HUTBELER VE BELİRLİ GÜN-HAFTA KUTLAMALARI
Selatini camilerde mihrap ve minber.
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Uzun zamandır bende rahatsızlık hissi uyandıran bir meseleyi burada paylaşmak istedim. Mesele, Cuma günleri farz namaz öncesi hatibin minbere çıkması ve hutbe okumasında zaman zaman yaşanan garabettir. Bilindiği üzere Cuma namazı öğle namazı yerine geçen 2 rekât farz namaz ile öncesinde okunan hutbeden ibarettir. Bunun farz, vacip, sünnet gibi şer’i ahkâmını, rükünlerini Diyanet’in Din İşleri Kurulu açıklamalarına havale ederek sadece hutbe kısmı ile birazcık da imam-hatiplerin ehliyeti üzerinde durmak istiyorum.
Cuma günleri iç ezanı müteakip hatip minbere[1] çıkarak farz namaz öncesi halka hitap eder. İlahi ahkâmı halka tebliğden ibaret olan bu hitaba hutbe okumak denir ve Cuma’nın farzlarından biridir. Âyet ve hadisler Müslümanları Cuma namazına teşvik etmekte, ahali de bu farzı eda ederken İslâm dininin ahkâmını ve esaslarını da hutbeler vasıtasıyla öğrenmek istemektedir. Günümüzde dinin sıhhatini tehlikeye sokan ne kadar indi, şahsi görüşlerin, kafa karıştırıcı fikirlerin ortaya saçıldığı mâlumdur. Özellikle sosyal medyada her biri bir köşeye kurulan ve kafasına göre ahkâm kesen zevatın zihinleri bulandırdığı bir dönemde bu ihtiyaç daha da artmıştır. Bu sebeple halk dinin hakikatine dair meseleleri mutemet, güvenilir bir makamdan duymak istemektedir. Ancak Cuma hutbeleri adeta ilkokullardaki “belirli gün ve haftalar[2]” programının anılma ve açıklanmasına tahsis edilmiş gibidir. Şüphesi olan ikisini mukayese etsin. Ama lütfen “ne var bunda?” demesin. Zira bunda çok şey var. Birincisi niyet ne olursa olsun dini bir muhtevayı amacından saptırmak var. Farz olan bir ibadeti günlük meselelerin, gündelik siyasetin parçası etmek var. Milletin muhtaç olduğu İlahi hitabın tebliğinden milleti mahrum etmek var. Üzerine bir de para toplamanın terğibi için eklenen zamlar var ki hepsi toplandığında hayırlı bir şey ortaya çıkmıyor. Çok mu zor cami girişine yardım için bir İban numarası ile bir kilitli kasa veya kumbara konulması? Çok mu lâzım nakit para toplamak için o kadar dil dökülmesi ve adeta bir parçasıymış gibi hutbenin onunla bitirilmesi?
Diğer bir önemli husus ise imam hatiplerin ehliyeti, hitabet kabiliyeti, hatta telaffuzu, okunan ezanların desibelinin gürültüye kaçmayacak şekilde en uygun tonda verilmesi, cami ve müştemilatının temizlik ve bakımı. İl ve ilçe müftülüklerinin, murakıpların bu hususlarda üzerine düşen vazifeleri lâyıkıyla yaptıkları hususunda şüphelerim ve ihmalleriyle ilgili endişelerim var. İmam-hatip ve murakıpların belirli zamanlarda hizmet içi eğitime alınmasına, müftülerin de her Cuma namazını başka bir camide eda ederek, olan-bitenleri yerinde görmesine ihtiyaç var. Zira belirli bir kültür ve idrak seviyesine gelen halka ifratçı-tefritçi “cami görevlileri” yerine muhakkik, müdekkik, muhakemeli ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söyleyecek donanımda vaiz ve imam-hatipler gerekiyor.
Netice olarak Cuma hutbelerini asli fonksiyonundan saptırmadan korumak, halkın İlahi tebliği duyması için Cumaları bir fırsat olarak değerlendirmek, temiz ve bakımlı camilerde halkın önüne ehil imam-hatipler çıkarmak, ezanı tatlı bir sada ile dinin şehadetine döndürmek hususunda Diyanet’in merkez ve taşra teşkilatı görevlilerine çağırıda bulunuyor ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet ediyoruz.
[1] Hz. Peygamber (asm) için hicretin 7. veya 8. yılında ılgın ağacından iki basamak ve bir oturma yerinden ibaret bir minber yapılmıştı. Allah Resulü (asm) hutbe okumak için bu minberi kullanırdı. Bu minber ufak tadilatlarla 654 (1256) yılındaki yangına kadar yerinde kalmıştır. Daha sonra minber yenilenmiş, halen mevcut olan minberi ise Osmanlı Padişahı 3. Murad hediye etmiştir. Daha detaylı bilgi için bkz. Bozkurt, N. (2020). Minber, İslâm Ansiklopedisi, Cilt; 30, s. 101-103.
[2] Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda uygulanmak üzere yayınladığı tüm yılı içine alan bir program. Daha detaylı bilgi için bkz. https://www.meb.gov.tr/belirli-gun-ve-haftalar-cizelgesi/duyuru/11814.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KAMUDA YOLSUZLUK MÜBAH MI?
Kaynak: Sabah Gazetesi, https://www.sabah.com.tr/gundem/2024/11/07/son-dakika-mansur-yavastan-ucuncu-konser-skandali-bu-kez-sahnede-candan-ercetin-var-tam-80-milyon-tl-odemis
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Türkiye’de önü alınamayan ve neredeyse kanıksanan meselelerden birisi de kamu kaynakları üzerinde tasarruf yetkisi verilen kişi veya komisyonların yaptığı israflar, yolsuzluklar, yandaş kayırmacılıkları, ihale yoluyla belirli kesimlere kaynak aktarmalar ve enva-i çeşit yollarla milletin paralarını ona-buna peşkeş çekmelerdir.
Oysa kamu kaynaklarının nasıl kullanılacağı, nasıl harcanacağı belli olduğu gibi sıkı bir denetim mekanizması da bulunmaktadır. Ama heyhat, bu denetim mekanizması bir işe yaramamakta, Merhum Ziya Paşa yıllar öncesinden; “Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz, Bir kaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir.” Yani “milyonları çalanlar izzetli makamlarda baş tacı ediliyor, birkaç kuruş çalana kürek cezası veriliyor” diyerek milletin kanını emen kenelere yolların nasıl açık olduğundan dert yanmaktadır. Bugün de değişen bir şey yok. Kimi belediyenin halka hizmet etmesi için verilen parayı konser adı altında yandaşlarına dağıtır, kimi üniversitede eğitim için verilen milletin parasını “bahar şenlikleri” adı altında sözde sanatçılara peşkeş çeker. Hiç kimse de bunun hesabını sormaz. Özellikle de görevi denetim olanlar hiç sormaz.
Ne hikmetse bu ülkede sesinden başka hiç bir özelliği olmayan kişiler “sanatçı” adı altında garip bir ayrıcalık elde etmekte ve neredeyse tüm paralarını da kamu kurumlarının “konser organizasyonlarından” kazanmaktadırlar. Yine ne hikmetse hepsi de bir yanıyla devlete rampalamış tiyatrocu, heykelci, opera ve baleci, şarkıcı, türkücü, davulcu, zurnacı ve saireci “devlet sanatçısı” ayrıcalığı ile devlet himayesi altında icrayı sanat ederler ve bir türlü özelleştirilemezler ve devletin sırtından inmezler. Sadece bizim ülkemize has olan bu durum hiç gündeme gelmez, ancak zaman zaman hiç uzmanı olmadıkları meselelerde ve boylarını aşan konularda bu zevatın “entelektüel eleştirileri” bir kısım medyaya itinayla yansıtılır. Mesela bunlar çevreciliği pek severler. Ülkemizin yanı başında, Iğdır’a 16 km. mesafede, yani burnumuzun dibinde miadını çoktan doldurmuş ve kapatılması gereken patlak Çernobil’in kardeşi Ermenistan’ın Metzamor Nükleer Santrali için bu “sanatçı” takımının tek protestoları yoktur ama Akkuyu için senede birkaç yürüyüş ve protesto “eylemi” vazgeçilmezleridir. Hele LGBT gibi aile hayatının temeline dinamit koyan sapkın akımların renklerine sarınıp gülücük dağıtmakta da pek mahirdirler. Ama onları seyretmek veya dinlemek için nedense halk pek rağbet etmez, biletlerini alan olmaz fakat o da dert değil, kamu kaynaklarını onlara “cömertçe” saçan hamileri ve millet kesesinden para dağıtan “sanatsever” belediye başkanları onlar için “özel” günler bahanesiyle konser programları ihdas eder. Yapılan eleştiriler de sanat düşmanı, sanatçı düşmanı salvoları ile savuşturulur.
Son günlerde medyada haber yapılan “konser organizasyonları” yine içimizi dışımıza çıkarmaya başladı. Yok, “69 milyon değil de 45 milyon verdik” gibi beyanlar “şeceat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler” kabilinden itiraflar nihayet Hükümeti harekete geçirebildi. Meselenin Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyükşehir belediyeleri ile sınırlı olmadığı, irili ufaklı pek çok belediyede bu işin tezgâhlandığı ortaya çıktı.
Sorumlulukları altındaki koylardan, körfezlerden, göl ve derelerden yayılan kokuları bastırırcasına şimdi kurumlarından da iğrenç kokular yükselmeye başladı. Manzarayı umumiyede vahim bir tablo görünmektedir. Hükümet kamu kurumlarına “tasarruf genelgeleri” gönderirken ita amirleri göstermelik birkaç hareketle genelgeyi tavsatmakta ve kadük hale getirmektedir. Çünkü israf kamu tarafından yani devlet memurları veya daha geniş bir tanımlama ile kamu çalışanları tarafından yani bürokrasi tarafından yapılmaktadır ve bürokrasi kendi kendini denetleyememektedir. Belediyelerin BİT’leri (Belediye İktisadi Teşekkülleri) bütçe yutmada, buralara doldurdukları eş-dost-yandaşlarla sülükleşirken yine denetim yetkisi olanların “gıkı” çıkmamakta, belediyeler sorumsuzca borç batağına sürüklenmekte, hatta bir kısım başkanlar küstahlaşarak SGK borçlarını bile ödemeyeceğini ilan edebilmektedir.
