yangınlarını önlemede yapılacak çalışmalara katkı sağlaması açısından yangının çıkış sebeplerinin detaylandırılmasına ihtiyaç vardır. Tablo 3 incelendiğinde bu detaylandırmanın üç ana başlık altında yapıldığı görülmektedir. Bunların başında 2361 adet ”kaza” sebebiyle çıkan yangınlar listelenmiştir. Fakat bunlar arasında 1859 adet yangınla “faili meçhuller” en büyük sayıyı teşkil etmektedir. Galiba düğümün çözümü de burada gizlidir. Fail varsa meçhul değil malûm olması gerekir ki bu sorumluluk da devletin ilgili kurum ve yöneticilerine düşmektedir. 966 adet ihmal sonucu çıkan yangının alt başlıklarına bakıldığında da büyük bir cehalet ve vurdum-duymazlık yatmaktadır. Bu kesimlere de hem gerekli bilgilendirme yapılmalı hem de “pabucun pahalı olduğu” iyice bir gösterilmelidir.
Tablo 3: Yangınların Çıkış Sebeplerine Göre Sayısal Dağılımı 2020
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
Son grubu teşkil eden ve kasten çıkarılan 72 adet yangına bakıldığında terörist parmağı, kundaklama, yangınakonma/yakıpkonma veya alan açma diyebileceğimiz yakma çeşitleri gelmektedir. Buradaki “diğer”in ne olduğuna ise öteki alt başlıklardaki diğerler gibi açıklık getiril(e)memiştir.
Tedbir almada bilgi eksikliğinin asgariye indirilmesi kadar, neler yapılacağının plânlanması da büyük önem arz eder. Bu mesele ayrı bir uzmanlık sahası olup, ehline bırakılması en evla olanıdır. Ancak şu kadarını söyle hakkımız da vardır. Türkiye geçmişe ve düne göre daha güçlü, daha zengin, insan kaynağı daha yetkin, uzman sayısı daha fazla ve sahip olduğu teknolojik birikim daha yüksektir. O halde mazeret az veya yok, mes’uliyet var ve alabildiğine çoktur. Hem merkezi idare ve onun taşra teşkilatı, hem de mahalli idareler kalkınma ve stratejik plânlarında bu konuya yer vermeli, siyasi partiler programlarında orman yangınları başta olmak üzere âfet ve felaketler için nasıl bir kriz ve âfet yönetimi yapacaklarını ilan etmelidirler. Üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları da uzmanlıkları ve sorumlulukları gereği “daha iyi bir Türkiye” için katkı sağlamalıdırlar.
[1] Bkz. Küçükosmanoğlu, Ali (1988). İstatistiklerle Türkiye’de Orman Yangınları, İ.Ü. Orman Fakültesi, Orman Entomolojisi ve Koruma Anabilim Dalı, İstanbul.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TAÇLI VİRÜSÜN SALTANATI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Tarih boyu dünyada mikrop veya virüs menşeli birçok salgın hastalık dalgaları yaşanmıştır. En çok bilinenleri MS 165-180 yılları arasında Roma’da yaşanan Antoninus vebası, 541 yılında İstanbul’da yaşanan Jüstinyen Vebası, 1346-1353 yılları arasında Avrupa’da yaşanan Kara Veba, 1855-1859 yılları arasında Çin’de başlayarak dünyaya yayılan Üçüncü Veba salgını, 1918 İspanyol Gribi, 1957 Asya Gribi, 20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV (AIDS) virüsü, 2013-2016 yılları arasında Batı Afrika’da patlak veren Ebola salgını ve domuz gribidir. Bu salgınlarda milyonlarca insan ölmüştür.
Salgın hastalıkların periyotlarında küreselleşmeye paralel olarak bir daralma olduğu görülmektedir. Artık bir insanın dünyayı dolaşma hızına paralel olarak mikrobik canlılar da dünyayı dolaşabilmekte, üstelik milyarlarcası birden dakikalar içerisinde çoğalmaktadır.
2019 yılından beri pandemi virüsü tahtına Koronavirüs 2019 (COVID-19) çıkmış durumdadır. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan COVID-19 sürekli mutasyonlar geçirerek tabiri caizse yeni şartlara intibak ederek saltanatını sürdürmektedir. COVID-19 genellikle ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, koku ve tat alma hislerinde kayıp gibi tezahürler göstermekle birlikte farklı şekillerde de ortaya çıkabilmektedir. Virüsün Delta ve Omicron gibi varyantları sırayla yükselişe geçtikten sonra yeni varyantları da görülmektedir.