Her zaman söylediğimiz gibi yönetim ve denetim bir paranın iki yüzü gibidir. Birbirisiz olamazlar. Denetimsiz yönetim aldatmacadan ibarettir. Demokrasi ile yönetilen ülkeler incelendiğinde hiçbirisinde Türkiye kadar çok denetim kurumlarına ve gariptir ki Türkiye kadar da yolsuzluk vakalarına rastlanılamaz. Zira gelişmiş demokrasilerde kamu bütçesinin nasıl harcanacağı çok açık bir şekilde belirtilmiştir. O ülkelerde bir belediye başkanı konser organizasyonu adı altında kamu kaynağını hiç kimseye peşkeş çekemez, çekerse ona bedelini ödetirler ve o makamda da oturtmazlar. Uluslararası güç odaklarından bütün bütün bağımsız olduğuna inanmadığım insan hakları, demokrasi, kredi derecelendirme, üniversite sıralama, şeffaflık ve yolsuzluk gibi alanlarda puanlama yapan ve karne dağıtan kuruluşların raporlarına bakıldığında darası alınsa bile iyi yerlerde olmadığımız ortaya çıkmaktadır. Mesela Uluslararası Şeffaflık Teşkilatı’nın 2023 yılı Yolsuzluk Algıları Endeksi raporuna bakıldığında Türkiye’nin 180 ülke arasında 115. sırada olması hayli düşündürücü ve utandırıcıdır. Endekste puan sıfıra doğru indikçe yolsuzluk artmakta, 100’e doğru çıktıkça azalmakta ve temiz yönetimler ortaya çıkmaktadır.
Tablo 1: Türkiye Yolsuzluk Algıları Endeksi Raporu (2012-2023)
Kaynak: Transparency International, https://www.transparency.org/en/countries/türkiye.
Şimdi gelelim Türkiye’de denetim yapmakla yetkili kurumları saymaya; öncelikle anayasal yetkiyi hatırlayalım. Buna göre merkezi idare yerel yönetimlerin denetiminden birinci derecede sorumludur. Anayasa’nın 127. Maddesinde “Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir” denilmektedir.
Yerel yönetimler üzerinde TBMM’nin denetim yetkisi olduğu gibi Danıştay başta olmak üzere yargının da denetim yetkisi bulunmaktadır. Yargı “hukukilik” denetimi yaparken 5393 sayılı Belediye Kanunun 55 inci maddesi gereği de “Belediyelerde iş ve işlemlerin hukuka uygunluğu açısından malî ve performans denetimi yapılması gerekir.” İç ve dış denetim 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu hükümlerine göre yapılır. Ayrıca, belediyeler ve bağlı kuruluş ve işletmelerin (BİT) malî işlemler dışında kalan diğer idarî işlemleri, hukuka uygunluk ve idarenin bütünlüğü açısından İçişleri Bakanlığı tarafından da denetlenmek zorundadır. Diğer bir denetim makamı da Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığıdır. Tüm bunlara ilave olarak mali denetim hususunda Sayıştay çok önemli bir sorumluluğa sahiptir. Kamu idarelerinin; gelir, gider ve mallarına ilişkin hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığını denetleyen, sorumluların hesap ve işlemlerinden kamu zararına yol açan hususları kesin hükme bağlamaya yetkili bir mahkeme olan Sayıştay’ın raporları pek göz doldurmamaktadır.
Kamuoyu denetimi ise, Türkiye örgütlü toplum yapısının zaafiyeti ve sivil toplum kuruluşlarının cılızlığı sebebiyle gerektiği gibi yapılamamakta, üstelik bu gibi kamu kurumlarından menfaat devşiren bir kısım medya ve sözde STK’lar tarafından kamuoyu yanıltma veya kafa karıştırma metotları uygulanabilmektedir. Sosyal medyanın tüm menfiliklerine rağmen 360 derece bir denetim imkânı bulunması sebebiyle tamamen olmasa da bir kısım yolsuzluklar ortaya çıkarılabilmektedir. Son kertede iş vatandaşa düşmekte, fark ettiği her yolsuzluğu, ihmali, kamu malını zarara uğratanı ihbar etmesi gerekmektedir ki “pabucun pahalı olduğu” anlaşılsın. Eğer bir köyün sürüsünü korumakla mükellef olan çoban tembel, köpekler kayıtsız ise sürüyü kurtlardan, ayılardan ve çakallardan koruma görevi sürü sahiplerine düşer.
Netice olarak artık bu kepazeliklere bir son verilmeli, millet kesesinden para saçan müptezellerin çanına ot tıkanmalıdır. Bu hususta milletin yetki devrettiği devletlûler de, bürokratlar da mes’uldür. Birkaç kuruş mürtekibi kürek cezasına çarptıran yargı zahmet olmazsa milyonları çalanların da peşine düşmelidir. Tüm sorumlu makamlar yolsuzlukları önlemede üzerine düşeni yapmak zorundadır. Görevi kötüye kullanmak kadar, görevi yapmamak da bir suçtur. Merhum Âkif’in “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, Gelir de Adl-i İlahi Ömer’den sorar onu” ifadesindeki sorumluluğu denetim makamında olan herkesin omuzundadır. Bu makamlarda olanlardan hiçbiri “bana ne!” diyemez. En yukarıda olan Ömer’ler hiç diyemez ve dememeli.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BİR KONGRENİN ARDINDAN
Kaynak: Üsküdar Üniversitesi, https://uskudar.edu.tr/tr/viii-uluslararasi-bilimler-isiginda-yaratilis-kongresi
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Tarih boyu ortaya çıkan büyük devletlerde cihangir devlet adamlarının yanında hep danışılan önemli bir ulema ve hükema sınıfı olmuştur. Ulema sınıfı devlet ricalinin doğru kararlar vermesi için danıştığı, görüş ve öneri aldığı bu sebeple de önem verdiği bir zümreyi teşkil etmektedir. Bu durum günümüzde de değişmemiştir. Dünya siyasetinde müessir olan ülkelerin güçlü bir ilmiye sınıfının yani akademilerinin olduğu görülür. Akademileri akademi yapan da ilmin namusuna yani bilim ahlâkına riayet etmek, onu bir takım şahsi menfaatler veya ideolojiler için kullanmamaktır. Ulema sınıfı hiçbir baskı ve sansüre tabi olmamalı, fikrini tüm endişelerden azade olarak beyan edebilmelidir. Bir fikir veya görüşe ancak fikir ve görüşle karşı çıkılabilir. Bu da yine ilmiye sınıfının yani akademinin işidir. Eğer bir akademisyenin görüşü karşı görüş ve delille çürütülme yerine kamu gücü veya medya araçlarını kullanarak aşağılama, tezyif ve tahkir etme şeklinde bir muameleye tabi tutulursa orada tez-antitez-sentez mekanizması çalışamaz, ilmi tartışmalar yapılamaz sonuçta da arzu edilen gelişme ve ilerleme kaydedilemez.
Ülkemiz akademik özerkliğin uzun bir zamandır ideolojik baskılara maruz kalmasından dolayı istenilen gelişmeleri sağlayamamakta özellikle sosyal bilimler alanında uluslararası seviyede etki gücünü ortaya koyamamaktadır. Buna ilave olarak bilimin Batı’da uğradığı engizisyonlar sonucu bilim-din çatışması ve münaferetini bilimin İslâm’la da çatıştığı şeklinde pazarlayan bir kesim maalesef kendi akademik câmiamızda da bulunmaktadır. İşte akademi bünyesinde yapılan ilmi toplantılar bu açıdan ufuk açıcı olmakta ve ilmi seviyede tedavüle sokulan fikirler hem akademinin gelişmesine katkı sağlamakta hem de toplumun doğru bilgilerle aydınlatılmasını intaç etmektedir.
Üsküdar Üniversitesinin ev sahipliğinde sekizincisi gerçekleştirilen “Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi” ideolojinin bilime tahakkümünü sorgulamakta ve alan uzmanlarının tebliğleriyle bilimi laboratuvar hapsinden kurtararak hürriyetine kavuşturmaktadır[1]. Şüphesiz buna üzülen ideoloji sahipleri olacaktır, ancak bilim ahlakına sahip olanlar kongrede sunulan tebliğleri inceleyerek icabında kendi görüş ve tenkitleri ile katkı sağlayacaklardır. Olması gereken de budur.
Kongreyi organize eden heyetin yayınlamış olduğu Yaratılış Manifestosu’na atılan imzalar önemli bir akademisyen grubunun bu kongreyi takip ettiğini ve manifestoda yayınlanan görüşleri paylaştığını ortaya koymaktadır. Yaratılış Manifestosunu bilim dünyasında tedavüle sokulan önemli bir görüş olarak görüyor ve bu sebeple de burada yayınlayarak ilgilenen herkesle paylaşmayı bir akademisyen olarak vazife addediyorum. Manifesto metni aşağıda sunulmuş olup, https://uskudar.edu.tr/manifesto/yaratilis-manifestosu.html adresinden de ulaşılabilir.
YARATILIŞ MANİFESTOSU
8. ULUSLARARASI BİLİMLER IŞIĞINDA YARATILIŞ KONGRESİ
İstanbul, 24-26 Ekim 2024 *
* Gelen geribildirimler üzerine kaynaklar kategorik olarak ilgili başlıklar altında listelenmiştir.
* Manifestomuza gelen eleştirilere cevaben hazırlanan açık mektuba ulaşmak için tıklayınız.
Düzenleme kurulu adına Prof. Dr. Nevzat Tarhan ve Prof. Dr. İsmail Kocaçalışkan
Biz, İstanbul’da Üsküdar Üniversitesinde 24-26 Ekim 2024 tarihlerinde yapılan VIII. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi katılımcısı bilim insanları olarak, ‘Yaratılış Manifestosu’ beyan etmeyi uygun hatta zorunlu gördük. Çünkü bilimsel veriler ve matematiksel ispat yöntemleri, evrenin varoluşunu bilinçli ve tasarımsal olduğu yönünde yeterli kanıt düzeyine ulaşmıştır.
İnsanlık tarihinin en temel felsefi ve bilimsel sorusu, evrenin ilk varoluşunun neden ve nasıl olduğu ve hayatın neden ve nasıl başladığıdır. Bu hususta bilinen iki görüş vardır:
- Tesadüfe dayalı varoluş,
- Bilinçli Tasarıma (**) dayalı varoluş.
Birisinin imkânsızlığı ispatlanırsa yani olmayana ergi (Reductio ad absurdum ) akıl yürütme yöntemi ile ikincinin doğruluğu anlaşılır.
Akıl argümanı; birinci olarak akılsız ve bilinç sahibi olmayan bir doğa akıllı ve bilinçli insanı nasıl ve neden var etti diye sorar. İkinci olarak bilimin keşfettiği doğada var olan karar verici algoritmaların kendiliğinden var olmadaki olasılık hesabını sorar. Çünkü bu algoritma mantığı yapay zekânın Fuzzy mantığıdır. İnsanın yakında anladığı bu algoritmayı akılsız bir evrimle açıklayamayız.
Bu iki görüşhem bilimsel hem de felsefi açıdan farklı yorumlara sahiptir. Her iki görüşü karşılaştıralım ve akıl yürütme yöntemleri ile açıklayarak matematiksel ispat yolu ile soruya cevap arayalım.
Tesadüfi Varoluşun imkânsızlığı
Bu görüş, evrenin doğal süreçler sonucu ve rastlantısal olayların birikimiyle oluştuğunu öne sürer. Big Bang teorisine göre evrenin yaşının yaklaşık 13,8 milyar yıl olduğu, Webb teleskopunun verilerine göre ise evrenin yaklaşık 26,7 milyar yıl önce ortaya çıktığı ve fiziksel yasalar çerçevesinde genişlediği açıklandı. Big Bang’den önce zaman ve madde olmamalıydı, uzay ve zaman dışında bir gerçeklik olmalıydı. Tesadüfi varoluş görüşünün temel akıl yürütme noktaları, tek tek karşıtını ispat yöntemi ile çürütülebilmektedir.
- Kuantum Belirsizliği: Kuantum fiziğine göre bazı olayların kuantum seviyesinde dışsal bir sebep olmaksızın gerçekleşebildiği öne sürülmektedir.Ancak İnce Ayar Argümanı; fizik yasaları ve evrensel sabitleri ile hayatın ortaya çıkmasına imkân tanıyacak şekilde “ince ayarlı” olduğunu savunur. Eğer fiziksel sabitlerde çok küçük değişiklikler olsaydı, evrenin var olması veya yaşamın gelişmesi mümkün olmazdı. “Kaos Teoremi” ne göre bizim için yanlış görünen şeyler mükemmelin bir parçasıdır. O halde kuantum belirsizliği evrenin mükemmelliğinin bir parçasıdır. Ancak uzay ve zaman dışında gerçekliği bilememektedir. Böyle bir mükemmellik tesadüfe yer bırakmayacak şekildedir ve matematiksel akla göre uzay ve zaman dışı bir dış irade gerektirir.
- Doğal Seçilim Tezi: Yaşamın oluşumunda canlıların çeşitlenmesi ve gelişimi, mutasyonlar ve seçilimle açıklanmaktadır. Ancak bir çocuk anne karnında zigot (Anne ve baba DNA’larının yarı yarıya ilk hücre olması) halinde iken, 8 haftada embriyoda çocuk hareket etmeye başlar. Onuncu haftada fetüs dönemine geçilir ve uzuvlar belirginleşir. Anne rahmi her hafta bir santim muntazaman yukarı doğru büyür. Kırk (40) hafta sonra doğum gerçekleşir. DNA’daki amino asitlerin hep doğru kararlar vererek büyümesi zorunlu yasadır. Bu süreçte tesadüfi mutasyon olmaması gerekir, yoksa çocuk sağlıklı olamaz. O halde bütün memelilerde gerçekleşen bu planlı, sistematik, ince ayarlı, düzenli, ölçülü ve hesaplı büyümede mutasyonun çok istisna olması ve olumsuzu doğurması bilinmektedir. Bu nedenle “karşıt tersini kullanarak ispat yöntemi” doğal seçilimin imkansızlığını ve seçilimin rastlantısal değil bilinçli olmak zorunda olduğunu gösterir. Bu bir dış iradenin zorunlu varlık olduğunu gösteriyor. Aynı analojiyi incir çekirdeğinden incir ağacına dönüşümüne, arının çalışma tarzına uygulayabiliriz. Doğal seçilim sadece yaşam kalıma odaklıdır ama bilinçli seçilim ise amaca yönelik gelişmeye odaklanır.
- İlkel Şartlar ve Büyük Sayılar Tezi: Evrenin büyüklüğü ve zamanın uzunluğu düşünüldüğünde, hayat gibi karmaşık yapıların rastlantısal olarak ortaya çıkma ihtimalini öne sürer. Fiziksel kanunlar çerçevesinde işleyen doğal süreçlere dayanan bilimsel gözlemler ve deneylerle ispat edilen gelişim evreleri “Kiplik akıl yürütme yöntemi” ile düşünüldüğünde, matematiksel ispat yöntemine göre; doğru koşulların oluşması çok düşük olasılıklı bir durumdur. 10-50 olasılıklar imkânsız kabul edildiğinden, büyük evren düşünüldüğünde bu ihtimallerin gerçekleşmesi matematiksel akla göre imkansızdır. Evrenin büyüklüğüne ve zamanın uzunluğuna rağmen her yıl baharda üç hafta hiç mutasyon olmadan hep doğru kararlar vererek cansız DNA’dan canlı bir eserin çıkması mutlak bir bilinci zorunlu varlık olarak işaret eder.
- Karmaşıklık ve Düzen: Evrenin, doğa yasalarının uyum içinde işlediği karmaşık bir yapıya sahip olduğu gözlemlenir. Bu düzenin kendiliğinden mi, yoksa “Genel Sistemler Teorisi” ne göre bir tasarım sonucu mu ortaya çıkacağı tartışılır. Sistem teorisi: her şey birbiriyle ilişkili küçük parçalardan oluşur, fakat kendisi de daha büyük bir sistemin parçası olarak işlevde bulunan bir bütün olarak kabul edilir. “Sibernetik Yasaları”na göre işleyen bir düzen vardır. Sibernetik canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalıdır. Sibernetik yasaları bir dümencinin varlığını zorunlu görür. Evrenin ve yaşamın rastlantılarla değil, bilinçli bir akıl tarafından tasarlandığını savunan tasarımsal var oluş görüşü matematiksel akla göre zorunlu seçenektir.
- Zihin Teorisi Yetisinin Olması: Tesadüfi varoluş görüşü bu kurama açıklama getirememektedir. İnsan diğer canlılardan farklı olarak varsayım üretme yeteneğine sahiptir. Metabilişsel nörogenetik eğilimler olan “anlam arayışı, yeniliği arama davranışı, zaman farkındalığı, sonsuzluk arzusu ve ölüm algısının varlığı” sadece insana hastır. İnsan zihin tutumunu terk edip kendini doğaya bıraktığında hayvanla özdeş olur. İleri otistik özellikteki kişilere parmağınızla bir yeri işaret ettiğinizde sağlıklı düşünemeyen bu kişiler parmağın ucuna bakar işaret edilen yere bakamaz. Onlarda zihin kuramı yetisi yoktur. Bu nedenle insan evrenle ilgilenirken sadece evrene değil evrenin arkasındaki anlama bakma yetisine sahiptir. Fen bilimleri evrenin nasıl işlediğini çok güzel açıklar, ancak anlamı esas alan bilimlerin ise teorik anlamlar çıkarması gerekir. Bu evren neden var, neden buradayım ve nereye gideceğim?… Zihin kuramı yetisini kullanan ve bu gerçeği gören çok kişinin de bunu pozitivist zihin tutumu ve dogmatik bilim önyargısı nedeni ile ifade edemediklerini gözlemliyoruz. Evrene zihin kuramı yetisini kullanarak baktığımızda büyük ve mutlak bir ilim, mutlak irade, mutlak güç, mutlak hikmet sahibi bir varlığın (Vacib-ül Vücud***) olması zorunluluktur.
- Bilincin Açıklanamazlığı: İnsan bilincinin hayvandan ayrıldığı özellik, onda “ben bilinci”nin bulunmasıdır; hayvanda böyle bir bilincin bulunmadığı kesindir. Rastlantısal var oluş tezi bilinç konusunda susmayı tercih etmektedir. Çünkü maddeden bilinç yapmak sıfırdan var etmek gibidir. Cildimiz 20 günde tamamen değişiyor vücudumuzda altı ay sonra bütün hücreler değişmiş oluyor ancak bilgisayarın IP’si gibi olan bilincimiz hiç değişmiyor. Bilinç, rastlantısal süreçlerle açıklanması çok zor bir olgudur ve insana hastır. Tasarım argümanı, bilincin varlığını bir tasarımcının eseri olduğunu savunur. Dedüksiyon akıl yürütme yöntemi bilinçli varlıkların varlığına, yüksek bir bilinç ve bilinçli tasarımın zorunlu varlığına kanıt olarak işaret eder. Evren yüksek bir bilinç ve üstün bir gücün ki bu ancak ‘İlahi irade’dir, O’nun ürünü olması zorunlu ideadır.
- Yaşam Mücadeledir Tezi: Bu teze göre hayat tesadüfen oluşmuştur ve mücadele vardır, güçlü olan yaşar, olmayan mücadeleyi kaybeder yok olur. İlk hücreden en gelişmiş canlılara kadar baktığımızda yardımlaşma esas, mücadele istisnadır. Güçlü olan aslan ve büyük olan dinozor bütün dünyaya yayılmamıştır. Dinozorların büyük bir zırha ama küçük bir beyne sahip olmaları uyum sağlamamalarına neden olmuştur. Evrende güçlü olan değil genetik şifrelerine göre uyum sağlayan yaşamaktadır. Ancak uyum sağlamak amaçla mümkündür. Tekil olaylardan tümü anlama yöntemi olan “indüksiyona” göre doğada yaşanan birlikte yaşama dengesi hayatın mücadele olduğu tezini çürütmektedir. Çünkü homeostazi (denge) yasasına göre ince bir ahenk vardır, rekabet dengeyi bozmamaktadır. Yaşam amaca göre bir uyumdur. Amacın İlahi iradeye uygun olması zorunludur.
- Şer (Kötülük) Problemi ve Sınav Diyalektiği: Materyalist bilim, insanın amacını zevk prensibi ile açıklamaya çalışır. İnsan diğer canlılardan farklı olarak amaçlı davranabilen, özgür düşünen, varoluşu sorgulayan, soyut, kavramsal ve sembolik düşünebilen tek varlıktır. Ölümden sonra hayatın olmadığı bilimsel olarak söylenemez. İnsan kötülüklerin neden var olduğunu da sorgulamaktadır. Özgür iradeye sahiptir. Özgür iradenin olabilmesi için kötülük yapma özgürlüğünün de olması gerekir. Kötülük yapma, hata ve yanlış karar verme özgürlüğü bir sınavın varlığına işarettir. “Çelişki yapma yöntemi ile ispat” olan matematiksel akıl yürütme yöntemi “hesap verebilirliği” netice vermektedir. İnsanın kötülük yapabiliyor olması bir çelişkidir. O halde bütüncül bilime göre dünyanın var oluş amacının sınav diyalektiği olması akla en uygun seçenektir.