COVİD 19 virüsüne karşı Çin, Almanya, İngiltere, ABD, Rusya ve Türkiye’de aşılar geliştirilmiştir. Bu aşılardan Sinovac, CoronaVac, Sputnik V, AstraZeneca/Oxford, Biontech/Pfizer, Moderna ve Turkovac en çok bilinenleridir. Türkiye’de Çin aşısı (Sinovac) ve Almanya’da Türk hekimlerce geliştirilen Biontech ile Türkiye’de yapılan Turkovac en çok kullanılan aşılardır.
COVİD-19 pandemisine karşı dünyada ve Türkiye’de devletler aşı mecburiyetleri getirirken aralarında az da olsa hekimlerin de olduğu bazı toplum kesimlerine aşı muhalifleri ortaya çıkmıştır. Muhalifler COVİD-19’un laboratuvarda üretilen bir virüs olduğu, korku ve panik havası sağlanarak aşı üzerinden toplumun sömürüldüğünü iddia etmişler, geliştirilen aşıların ileride insan vücuduna yapacağı tahrip ve yıkıcı tesirlerin gizlendiğini, bu hususta görüşleri olan bilim adamlarının konuşturulmadığını, pandemi sebebiyle uygulanan karantinaların zararının virüsten aşağı kalmadığını söylemişlerdir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KURBAN BAYRAMI TEBRİĞİ
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği üyelerinin Kurban Bayramını tebrik eder, ailelerimiz, dostlarımız, ülkemiz ve İslam dünyası için hayırlara vesile olmasını dileriz.
BAKAD YÖNETİM KURULU
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BEŞ YIL SONRA 15 TEMMUZ DARBE TEŞEBBÜSÜNE YENİDEN BAKMAK
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Uçak sisten çıktıktan sonra manzara daha iyi görülür. Sosyal hâdiseleri değerlendirirken de bazı belirsizliklerin netleşmesinde geçen zamanın müsbet tesiri olur. Bundan beş sene evvel Türkiye kanlı bir askeri darbe teşebbüsüne maruz kalmıştı. Ama milletin çelikten iradesi 250 küsur şehit vererek darbe teşebbüsünü yarım gün içerisinde boğdu. Darbe koalisyonunun dâhili ve hârici ortakları hüsrana uğradılar.
Daha önce yapılan darbe teşebbüslerindeki başarı, darbecilerde bir hesap hatasına yol açmış olmalı ki darbenin deşifre olmasına rağmen darbeciler geri çekilme yerine şiddetin dozunu arttırarak milleti sindireceklerini zannettiler. 1960 darbesi, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri ile bir nevi rutine bağladıklarını zannettikleri zorbalığı aslında milli iradenin temsilcisi olan hükümet 2007 yılında bozmuş, verdikleri e-muhtıra suratlarına çarpılmıştı. Bundan gereken dersi çıkaramadıkları için veya çok kuvvetli teminat aldıkları için 15 Temmuz’da darbe teşebbüsünde bulundular.
Darbe teşebbüsü millete, milletin iradesine, milli iradenin temsilcisi olan siyasi iktidara karşı yapılmıştı ama kim yapmıştı? Darbe teşebbüsünün akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu teşebbüsü “ ordu içinde emir-komuta dışında küçük bir azınlığın kalkışması” olarak tavsif etmişti. Evet, bu bir askeri darbe teşebbüsü idi ama onlar bu işte yalnız değillerdi. Darbe koalisyonunun adı bir yerlere atıf yapma amacıyla “yurtta sulh konseyi” olarak belirlenmişti. Bu konseyin üyeleri arasında koçbaşı olarak ihtilalci askerler kullanılırken mütemmimleri de devletin önemli müesseselerinde etkili ve yetkili makamlarda bulunan Fetullah Gülen’e bağlı cemaat mensupları ve Ak Parti iktidarını devirmede kararlı çevrelerden meydana geliyordu. Yani orduda, yüksek yargıda, emniyet güçleri arasında, istihbarat teşkilatında ve üst bürokrasi ile akademide de darbenin destekçileri vardı. İş dünyası, büyük sermaye çevreleri, ideolojik kimlikli muhalif medya da gruba eklemlenmişti. Siyasi destekçiler ise darbecilerin hedefinde olmadığı için tutulan yollar onlar için açılabiliyordu. Bunun diyeti daha sonra 15 Temmuz darbe teşebbüsünün “bir hükümet kumpası” olduğu propagandasına malzeme yapılmakla ödenmişti.