- Ölüm Sonrası Yaşamın Zorunluluğu: Dünyada istisnası olmayan tek gerçek ölümdür. Programlanmış hücre ölümlerinin varlığı bilimi ölüme çare arama alanına yönlendirmiştir. Ölümün bizim canımızdan başka bir anlama işaret etmesi zihin teorisine göregerekmektedir. Bu kadar mükemmel bir düzen yaratıp sonra da onu yok etmesi Abduksiyon (Dışa çekim) muhakeme yöntemine göre imkânsızdır. Abduksiyon bir bilimsel buluş yöntemidir. Oluşan şartlara göre çıkması en güçlü sonucu gösterir. Hastalıklar bu yöntemle teşhis edilir. Kötülük yapanların, bedel ödemeden yanına kâr kalarak ölüp gitmeleri adil değildir. İşleyen sibernetik yasalarına göre kötülük yapanların bedel ödemeleri gerekmektedir. Diğer taraftan bütün insanlarda var olan sonsuzluk arzusunun nörogenetik eğilimi, abduksiyon nedensellik ilkesine göre sonsuz bir yaşamı zorunlu kılmaktadır. O halde neş’e-i uhra yani yeniden diriliş olmalıdır. ‘Yaratıcı vermek istemiş ki istemeyi vermiş’ diyebiliriz.
- Entropi Yasası Dış İradeyi Zorunlu Kılıyor: Entropi enerji yasası olup termodinamiğin ikinci yasasıdır. Evren düzenli bir şekilde düzenden düzensizliğe gider. Bu gidişe göre evren ısı ölümü ile sona erecektir. Bu yasaya göre karanlık yoktur, ışığın olmaması vardır; soğuk yoktur, ısının olmaması vardır. Devamlı ısı ve ışıkla hassas ince ayarlı ve hesaplı bir destek gerekmektedir. Bu yasa zihin kuramı yetisine sahip olan insanı anlam arayışına itmektedir. Zihin kuramı yetisi insan beynindeki ayna sinir hücrelerinin fonksiyonudur. Eğer dış denetim ve düzenleyici yoksa entropi yükselir ve evrende düzen bozulur. İlk varoluşu yapıp mükemmel yasalar koyan ve bu yasaları her saniye yöneten uzay ve zaman dışında bilinçli bir irade sahibinin (Vacib-ül Vücud) varlığı zorunludur.
Sonuçlar:
- Bilimsel Açıklamalar: Bilimsel gözlemler ve fizik yasaları, evrenin kökenini ve gelişimini anlamada tesadüfî varoluşun imkânsızlığı ile tasarımsal varoluşun lehine deliller sunar. Ancak bilimsel model, “neden bir şey yerine hiçlik var? Neden bu evren var?” gibi nihai sorulara akıl yürütme yöntemlerini işaret eder.
- Hakikate götüren dört yol vardır. Birincisi deney ve gözlem, ikincisi akıl yürütme yöntemleri, üçüncüsü rasyonel sezgiler, dördüncüsü rasyonel inançlar.
- Bilinçli Tasarım görüşü; karmaşıklık, bilinç ve evrendeki düzenin kökenine dair alternatif bir açıklama sunar ve ahlaki veya metafizik sorulara da cevap verir.
- Tanrı (İlah) tasavvuru: Bilinçli Tasarım görüşü, evrendeki düzen ve bilincin varlığı gibi fenomenleri açıklamaya çalışırken “zaman ve uzay dışı bir yaratıcıyı zorunlu varlık (Vacib-ül Vücud)” olarak savunur. Varoluşu; her şeyi bilen, gören, yöneten ve kontrol edebilen dış irade özelliklerinde mutlak bir irade ile açıklar.
- Biz bu Yaratılış manifestosunu hazırlayanlar olarak, O sonsuz, mutlak ilim, irade, kudret ve hikmet sahibi zorunlu varlığın (Vacib-ül Vücud), Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen Tevhid (Allah) kavramına uyduğunu bütüncül bilim kanıtı ile ilan ve beyan ederiz.
(**) Bilinçli tasarım bir yaratıcının bir fiilidir, her fiil gibi faili yani öznesi vardır. O’da İlahî ve Tevhid yaratıcılığı bilgisidir. Bilinçli tasarımın akıllı tasarımdan farkı kendi algoritmasını üretebilme yetisidir.
(***) Vacib-ül Vücud kavramı “Zorunlu Varlık” anlamında İbn-i Sina tarafından literatüre sokulmuştur.
Kaynaklar:
A-Manifestoda kullanılan kaynaklarda spekülatif varoluş tartışmaları yerine rasyonel kanıtlar, akıl yürütme yöntemleri, hesaplamalı bilimlerden nörobilim, fizik, kimya, mantık bilim ile bilinç, anlam ve amaç çalışmaları yapan nöropsikiyatri , nöropsikoloji, nörofelsefe, nöroteoloji ve nörokuantoloji yöntemleri öncelenmiştir.
- Armağan, İbrahim.: Yöntem Bilim, Bilimsel Yöntem. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, 1. Basım, 1983.
- Behe, Michael Joseph. “Irreducible Complexity: Obstacle to Darwinian Evolution”, Philosophy Of Biology An Anthology. eds. Alex Rosenberg – Robert Arp. 427-437. USA: John Wiley&Sons, 2010.
- Behe, Michael Joseph. “Zeki Tasarıma Yönelik Bilimsel Eleştirileri Yanıtlamak”. çev. Orhan Düz Evrenin Bilinmeyen Tarihi Tasarım. der. Michael Joseph Behe – William Albert Dembski. 133-148. Gelenek Yayıncılık, 1. Basım, 2004. İstanbul:
- Behe M.J., ve Meyer, Stephen C. 10 Mayıs 2018 Akıllı Tasarım https://www.discovery.org/v/what-is-intelligent-design
- Cogito: Nörobilim ve Felsefe, Yapı Kredi Yayınları, 2013, İstanbul
- Cohen, Simon Baron: The Science of Evil, Basic Books, 2011, New York
- Çınar, Aliye: Varoluşçu Teoloji: Paul Tillich’te Din ve Sembol, İz Yayıncılık, 2007, İstanbul
- Çengel, Yunus: Bilim ve Risale-i Nur’ a bilimsel yaklaşım. https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/akilli-tasarim-teorisi
- Damasio, Antonio R. çeviri Bahar Atlamaz: Descartes’ın Yanılgısı: Duygu, Akıl ve İnsan Beyni, Varlık Yayınları, 1999, İstanbul
- Davidson, Richard J.: Beyninizin Duygusal Hayatı, Pegasus Yayınları, 2018, İstanbul
- Dawkins, Richard: Gen Bencildir, Kuzey Yayınları, 1995, İstanbul
- Dawson, Christopher: İlerleme ve Din, Açılım Kitap, 2003, İstanbul
- Demirhan, Ahmet: Kierkegaard ve Din, Nirengi Kitap, 2003, İzmir
- Demirhan, Ahmet: Nietzsche ve Din, Nirengi Kitap, 2002, İzmir
- Ellenbergher, Henri. F.: Bilinç Dışının Keşfi, çev: Ebru Kılıç, Albaraka yay., 2021, İstanbul
- Emoto, Masaru: Sudaki Mucize, Arıtan Yayınevi, 2008, İstanbul
- Frankl, Viktor E.: İnsanın Anlam Arayışı, Okuyan Us Yayınları, 2017, İstanbul
- Goetz, Stewart., Taliaferro, Charles: A Brıef History Of The Soul, Wiley- Black well, Oxford 2011
- Heisenber, Weiner: Fizik ve Felsefe, Modern Bilimde Devrim, Küre Yay. 2007, İstanbul
- Herbert, Nick-çeviri Meltem Andırıç: Temel Bilinç: İnsan Bilinci ve Yeni Fizik, Ayna Yayınevi, 2002, İstanbul
- Laughlin, Robert B.: A Different Universe, New York Times Books, 2012, New York
- Lefebvre, Henri: Diyalektik Materyalizm, Kanat Yayınevi, 2017, İstanbul
- Lipton, Bruce H.: İnancın Biyolojisi, Kuraldışı Yayınları, 2007, İstanbul
- L.DuPont, Robert, M.D.; The Selfish Brain Learning From Addiction, American Psychiatric Press, Inc. 2005 Washington
- Kandel, Eric R.: Sıradışı Beyinlerden Öğrenebileceklerimiz, Kolektif Kitap, 2018, İstanbul
- Flew, Antony: Yanılmışım Tanrı Varmış, Profil Yayıncılık, 2020, İstanbul
- Fry, Ron-çeviri Feride Kurtulmuş: Hafıza Nasıl Geliştirilir, Timaş Yayın¬ları, 2000, İstanbul
- Healy, Jane M. çeviri Ayşe Bilge Dicleli: Çocuğunuzun Gelişen Aklı: Doğumdan Ergenliğe Öğrenme ve Beyin Gelişimi, Kolektif Kitap, 1997, İstanbul
- Hunke, Sigrid: Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerine, Altın Kitaplar Yayınevi, 2001, İstanbul
- Huntington, Samuel P.: Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, 2003, İstanbul
- İnalöz, Orhan: Doğru Düşünebilmek, Feyyaz Yayıncılık, 2013, İstanbul
- İtil, Turan: Unutulan Beyin: Seksten Daha Büyük Tabu, Kaynak Yayınları, 2015, İstanbul
- İzzetbegoviç, Aliya: Doğu-Batı Arasında İslam, Ketebe Yayınevi, 1993, İstanbul
- Johnson, Phillip E. çeviri Orhan Düz: Evrim Duruşması, Gaye Kitabevi Dağıtım, 2003, Bursa
- Karataş, Şükran, Deity And Freedom Equality Justice in History Philosopy Science, İmak Ofset Basın Yay. 2013
- Kıng, Brett: Augmented, Artırılmış Gerçeklik. Maltepe Üniv. Kit. 2016, İstanbul
- Kingsley, Peter: Batı Hikmetinin Bilinmeyen Tarihi, Etkileşim yay. çev: Onur Atalay, 2004, İstanbul
- Köknel, Özcan: Çatışan Değerlerimiz Aileden Topluma, Politikadan İnançlara, Sevgiden Aşka Kadar, Altın Kitaplar, 2007, İstanbul
- Maisonneuve, Jean: Sosyal Psikoloji, Dost Kitabevi, 2005, İstanbul
- Manafov, Rafiz Kötülük Problemi ve Teodise, İz Yayıncılık, 2007, İstanbul
- Margenau,Herny ve Varghese, Roy Abraham-çeviri Ahmet Ergenç: Kosmos, Bios, Teos, Gelenek Yayıncılık, 2002, İstanbul
- Maslow, Abraham-çeviri Okhan Gündüz: İnsan Olmanın Psikolojisi, Ku¬raldışı Yayınları, 2011, İstanbul
- Maslow, Abraham: Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler, Kuraldışı Yayınları, 1964, İstanbul
- Miquel, Andre çeviri Ahmet Fidan: Doğuştan Günümüze İslam Medeniyeti, Birleşik Dağıtım Kitabevi, 2003, Ankara
- Morin, Christophe: Beyindeki İkna Kodu, Maltepe Üniv. Yayınları, 2019, İstanbul
- Moses, Jeffrey: Bir Olmak Bütün Dinlerin Paylaştığı Yüceİ lkeler, Samsara, 2003, İstanbul
- Murphy, Joseph: Bilinçaltının Gücü, Koridor Yayıncılık, 2000, İstanbul
- Nietzsche, Friedrich: İyinin ve Kötünün Ötesinde, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, İstanbul
- Peteet, R. John, M.D, G.Lu, Francis, M.D, E. Narrow, William, M.P.H., M.D.; Religious and Spiritual Issues in Psychiatric Diagnosis, American Psychiatric Association Arlington, Virginia, 2011
- Ramachandran, V.S., Sandra Blakeslee; Çev: Levent Öztürk; Beyindeki Hayaletler, İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru 2019, İstanbul Boğaziçi Üni. yayınevi
- Small, Gary çeviri Tuğba Kırca: Hafızanın Kutsal Kitabı, Omega Yayınları, 2002, İstanbul
- Songar, Ayhan: Sibernetik, Yeni Asya Yayınları, 1980, İstanbul
- Stalin: Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınevi, 2017, İstanbul
- Stevens, Anthony: Jung, Kaknüs Yayınları, 1999, İstanbul
- Stora, Jean Benjamin: Stres, İletişim Yayınları, 1994, İstanbul
- Strano, Anthony çeviri Aynur Sungur Tuncer ve İlknur Bulut: Batılı Zihin İçin Doğulu Düşünceler ve Derin Düşünce Yansımaları, Altın Kitapevi, 2006, İstanbul
- Şimşek, Ümit: Bir Fiil Yaratmak: Eserden Esmaya, Diyanet İşleri Başkanlığı, 2002, Ankara
- Shaffer, Jerome A.- çeviri Turan Koç: Zihin Felsefesi, Küre Yayınları, 2005, İstanbul
- Spinoza, Baruch: “Etika”, Alfa Yayınları, 1978, İstanbul
- Tanrıdağ, Oğuz: İnanıyorum O Halde Varım, Üsküdar Üniversitesi Yayınları No: 5 2017, İstanbul
- Tanrıdağ, Oğuz: Sosyal Nörobilim, Nobel Tıp yay. 2015, İstanbul
- Talbot, Michael, Holografik Evren, Omega Yayınları, 2001, İstanbul Yay. 2021, İstanbul
- Tura, Saffet Murat: Madde veMana: Rasyonalitenin Kökeni, Metis Yayınları, 2011, İstanbul
- Tarlacı, Sultan: Suç ve Beyin, Destek Yayınları, 2017, İstanbul
- Tarlacı, Sultan: Ölüm’sözlük, Tuti Kitap, 2018, İstanbul
- Tarhan, Nevzat. Bilgelik Psikolojisi 1 Rasyonel İnanç Spinoza’nın Yanılgısı ve Evrimin Evrimi 2022, Timaş Yayınları.
- Tarhan, Nevzat: Akıldan Kalbe Yolculuk Bediüzzaman Modeli Timaş 2022 İstanbul
- Taslaman, Caner: Kuantum Teorisi Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2008, İstanbul
- Tatlı, Adem: Akıllı Tasarım Teorisi. https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/akilli-tasarim-teorisi
- Twenge, M.,Jean, PH.D., Campbell, W. Keith, PH. D.; The Narcissism Epidemic, Living İn The Age of Entitlement, Atria Paperback, New York 2009
- Uzbay, Tayfun: Görünmeyen Beyin, Destek Yayınları, 2017, İstanbul
- Venter, Henry.: Self-Transcendence: Maslow’s Answer to Cultural Closeness. Journal of Innovation Management. 4. 3. 10.24840/2183-0606_004.004_0002
- Wilson E.O.: The Creation an appeal to save on earth, W.W.Norton Company New York/ 2006, London
- Yalom, Irvin D. çeviri Özden Arıkan: Din ve Psikiyatri, Pegasus Yayınları, 2000, İstanbul
B- Kendiliğinden ve tesadüfen oluştuğu iddia edilen kimyasal süreçler hayatın varlığını ve genetik kodun kökenine açıklama getirememiştir.
- Gribbin, J. Carbon Dioxide, Ammonia and Life. New Scientist. Vol.94. May 13. 1982, p.143
- Bliss, R. B. and Parker, G. E. Origin of Life. California. 1979
- Tatlı, Â. Evrim ve Yaratılış. 5. baskı. 2018, s. 38.
- Jack W. Szostak, David P. Bartel, and P. Luigi Luisi, “Synthesizing Life,” Nature, 409: 387-390 (January 18, 2001
- Robert Shapiro, “A Simpler Origin for Life,” Scientific American, pp. 46-53, June, 2007
- J.T. Trevors and D.L. Abel, “Chance and necessity do not explain the origin of life,” Cell Biology International, 28: 729-739, 2004.
- George M. Whitesides, “Revolutions In Chemistry: Priestley Medalist George M. Whitesides’ Address,” Chemical and Engineering News, 85: 12-17, 2007
C- Biyolojik yapılar çok hassas ve kompleks bileşiklerdir, rastgele mutasyonların ürünü olamaz.
- Douglas A. Axe, “Estimating the Prevalence of Protein Sequences Adopting Functional Enzyme Folds,” Journal of Molecular Biology, 341: 1295-1315, 2004.
D- Fosil kayıtlarında türlerin aniden ortaya çıkması Darvinci evrimi desteklemez.
- R.S.K. Barnes, P. Calow and P.J.W. Olive, The Invertebrates: A New Synthesis, pp. 9-10 (3rd ed., Blackwell Sci. Publications, 2001
- Robert L. Carroll, “Towards a new evolutionary synthesis,” Trends in Ecology and Evolution, 15(1):27-32, 2000
- Jaume Baguña and Jordi Garcia-Fernández, “Evo-Devo: the Long and Winding Road,” International Journal of Developmental Biology, 47:705-713, 2003
- Kevin J. Peterson, Michael R. Dietrich and Mark A. McPeek, “MicroRNAs and metazoan macroevolution: insights into canalization, complexity, and the Cambrian explosion,” BioEssays, 31 (7):736-747, 2009
- Stefanie De Bodt, Steven Maere, and Yves Van de Peer, “Genome duplication and the origin of angiosperms,” Trends in Ecology and Evolution, 20:591-597
- Frank B. Gill, Ornithology, 3rd ed. New York: W.H. Freeman, 2007, p. 42.
- Alan Feduccia, “‘Big bang’ for tertiary birds?,” Trends in Ecology and Evolution, 18: 172-176, 2003
- Ernst Mayr, What Makes Biology Unique?, p. 198 (Cambridge University Press, 2004
- John Hawks, Keith Hunley, Sang-Hee Lee, and Milford Wolpoff, “Population Bottlenecks and Pleistocene Human Evolution,” Journal of Molecular Biology and Evolution, 17(1):2-22, 2000.
E- Moleküler biyoloji büyük bir “Hayat ağacı” oluşturmakta başarısız olmuştur.
- (“New study suggests big bang theory of human evolution,”January 10, 2000). http://www.umich.edu/~newsinfo/Releases/2000/Jan00/r011000b.html
- Jeffrewy Schwartz, Sudden Origins: Fossils, Genes, and the Emergence of Species, p. 3, Wiley, 1999
- Graham Lawton, “Why Darwin was wrong about the tree of life,” New Scientist (January 21, 2009
- W. Ford Doolittle, “Phylogenetic Classification and the Universal Tree,” Science, 284:2124-2128, June 25, 1999.
- Partly quoting Eric Bapteste, in Lawton, “Why Darwin was wrong about the tree of life” (internal quotations omitted.
- Carl Woese “The Universal Ancestor,” Proceedings of the National Academy of Sciences USA, 95:6854- 9859, June, 1998
- Graham Lawton, “Why Darwin was wrong about the tree of life,” New Scientist, January 21, 2009
- Liliana M. Dávalos, Andrea L. Cirranello, Jonathan H. Geisler, and Nancy B. Simmons, “Understanding phylogenetic incongruence: lessons from phyllostomid bats,” Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society, 87:991-1024, 2012
F- Akraba olmayan canlıların arasında görülen benzer biyolojik yapıların, Darwinizme meydan okuyor ve ortak ata mantığını yıkıyor.
- David P. Mindell, Michael D. Sorenson, and Derek E. Dimcheff, “Multiple independent origins of mitochondrial gene order in birds,” Proceedings of the National Academy of Sciences USA, 95 (September, 1998): 10693-10697
- Frederick M Ausubel, “Are innate immune signaling pathways in plants and animals conserved?,” Nature Immunology, 6 (10): 973-979 (October, 2005
- Michael Syvanen, “Evolutionary Implications of Horizontal Gene Transfer,” Annual Review of Genetics, 46:339-356, 2012.
G- Omurgalı embriyoları arasındaki farklılıklar, ortak soy tahminleriyle çelişmektedir.
- Kalinka et al., “Gene expression divergence recapitulates the developmental hourglass model,” Nature, 468:811, December 9, 2010
- Steven Poe and Marvalee H. Wake, “Quantitative Tests of General Models for the Evolution of Development,” The American Naturalist, 164, September, 2004): 415-422; Olaf R. P. Bininda-Emonds, Jonathan E. Jeffery, and Michael K. Richardson, “Inverting the hourglass: quantitative evidence against the phylotypic stage in vertebrate development,” Proceedings of the Royal Society of London, B, 270 (2003): 341- 346;
- Olaf R. P. Bininda-Emonds, Jonathan E. Jeffery, and Michael K. Richardson, “Inverting the hourglass: quantitative evidence against the phylotypic stage in vertebrate development,” Proceedings of the Royal Society of London, B, 270:341-346, 2003).
H- Darwinizm, körelmiş organlar ve “önemsiz (çöp) DNA” hakkında öngörülerinin yanlışlığı bütün çıplaklığı ile anlaşılmıştır.
- Francis Collins, The Language of God: A Scientist Presents Evidence for Belief (New York: Free Press, 2006), 136-37.
- Richard Sternberg, “On the Roles of Repetitive DNA Elements in the Context of a Unified Genomic- Epigenetic System,” Annals of the New York Academy of Sciences, 981 (2002): 154-88.
- Richard Sternberg, a.g.e.
- Tammy A. Morrish, Nicolas Gilbert, Jeremy S. Myers, Bethaney J. Vincent, Thomas D. Stamato, Guillermo
- E. Taccioli, Mark A. Batzer, and John V. Mora “DNA repair mediated by endonuclease-independent LINE-1 retrotransposition,” Nature Genetics, 31 (June, 2002): 159-65.
- Galit Lev-Maor, Rotem Sorek, Noam Shomron, and Gil Ast, “The birth of an alternatively spliced exon: 3′ splice-site selection in Alu exons,” Science, 300 (May 23, 2003): 1288-91; Wojciech Makalowski, “Not junk after all,” Science, 300 (May 23, 2003): 1246-47.