Vak’a analizinde iç çevre kadar harici güç odaklarının da dikkate alınması gerekir. Hatta bu darbe teşebbüsünde dış çevreyi esas, iç çevredekileri uydu ve tabi olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Zira bir asır öncesinde İslâm âleminin ve hilâfetin merkezi konumunda olan Osmanlı Devleti hedef alınarak dünya siyasetinde Müslümanların sesi kesilerek sadece sömürmek, pazara dönüştürmek ve uydulaştırmak açısından operasyon sahası konumuna indirilmişti. Geçen bir asır Türkiye’yi Osmanlı vârisi konumuna itmeye başlamıştı. Üstelik SSCB’nin dağılması ve en büyük rakibin tasfiyesi ile yeni bir “düşmana” ihtiyaç vardı. ABD liderliğindeki emperyalist Batı, siyasetini iki stratejik kanal üzerinden yürütmeye başladı. Birincisi komünizmin yerine İslâm’ı yeni tehdit unsuru olarak kabul ile Müslümanları terörist olarak yaftalamak, ikincisi ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile kontrol alına almak ve “Arap Baharı” ile başlayan süreçteki demokratikleşmenin önünü keserek diktatörlükleri tekrardan inşa etmektir. Kontrollü kaos plânı ile İslâm ülkeleri işgal ve iç harplere sürüklenirken nihai hedefin Türkiye olduğunu dikkatten kaçırmamak gerekir. O sebeple “gezi hadisesi” üzerinden bir darbe kıvılcımı yakılmak istenmiş, muvaffak olunamayınca teröre hız verilmiş ve ülkeyi parçalamak ve Suriyeleştirmek gayesi ile “hendek savaşları” başlatılmıştır. Bundan da bir netice alınamayınca ABD liderliğinde, AB desteğinde ve İsrail katkısı ile 15 Temmuz darbe teşebbüsü yapılmıştır. Eğer analizin parçalarını birleştirecek olursak bu darbe teşebbüsünde patronajı ABD istihbaratı üstlenmekte, lojistik AB ve İsrail üzerinde kalmakta, icracılar ise iç analizde isimleri sayılan asker-sivil bürokratlardan meydana gelmektedir. “Cemaat” darbe teşebbüsünün bizatihi içerisindedir. Bu darbe teşebbüsü bir Devlet veya Hükümet “kumpası” değildir.
Darbenin bastırılmasından sonra darbecilere, onlara yardım ve yataklık edenlere hesap sorulmasından daha tabii bir şey olamaz. Ancak özellikle “laikçi” çevreler, Müslümanlardan hazzetmeyenler, İslam’a düşmanlık besleyenler ve ortamı kendileri için müsait bulanlar bu darbe teşebbüsü üzerinden tüm Müslümanları töhmet altında bırakmak, dini cemaatleri ve tarikatları baskı altına almak için çirkin propagandalara giriştiler ve darbe teşebbüsüne bulaşmamış geniş bir kesimi de bu vesile ile yakmaya çalıştılar. Darbeci askerler birden “asker kıyafeti giymiş fetöcü teröristlere” dönüşüverdi. Darbeye katılan laik veya laikçi, Kemalist, sosyalist veya bir şekilde muhalif olan subayların tamamı fetöcü ilan edildi. Cemaatin siyasi iktidarla sıkı çalıştığı günlerin bir uzantısı olarak kurulmuş ilişkilerin aniden kesilememesi sebebiyle “özel okuluna veya dershanesine gitmek, yurdunda kalmak, bankasına para yatırmak veya yayınlarına abone olmak vb.” kabilinden cemaatin kayıtlarına giren insanlar suçlu muamelesi görmeye başladı. Daha önce “üstü hıyanet, ortası ticaret, altı ibadet” olarak kategorize edilen yapı göz karartılarak tamamen hain ilan edildi. Bu gelişmede muhtemelen Ak Parti iktidarını yıkmayı canı gönülden arzu eden ama mevcut durum gereği iktidarın yanında görünmenin faydalı olduğuna inanan çevrelerin Ak Parti’ye karşı toplumda geniş bir kesimi muhalif etme planlarının da payı olması gerekir. Aksi takdirde kamuda çalışan insanların önüne “fetöcü olmadığını ispat et” diye belge konulamazdı. Meşhur Mecelle ve hukuk kaidesi ispat mecburiyetini müddeiye yüklemektedir, suçlanana değil. Ondan sonra da “canım suçlu değilse zaten yargı sürecinde aklanır” gibi ucunda zulüm görülen bir sorumsuzluğa sığınılamazdı. Şimdiye kadar yapılan tüm darbelerde darbeciler bile doğru dürüst yargılanamamışken, onların yatakçıları, irtibatları, iltisakları ve halen hararetli savunucuları ortada gezerken beri tarafta kılıcın darbe teşebbüsüne fiilen iştirak etmeyen sempatizanlara kadar uzatılması hakkaniyetli değildir.