- Morrish et al., “DNA repair mediated by endonuclease-independent LINE-1 retrotransposition,” 159-65; Annie Tremblay, Maria Jasin, and Pierre Chartrand, “A Double-Strand Break in a Chromosomal LINE Element Can Be Repaired by Gene Conversion with Various Endogenous LINE Elements in Mouse Cells,” Molecualr and Cellular Biology, 20 (January, 2000): 54-60
- Richard Sternberg and James A. Shapiro, “How repeated retroelements format genome function,” Cytogenetic and Genome Research, 110 (2005): 108-16.
- Jeffrey S. Han, Suzanne T. Szak, and Jef D. Boeke, “Transcriptional disruption by the L1 retrotransposon and implications for mammalian transcriptomes,” Nature, 429 (May 20, 2004): 268-74; Bethany A. Janowski, Kenneth E. Huffman, Jacob C. Schwartz, Rosalyn Ram, Daniel Hardy, David S. Shames, John D. Minna, and David R. Corey, “Inhibiting gene expression at transcription start sites in chromosomal DNA with antigene RNAs,” Nature Chemical Biology, 1 (September, 2005): 216-22.
- S. Henikoff, K. Ahmad, H. and S. Malik “The Centromere Paradox: Stable Inheritance with Rapidly Evolving DNA,” Science, 293 (August 10, 2001): 1098-1102;
- C. Bell, A. G. West, and G. Felsenfeld, “Insulators and Boundaries: Versatile Regulatory Elements in the Eukaryotic Genome,” Science, 291 (January 19, 2001): 447-50;
- M.-L. Pardue and P.G. DeBaryshe, “Drosophila telomeres: two transposable elements with important roles in chromosomes,” Genetica, 107 (1999): 189-96;
- S. Henikoff, “Heterochromatin function in complex genomes,” Biochimica et Biophysica Acta, 1470 (February, 2000): O1-O8; L. M.Figueiredo, L. H. Freitas-Junior, E. Bottius, Jean-Christophe Olivo-Marin, and A. Scherf, “A central role for Plasmodium falciparum subtelomeric regions in spatial positioning and telomere length regulation,” The EMBO Journal, 21 (2002): 815-24;
- Mary G. Schueler, Anne W. Higgins, M. Katharine Rudd, Karen Gustashaw, and Huntington F. Willard, “Genomic and Genetic Definition of a Functional Human Centromere,” Science, 294 (October 5, 2001): 109-15.
- Ling-Ling Chen, Joshua N. DeCerbo, and Gordon G. Carmichael, “Alu element-mediated gene silencing,” The EMBO Journal 27 (2008): 1694-1705;
- Jerzy Jurka, “Evolutionary impact of human Alu repetitive elements,” Current Opinion in Genetics & Development, 14 (2004): 603-8;
- G. Lev-Maor et al. “The birth of an alternatively spliced exon: 3′ splice-site selection in Alu exons,” 1288-91
- M. Mura, P. Murcia, M. Caporale, T. E. Spencer, K. Nagashima, A. Rein, and M. Palmarini, “Late viral interference induced by transdominant Gag of an endogenous retrovirus,” Proceedings of the National Academy of Sciences USA, 101 (July 27, 2004): 11117-22;
- M. Kandouz, A. Bier, G. D Carystinos, M. A Alaoui-Jamali, and G. Batist, “Connexin43 pseudogene is expressed in tumor cells and inhibits growth,” Oncogene, 23 (2004):4763-70.
- K. A. Dunlap, M. Palmarini, M. Varela, R. C. Burghardt, K. Hayashi, J. L. Farmer, and T. E. Spencer, “Endogenous retroviruses regulate periimplantation placental growth and differentiation,” Proceedings of the National Academy of Sciences USA, 103 (September 26, 2006):14390-95;
- L. Hyslop, M. Stojkovic, L. Armstrong, T. Walter, P. Stojkovic, S. Przyborski, M. Herbert, A. Murdoch, T. Strachan, and M. Lakoa, “Downregulation of NANOG Induces Differentiation of Human Embryonic Stem Cells to Extraembryonic Lineages,” Stem Cells, 23 (2005): 1035-43;
- E. Peaston, A. V. Evsikov, J. H. Graber, W. N. de Vries, A. E. Holbrook, D. Solter, and B. B. Knowles, “Retrotransposons Regulate Host Genes in Mouse Oocytes and Preimplantation Embryos,” Developmental Cell, 7 (October, 2004): 597-606
- Yong, “ENCODE: the rough guide to the human genome,” Discover Magazine (September 5, 2012), at http://blogs.discovermagazine.com/notrocketscience/2012/09/05/encode-the-rough-guide-to-the-human-genome/ Makalowski, “Not Junk After All,” 1246-47.
- Laura Poliseno, “Pseudogenes: Newly Discovered Players in Human Cancer,” Science Signaling, 5 (242) (September 18, 2012).
- Yan-Zi Wen, Ling-Ling Zheng, Liang-Hu Qu, Francisco J. Ayala and Zhao-Rong Lun, “Pseudogenes are not pseudo any more,” RNA Biology, 9(1):27-32 (January, 2012).
I- Evrim teorisi, bilimsel bir bilgi değil, ateizme dayalı ideolojik ve o ideolojiyi temel alan felsefî bir görüştür.
- Evgeniy S. Balakirev and Francisco J. Ayala, “Pseudogenes, Are They ‘Junk’ or Functional DNA?,” Annual Review of Genetics, 37 (2003): 123-51.
- BwEyoAcA&sclient=gws-wiz-serp (Erişim Tarihi: 16.03.2024). https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-19704/immanuelkant
[1 Kongrede BAKAD Başkanı olarak sunduğum “Darvinizmin Sosyal Bilimler Yolculuğu” başlıklı tebliğin özetine https://yaratiliskongresi.uskudaruniversitesi.edu.tr/uploads/content/files/26/viii-uluslararasi-bilimler-isiginda-yaratilis-kongresi-bildiri-ozet-kitapcigi.pdf adresinden ulaşılabilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÖZEL SEKTÖRÜN PARA HIRSI VE KUVEZDE ÖLDÜRÜLEN BEBEKLER
Kaynak: Anonim
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Yeni doğan bebeklerin daha çok para kazanma hırsına kurban edilmesi vicdan sahibi insanları derinden yaraladı. Cinayeti işleyenler işi ve mesleği insan sağlığını korumak olan kişiler olunca, işin vahameti daha korkutucu hale geldi. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi, nitelikli dolandırıcılık, suç işlemek amacıyla örgüt kurma, resmi belgede sahtecilik, şahsi verilerin hukuka aykırı bir şekilde ele geçirilmesi ve kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık yapma” gibi suçlardan aralarında tabip, hemşire ve sağlık görevlilerin de bulunduğu 18 şüpheli hakkında dava açılmıştır. Medyada konuyla ilgili kâfi miktarda malumat olduğu için bu müessif hadisenin detaylarına girmeyeceğim. Ama üzerinde durulması gereken vahim bir mesele var ki genelde problemler orada düğümlenmektedir. O da kamu hizmetlerinin kim tarafından ve nasıl verileceği hususudur.
Tüm gelişmiş ülkelerde bazı kamu hizmetleri devlet tarafından, bazı hizmetler ise hem kamu hem de özel sektör kuruluşları tarafından verilir. ABD gibi liberal kapitalist sistemlerde “jandarma devlet” kavramıyla ifade edilen adalet, güvenlik, vergi, istihbarat, göç ve dış temsil gibi konular kamu eliyle yerine getirilirken bunun dışında kalan hizmetler özel sektör tarafından verilmekte, devlet denetim makamında kalmaktadır. SSCB gibi Marksist ve merkezi plâncı ülkelerde ise tüm kamu hizmetleri devlet tarafından verilir. Özel sektör yoktur veya nadirattandır. Hem kamu hem de özel sektörün birlikte verdiği hizmetlerin durumu ülke rejimlerine göre değişmekte, kapitalist ve serbest piyasa ekonomisi uygulayan ülkelerde özel sektör daha fazla, sosyalist ülkelerde ise daha az olmaktadır.
Ülkemizde ise her ne kadar “karma sistem” deseler de 1983 yılına kadar devlet sektörünün ağırlıklı olduğu sosyalist bir sistem uygulanmakta idi. Turgut Özal’ın iktidarı döneminde Türkiye kapalı ekonomik sistemi dışa açıldı ve serbest piyasa ekonomisine geçildi. Ama kamu hizmetlerinin büyük kısmı devlet eliyle verilmeye devam edildi. Eğitim ve sağlıkta ise devletin yanında kısmen de olsa özel sektörün devlet kontrolü altında hizmet vermesi desteklendi. Bu uygulamanın yanlış olduğu düşünülmesin. Çünkü tekel olarak verilen hizmetlerin kalitesi her zaman düşüktür. Rekabet ise hizmet kalitesini arttırır.
Devlet kurumları topluma kâr elde etmek amacıyla hizmet veremezler. Zira halk kamu hizmetlerinin finansmanı için zaten bir bedel ödemekte ve enva-i çeşit vergilerle mükellefiyetini yerine getirmektedir. Bu sebeple kamu kurumları iflas da edemezler. Ama bu kurumların basiretli bir şekilde yönetilmesi ve kamunun zarara uğratılmaması gerekir. Kamuyu zarara uğratan, işini iyi yapmayan veya hiç yapmayandan da ilgili kamu kurumları hesap sorar ve mutlaka sorması gerekir.
Özel sektörün birinci önceliği ise kâr elde etmektir. Varlığını idame ettirmesi yaptığı hizmet karşılığı elde ettiği kazanca bağlıdır, aksi halde iflas eder. Özel sektör verdiği eğitim ve sağlık hizmetlerinde keyfi hareket edemez, suç işleyemez. Hizmetlerini devletin ve ilgili kurumlarının denetimi ve gözetimi altında yerine getirir ve getirmek zorundadır. İşte devletin gözetim ve denetimi hususunda problemler bulunmaktadır. Çünkü uzun yıllara sâri ahlâki yozlaşma, eğitimin içinin boşaltılması ile mânevî değerlerin ihmali gibi sebeplerle insanımızda vicdanî kontrol veya otokontrol hepten olmasa da büyük oranda kaybolmuştur. Vicdanlarda mânevî yasakçı olmadığı zaman geriye polis, zabıta, müfettiş, savcı, mahkeme gibi devletin dış kontrol unsurları kalmaktadır. Onların da vazifelerini ne ölçüde yerine getirdikleri meşkûktür. Bazen görevi denetim olan unsurlar da ihmalkârlık, önemsememe veya tembellik gibi sebeplerle görevlerini lâyıkıyla yerine getirmeyebilmekte veya daha kötüsü suçun parçası olabilmektedir.
Eğitim ve sağlık devletin üzerinde en hassas bir şekilde durması gereken iki önemli hizmet alanıdır. Yaygınlık bakımından da diğer tüm sektörlerden daha büyüktür. Halkın canını yakan suçların çoğu buralarda işlenmektedir. Bırakınız özel hastaneleri devlet hastanelerinde bile döner sermayeyi şişirmek için ayaktan tedavi olan hastalara yatış yazılabilmekte, akla hayale gelmez yollardan vatandaş veya kamu zarara uğratılmaktadır. Özel hastanelerde insanların evhamını tahrik ederek hiç olmaması gereken ameliyatlar “yakalanan” hastaya “âcil” kodu ile yapılabilmektedir. Bu satırları okuyan herkes çevresinde bu gibi hâdiselerin yaşandığını ve nadirattan olmadığını kabul edecektir. Bugün küvezde öldürülen bebekleri, yarın başka şekilde öldürülen yaşlıları, bir başka gün sakat bırakılan insanları konuşabiliriz. Hatta artık sıradanlaşan kadın cinayetlerini, bilmem kaçıncı suçunu işlerken sokakta gezen sapkınları, hakkını mahkemelerde kaybeden insanları, geciken veya hiç gelmeyen adaleti, hatta emniyet güçlerinin yakalaya yakalaya bitiremediği mafya ve cinayet şebekelerini de konuşabiliriz. Ama bunların hepsi bir sonuçtur. İşlenen suçların sebeplerine inmek ve çaresini bulmak hem daha az maliyetli hem daha fazla kazançlıdır. Bir şehre dönen dünyamızda her menfi hâdise bir yanı ile ülkemiz hakkında kötü bir propaganda ve imaj kaybı, diğer yanı ile de küresel rekabette o sektörleri kendi elimizle geriye düşürmek mânâsına gelir. Ayrıca hiçbir hâdisenin sosyal medyadan gizlenmesi veya kaçırılması da mümkün değildir.
Sonuç olarak devletin temel vazifesi vatandaşlarının başta can ve mal emniyetini sağlamak, temel hak ve hürriyetlerini garanti altına almak olduğu için ister kamu isterse özel sektör eliyle işlensin, bütün suçların sorumluluğu da vebali de müteselsil olarak halkın seçtiği hükümetin, onun emrindeki bürokratların ve kanun çıkarma yetkisine sahip olan TBMM’nin üzerindedir. Yönetim ve denetim bir paranın iki yüzü gibidir. Bir tarafı olmazsa veya eksik olursa o para geçerliliğini kaybeder. Denetimi eksik olan veya hiç olmayan yönetimlerin durumu da tıpkı o para gibidir, piyasada geçerliliği yoktur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BİRLEŞEMEYEN MİLLETLER VE BİRLEŞMİŞ OLİGARŞİK KUVVETLER
Kaynak: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Osmanlı Devleti’nin dünya siyasetindeki gücü zayıflayınca Düvel-i Muazzama denilen İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’nın etki gücü arttı. Milletleri yanyana yaşatan Osmanlı Barışı yerini Batı’nın sömürge siyasetine bıraktı. Hatta Rus Çar’ı 1. Nikolay Pavloviç İngiltere ve Fransa’ya Osmanlı Devleti’nin ölmek üzere olduğunu ve ellerini çabuk tutarak bu “hasta adamın” mirasını paylaşmayı teklif etmiş ve gizli bir anlaşma da imzalanmıştı. Birinci Cihan Harbi zengin petrol yataklarının bulunduğu Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere çıkarılmış bir sömürge rekabeti yarışıydı. Bolşevik ihtilali ile Rusya sahneden çekilince Devlet-i Aliye’nin toprakları İngiltere ve Fransa arasında pay edildi. Artık Osmanlı Barışı yerini Batı’nın sömürge siyaseti almıştı. Sömürge yarışında arkadan gelen Almanya ve Japonya’nın da hak iddia etmesiyle İkinci Dünya Harbi patlak verdi ve sadece cephedeki askerler değil şehir, kasaba ve köylerindeki insanlar da bu vahşetin kurbanları haline geldi. ABD Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerini atom bombası ile vurdu. Tek dişi kalmış canavarın medeniyet anlayışı gücün borusunu asker-sivil, kadın-erkek, yaşlı-çocuk tefrik etmeden öldürmek üzere öttürüyordu. İkinci Dünya Harbi adıyla anılan bu çılgınlık 1939’dan 1945’e kadar sürdü ve yaklaşık 80 milyon insanın canına mal oldu.
İşte Birleşmiş Milletler (BM) adı altında bir yapının kurulması tekrar böyle bir savaşın çıkmaması ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması amacıyla ABD’de 24 Ekim 1945 tarihinde kuruldu. Kurucu üyeler arasında Türkiye de bulunuyordu. Kuruluşunda 51 üyenin bulunduğu BM’nin bugün 193 üyesi var. Her yıl 24 Ekim BM Günü olarak kutlanmakta, devlet veya hükümet başkanları ABD’nin New York şehrine gelerek BM binasındaki toplantıya katılmakta ve Genel Kurula hitap etmektedir. Bu sembolik faaliyet arka planda ABD’nin patronluğunu her daim hissettirmekte, bu sebeple bazı devlet başkanları bu toplantılara iştirak etmemektedir. BM’nin ana organları içinde yer alan Güvenlik Konseyi (BMGK) BM’yi içi boş bir çuvala döndürmekte, veto yetkisini haiz ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in elinde oyuncağa dönüşen BM ne barışı koruyabilmekte, ne de veto ayrıcalığını taşıyan ülkelerin menfaati dışında bir işe yaramaktadır. Sürekli demokrasiden bahseden ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği beşli çete oligarşisine dönüşen BM’yi diğer 188 ülkenin demokratikleştirememesi veya silkeleyip atamaması hayret vericidir[1]. İşte bu sebeple Türkiye Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan her sene BM kürsüsünden “Dünya Beşten Büyüktür” diye haykırmakta ama sesi arzu edilen aksi sedayı vermemektedir.
Yine de takdire şayan bu gayretin devam etmesi gerekir. Bazılarının salonda kaç kişi olduğu, kimin dinleyip dinlemediği dedikoduları ciddiyetten uzaktır. Zira hiç olmazsa bu sesi duymaya hasret olanların kulaklarına “İsrail’in Filistin halkına yaptığı soykırımı, onu destekleyenlerin de soykırım ortağı olduğu, bu yeni Hitler’in durdurulması gerektiği” sözleri gitmiştir. En azından tarihe not düşülmüştür. Arap devletleri ile çevrilen İsrail’e karşı kılları kıpırdamayan devlet başkanları azarı yemiş, çılgınca intihara koşan İsrail ikaz edilmiştir.
Evet, aklı başında olan Musevilere hatırlatmakta fayda var ki, Hıristiyanların nezdinde Yahudiler Hz. İsa’nın katili olarak en aşağı bir millettir. Daha düne kadar Avrupa’nın gettolarında sıkıştırılmış, gaz odalarında boğulmuş, fırınlarında yakılmıştır. Yahudiler bugün hâlâ varsa, mevcudiyetlerini Müslümanlara ve özellikle de Osmanlı Devleti’nin şefkat aguşuna borçludur. Bugün Müslümanların nefretini biriktiren İsrail yarın kendini kullananlar geri çekilince başına nelerin geleceğini bir kere daha hesap etmeli, ona göre davranmalıdır. Atalarımız “rüzgâr eken fırtına biçer” sözünü boşuna söylememiştir ve belki de Yahudilerin sığınacağı yeni bir Osmanlı bulmak için de vakit çok geç olacaktır.
[1] BM’nin 5’li çete oligarşisinden kurtulmasına dair bkz. Bozan, Mahmut (2023). Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 76, 254-271; DOI: 10.51290/dpusbe.1255386, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2970045
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YENİ TÜR BİR KAZAN KALDIRMA VEYA KILIÇ GÖSTERME
Kaynak: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Mahalli idare seçimlerinde AK Parti’nin 20 yıldır sürdürdüğü birinciliği kaybetmesi bazı iştihaları kabartmışa benziyor. Bu durumu ANAP’ın siyasi sahneden siliniş sürecine benzeten çevrelerde kıpırdanmalar ve tahrikler başladı bile. Kara Harp Okulu mezunlarının 30 Ağustos 2024 tarihinde yapılan mezuniyet merasiminden sonra 960 öğrenciden yaklaşık 300 mezunun programda olmadığı halde bir araya gelerek kılıçlarını çekip her türlü “disiplin” kurallarını bir yana bırakarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye bağırmaları ve bu meydan okumanın kayda alınarak medya üzerinden yayınlanması, bu işe liderlik eden teğmenin de dönem birincisi bir kadın olması anlık bir toplanma değil, ciddi bir organizasyonun tezahürü olarak görülmektedir. Bu hadise ile Milli Savunma Üniversitesi’nde Talat Aydemir geleneğini devam ettirmek isteyen perde arkasındaki kıdemli Harbiyelilerin varlığı da ortaya çıkmıştır.
Harbiyelilerin slogan atmasını sahiplenenler onca yaşanmışlıkların üzerini “Ne var bunda canım, söylediklerinde karşı çıkılacak ne var?” diye örtmeye çalışıyorlar. Ancak bir yere işaret edildiğinde “akıllı insanlar işaret edilen yere, maymunlar ise işaret edenin parmağına bakar” diye bir söz vardır. Teğmenlerin yaptığı bu çıkışın adı siyaset biliminde Yeniçerilerin “kazan kaldırma” eylemiyle eşdeğerdir. Darbe sevici demokrasi düşmanları ise her fırsat bulduklarında “genç subaylar rahatsız” diyerek, “zinde güçlerden” dem vurarak vatan savunması için bilenen kılıçları ve silahları milli iradeye yöneltmeye, başbakan asmaya, hükümetleri devirmeye hâsılı dâhile çevirmeye uğraşmışlardır. Yirmi yıldır iktidar hasreti çeken bazı çevrelerin mahalli idarelerde önlerine açılan fırsatı değerlendirerek milli iradeyi ikna edecek hizmet ve faaliyetler yapmak yerine gölde su bekleyen kurbağa sabırsızlığında “erken seçim, âcil çözüm” gibi arayışlara girmesi ve her zaman olduğu gibi “koç başı” olarak silahlı kuvvetleri istismara kalkışması inatçı ve kronik bir milli irade nefretinden kaynaklanmaktadır.
Bir kısım Harbiyelilerin “kılıçlı gösterisi” tarihte yapılan bazı sembolik hareketleri hatırlatmaktadır. Hz. Ali’ye karşı mağlubiyeti, askerlerin mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırıp “Kur’an hakem olsun” diyerek galibiyete çeviren Amr ibnül As’ın taktiğini akıllara getirmektedir. Kendi tarihimizde ise Bâb-ı Ali baskını ile kayda geçen “Halaskârân-ı Zâbitan” örneğinden beri içeriye kılıç gösteren ve “ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtarma” adı altında iktidarı ele geçirmeye çalışan muhterisleri tedai ettirmektedir. Bu kesimlerin kullandığı sembollere bakıldığında, “..ışıkları sabaha kadar sönmedi, sürekli aydınlık için…” gibi dönemine göre medya cinlerinin akıl dânelik ettiği pek çok mesaj verici örnek bulunabilir. Unutulmamalıdır ki her sembolün arkasında bir siyaset veya bir strateji veya en azından bir taktik yatar. Siyasetin algısı işte bu gibi küçük sızıntıları takip ederek suyun kaynağını bulmak, ona göre de bentleri tamir ve tahkim etmektir.
Milletin yönetme yetkisi verdiği hükümetin meseleyi kalıcı olarak çözeceğine inanmak istiyoruz. 21. Yüzyılı da bir kısım azgın azınlığın darbe söylentileri ile heba edemeyiz. Silahlı kuvvetlerimiz bizim gözbebeğimiz değil, tekmemiz, yumruğumuz ve tokadımızdır. Bu tekme ve tokadın muhatapları ise harici düşman ve tehdit unsurlarıdır. İçeriye kılıç sallayan ve sallatanların te’dip edilmesi ise askeri disiplinin gereği hatta vazgeçilmezidir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
DÜNYADA 5’Lİ ÇETENİN SALTANATI VE DEMOKRASİ ŞARKILARI
Soykırım suçlusu Netenyahu, suç ortağı ABD Kongresi’nde 53 kez alkışlandı (anonim).
Arkadaş! Yurduma (gönül coğrafyama) alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.
Mehmed Akif Ersoy
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Dünyada 200 civarında irili-ufaklı devlet bulunmaktadır. Birleşmiş Milletlere (BM) üye olan devlet sayısı 193’tür. Bu devletleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün olsa da en kestirme değerlendirme şekli hangilerinin sürüklenen devlet olduğuna ve keza hangilerinin de sürükleyen devlet olduğuna bakmaktır. Sürüklemek veya bir devleti bağımlı hale getirmek irade ile olurken sürüklenmek bir tercih değil, acizlik veya çaresizlikle olur.
BM’de 193 üye ülke bulunsa da bu ülkelerin 188’i sürüklenen ülke konumunda, 5 tanesi ise sürükleyen devlet statüsündedir. 2. Dünya Harbi’nin galipleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin şimdi farklı yerlerde dursalar da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi adı altında güç birliği yapmaya devam etmektedirler. Bu 5’li çeteden bir tanesi bile “veto hakkı” ile BM’yi karar almaktan alıkoyabilmekte, dünya çapında işlenen cinayetlerin, soykırımların, işgallerin hesabı sorulamamaktadır. Bu tablo devam ettiği müddetçe 188 ülke bu aşağılanmaya razı olmakta ve bir cihette de hak etmektedirler! Türkiye başta olmak üzere bu duruma itiraz eden ülkeler yok değildir ancak diğer ülkelerden istenilen sevide destek gelmemektedir. Hatta BM’de halkları Müslüman olan 56 ülke bile bir birlik ortaya koysalar bu zorba düzeni alt edebilecekken maalesef çatısı altında toplandıkları İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın dünya siyasetinde esâmesi okunmamaktadır.
Sürükleyen devlet konumunu devam ettirmek için 5’li çetenin aldığı tedbirlerden birisi G8, diğeri ise G20 başlığı altında yine kendi riyasetlerinde yeni yapıların oluşturulmasıdır. 5’li çeteye G8 ülkeleri adıyla bir halka ilave edilmiş Kanada, Almanya, İtalya ve Japonya bu yapıya dâhil edilerek bir nevi “gönülleri alınmış” ve 5’li çete üyesi Çin’e de “sen fakirsin, bu masada oturamazsın” denilmiştir. Yeni payandalarla güçlendirilen yapı tekrar su almaya başlayınca bu sefer de G20 ülkeleri adıyla payanda sayısı arttırılmıştır. Yine karar alma 5’li çeteye aittir fakat G20 içinde bulunmak veya genişletilmiş masadaki bir sandalyeye ilişmiş olmak “ağıza bir parmak bal çalmak” misali davet edilen ülkeleri mutlu edebilmekte, lütfedilen bu itibar ve ayrıcalıkla 5’li çetenin ömrü biraz daha uzatılmaktadır.
Dünyada 5’li çetenin menfaatleri için işlenen cinayetlere hiçbir uluslararası kuruluş müdahale edememekte veya etmemekte, zâlim kibrinde, mazlum zilletin çukurunda yaşamaya devam etmektedir. Bu uğurda Rusya Ukrayna’yı boğazlamakla meşgulken, ABD-İsrail-İngiltere üçlüsü Filistin halkını yeryüzünden silmek için elinden geleni yapmaktadır. Filistin toprakları adeta taş üstünde taş bırakılmayacak şekilde tahrip edilirken, Gazze’de bebek, çocuk, yaşlı, kadın demeden 40.000 masum Filistin halkı şehit edilmiştir. Yaralı ve sakat bırakılanların sayısı 100.000’i çoktan aşmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin talebi ile İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçundan yargılanmaya başlanmış, Türkiye ancak “ba’de harab-il Gazze” davaya müdahil olmak için müracaatta bulunabilmiştir.
Hitler’in soykırımına uğrayan Yahudilerin, bugün Filistin topraklarında işgalci bir devlet olarak ABD himayesinde Filistin halkına aynı soykırımı yapıyor olması, soykırımın bir numaralı sorumlusu İsrail Başbakanı B. Netenyahu’nun ABD Senatosunda konuşturulması ve defalarca ayakta alkışlanması dünyanın gözünü açmalı, Müslümanların gözünü ise daha çok açmalıdır. Zira görünen tablo görünmeyen daha büyük bir plânın sadece küçük bir parçasıdır. Büyük plân ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’dir. Daha sonra Fas’tan Endenozya’ya kadar genişletilen bu projenin gayesi İslâm ülkelerini dünya siyasetinde karar alma mekanizmalarının dışında tutmak ve “sürüklenen ve sömürülen devletler” konumuna ilelebed mahkûm etmektir. Araya katılan “demokrasi” şarkısı ise bu zulmün fon müziğidir.
Bu müzik eşliğinde Hamas, Hizbullah, Lübnan, Suriye, Irak, İran derken Türkiye’nin istinat duvarları yıkılmaya çalışılmaktadır. Humeyni ile açılan Şii hilâli Batı desteği ile Suriye’den Yemen’e kadar uzatılmış, Araplar korkutularak epeyce bir silah satılmış ve silahta yedek parça bağımlısı haline getirilmiş, daha sonra da hilâlin iki ucu kopartıla kopartıla İsmail Heniye suikastı ile İran’ın içlerine kadar girilmiştir. Belli ki Batı “güç elde iken ve fırsat varken” siyonist maşayı kullanarak İslâm dünyasına belini doğrultamayacak darbeler indirmeyi plânlamaktadır. Siyonist maşa olan İsrail ise “gölgesinde yattığı kağnıyı kendi gölgesi sanan it misali” büyüklük pozları takınmaktadır. Geleceğin ne getireceği belli olmaz ama Türkiye’nin durduğu yeri belirlemek adına bu menfi tabloya bir başka açıdan da bakılabilir. Belki de kader Türkiye’yi 5’li çetenin oyununu bozma hareketine öncülük etmeye, İslâm dünyasının birliğini sağlamak için harekete geçmeye, iktisadi, siyasi, askeri ve teknolojik hazırlıklarını bir an önce yapmaya zorlamaktadır. Kim bilir?
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EZANIN MÂNASI
Edirne Selimiye Camiî
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Mehmed Âkif Ersoy
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İslâm dünyasının önemli alem, şeâir ve işaretlerinden birisi Hicri takvim olduğu gibi, Ezan da bu şeâirin en önemlilerinden bir diğeridir. Hicreti müteakip Medine’de İslâm devleti tesis edildikten sonra ilk uygulamaya konulan şeâir Ezan olmuştur. Müslümanları namaza davet meselesi müzakere edilirken Mecusi, Yahudi ve Hıristiyanların adetlerinden farklı olarak bugünkü şekliyle Ezan kabul edilmiştir. Bir sahabenin Hz. Peygamber’e (asm) gelerek rüyasında kendisine ezan öğretildiğini söylemesi üzerine Hz. Muhammed (asm) Bilal-i Habeşi’ye her bir cümlesini ikişer defa söylemek şeklinde ezan okumasını emretmiş ve ilk Ezan Hicri 1. yılda yani 622 senesinde okunmuştur. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için hususi bir yer yapılmıştır. Zaman içinde Ezan okunacak yer bugünkü minarelere dönüşmüş, mescit ve camiler tek, çift veya üç şerefeli minarelerle donatılarak resimdeki Edirne Selimiye Camii örneğinde olduğu gibi İslâm sanatının en nadide eserleri vücuda gelmiştir. Ezan tüm İslâm dünyasında şu sözler tekrarlanarak okunur; “Allahü ekber (4 kere), eşhedü en lâ ilâhe illallah (2 kere), eşhedü enne Muhammeden resûlullah (2 kere), hayye ale’s-salâh (2 kere), hayye ale’l-felâh (2 kere), Allāhü ekber (2 kere), lâ ilâhe illallah (1 kere).” Ezanın bu şekilde okunmasına kanaat etmeyen Şiî’ler “Eşhedü enne Aliyyi veliyyullah” cümlesini ilave ederek burada da ikilik çıkarmış ve muhalif tavırlarını ortaya koymuşlardır.
Ancak Ezan en ağır darbeyi Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türkiye’de almış, 3 Mart 1924 tarihinde Şeriyye ve Evkaf Vekâlet’inin lağvı sonrası kurulan Diyanet İşleri Riyasetinin 1932 yılında yayınladığı bir tamimle yasaklanarak yerine Türkçe tercümesinin okunması emredilmiştir. Bu yasağa uymayanlara ağır cezalar uygulanmıştır. Yasak 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidarı ile birlikte kaldırılmış ve asli hüviyetine tekrar kavuşabilmiştir. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’nin 23.06.1950 tarihinde müftülüklere gönderdiği bir yazıda dini lisanla Ezan okuyacak müezzin açığı olup olmadığı hususunda bilgi istenmiş ve Ezanla ilgili şu ifadelere yer verilmiştir:
“Mâna ve muhtevası bakımından Ezan hem namaz hem de İslâm için bir çağrıdır. Yani Ezan vasıtasıyla insanlar bir taraftan namaza çağrılırken diğer taraftan İslâm’ın üç temel ilkesini oluşturan Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in (asm) O’nun Resulü olduğu ve asıl kurtuluşun (felâh) âhiret mutluluğunda bulunduğu gerçeği açıklanmış olur. Yer küresinin güneş karşısındaki konumu