Bu hâdisede “cemaat” sempatizanlarına veya taraftarlarına veya içinde olanlara çok önemli bir vazife düşmektedir. O da cemaat propagandacılarını dikkate almadan, yaşananlar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden bir iç muhasebe veya öz eleştiri yapmak, “hizmet” gibi “cemaat” gibi kavramları da kirleten, halkı dini yapılara karşı soğutan ve gayesi dışına çıkarak “bağiliğe” yeltenen bu hareketin müsebbiplerinden hesap sormaktır.
Devlete düşen vazife de Müslim veya gayrı Müslim, dindar veya dinsiz, laik veya farklı kisvelerdeki her türlü cemaatin fiil ve eylemlerini şeffaf ve denetlenebilir hale getirmek için gerekli tedbirleri almak, 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan 667 sayılı “Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men Ve İlgasına Dair Kanunu” ilga etmek, Osmanlı Devletinde tarikatların denetimi için ihdas edilen Meclis-i Meşâyih’i yeniden kurmaktır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
RENKLİ AKAN DERELERDEN DENİZ SALYASINA; ÇEVRENİN İMDAT ÇIĞLIĞI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Yaşadığımız çevrede gözle görülür bozulmalar hızla artmaya başladı. Bunların bir kısmı sanayi üretimi fazla olan ülkelerin kârlarını âzamileştirmek için dünyaya yaydıkları zehirli atıklardan kaynaklandığı gibi bir kısmı da ülkemizde faaliyet gösteren şirketlerin aynı kapitalist anlayışla çevreye boşalttıkları zehirlerin havamızı, suyumuzu ve toprağımızı zehirlemesinden kaynaklanıyor.
Büyük devletlerin büyümesinin bedelini tüm dünya öderken kirleticilere “dur” diyecek bir güç bulunmuyor. Merhum Âkif’in tabiriyle “Günümüz dünyasında hak zıpırın olduğu için” çevre ve iklim konferansları bir işe yaramıyor, zaten onları pek dikkate alanda yok. Fakat ülkemizdeki kirleticilere “dur” diyecek bir devletimiz ve onun yetkili müesseseleri mevcut. Peki, genel tanımıyla “devlet” nerede? Neden bu materyalist, fırsatçı, şahsi menfaatini umumun mazarratında gören kirleticilere karşı halkın menfaatini korumakla mükellef olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta olmak üzere mülki âmirler, savcılıklar ve sair yetkililer harekete geçmezler? Bu soruyu onlara sormak bizim hakkımız. Zira millet adına milli iradeyi temsil hak ve yetkisini kazanan siyasi iktidarlar ve onun emrindeki bürokratik mekanizmanın en birinci vazifesi milletin canını, malını, namusunu, hukukunu korumak, bunlara karşı yapılan tecavüzleri önleyici tedbirleri almak, buna rağmen ihlalde bulunanlara ise hak ettikleri cezayı vermektir.
İnsanların yaşama, mülk edinme, seyahat etme, haberleşme, eğitim ve sağlık gibi hakları olduğu gibi sağlıklı bir çevrede yaşama hakları da vardır. Bu husus başta anayasa olmak üzere resmi belgelere girmiştir. 1982 darbe anayasasının 56. Maddesinde bile “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” Denilerek çevre sağlığının korunması ve kirlenmesinin önlenmesi için hem devletin ilgili kurumları hem de vatandaş vazifeli addedilmektedir. Peki, vatandaş ne yapabilir? Yetkili mercilere şikâyette bulunabilir, özellikle sivil toplum kuruluşları ve medya vasıtasıyla yetkililer ikaz edilebilir ama esas vazife öncelikle müdde-i umumlara yani halk adına iddia yetkisi olan savcılara (baştan savıcılara değil) düşmektedir. Eş zamanlı olarak vali ve emrindeki kaymakam ve il müdürlükleri, vesayet denetimi yetkisini haiz oldukları belediye başkanları, il özel idare elemanları ve merkez teşkilatından da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerine düşmektedir.
Mesele son derece ciddi ve Türkiye gerçeğinde vahimdir. Temiz akan bir nehir veya deremiz neredeyse kalmamıştır. Su havzalarımız tehdit altındadır, göllerimiz hatta Marmara denizimiz elden çıkmak üzeredir. Filitresiz fabrika bacaları zehir kusmakta, şehir çeperleri tehlikeli atıklarla dolmaktadır. Böylece hem havamız, hem suyumuz hem de toprağımız kirlenmekte, hatta zehirlenmektedir. Bu gidişata katlanmak mümkün değildir. Yetkili ve sorumlular vazifelerini yapmalı, yapmayanlar hakkında kirleticilere yardım, yataklık ve destek olma suçundan dava açılıp hesap sorulmalıdır. Eğer mevzuatta eksiklikler varsa ya cumhurbaşkanlığı veya TBMM harekete geçerek mevzuat noksanlığını gidermelidir.
İktisat dilinde “menfi dışsallık” olarak ifade edilen “şirketlerin kendi menfaatlerini âzamileştirmek için başkalarını zarara atması” atanlar açısından hem suç, hem ahlâksızlık, hem hukuka tecavüz hem de nitelikli dolandırıcılık mesabesinde haksız bir kazançtır. Bunu basitleştirerek şöyle ifade edebiliriz. Birisi evinizin yanına bir ev yapıyor ama defi hacet için her gün sizin bahçenize gelip ortalığı kirletip, kokutuyor veya evinin fosseptiğini sizin bahçedeki havuza akıtıyor. Böyle yapan bir komşuya nasıl muamele edilir? Bu iş karakolda bitmez mi?
Aynı şekilde paragöz birisi bir yere bir fabrika kuruyor, zehirli atıklarını oradaki denize veya göle veya yandan geçen nehre aktarıyor veya zehirli ve tehlikeli atıklarını havaya savuruyor veya oraya buraya kaçak olarak döküyor. Sebep? Arıtma tesisi için, filtre için para harcamamak. Bunu bazen altyapıya, kanalizasyona kaynak ayırmayan katı atıklar için geri dönüşüm tesisi kurmayan belediyeler de yapabiliyor. Peki, yukarıdaki örneğin benzerini yapan bu kurumlara ne yapılıyor? Hemen hemen hiçbir şey yapılmıyor. Onun için resimde gördüğünüz gibi derelerimiz kırmızı, sarı, siyah envai çeşit renkte akıyor, çevrelerine fena kokular saçıyor, içlerinde canlı yaşayamadığı gibi geçtiği yerlerdeki canlıları da öldürüyor, ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlayan vatandaşlara da büyük zararlar veriyor.
Hülasa, devlet, devlet olma mesuliyetiyle önleyici tedbirleri âcilen almalı, ihlal edenlere de buna bin pişman edecek cezaları vermelidir. Aksi halde kirlilik dereleri, nehir ve gölleri yuttuğu gibi Marmara’da başını uzatan deniz salyası veya sümüğü ile de tüm sahillerimizi esir alabilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği’nin (BAKAD) Olağan Genel Kurulu 26 Haziran 2021 Cumartesi günü saat 16:00’da Dernek Merkezinde yapıldı. Geçen üç yıl içerisinde yapılan faaliyetler değerlendirildi. Derneğin çıkarmış olduğu Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi (USOBED) ve Uluslararası Batı Karadeniz Mühendislik ve Fen Bilimleri Dergisi (UMÜFED) ile BAKAD Yayınevi’nin daha iyi seviyelere getirilmesi ve Derneğimizin akademik toplantılarının arttırılması ve sistematik hale getirmesi hususları üzerinde duruldu.
Daha sonra yeni yönetim ve denetim kurulları asıl ve yedek üyelerinin seçimine geçildi. Buna göre Yönetim Kurulu Başkanlığına Prof. Dr. Mahmut BOZAN, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığına Doç. Dr. Ahmet ÖZTEL, Sekreterliğe Doç. Dr. Ayhan KARAKAŞ, Saymanlığa Doç. Dr. Yaşar ÖZ ve Üyeliğe Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Talha SÖZER getirildi. DenetimKurulu asıl üyeliklerine yapılan seçim sonucunda da Denetim Kurulu Başkanlığına Doç. Dr. Süleyman AĞRAŞ, üyeliklere ise Dr. Öğr. Üyesi Faruk Kerem ŞENTÜRK ve ÖğretimGörevlisi Murat TEKBAŞ getirildi.
Yeni yönetim ve denetim kurullarına çalışmalarında muvaffakiyetler dilerken Derneğimizin tüm üyelerine de katılım ve katkıları için teşekkür ederiz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler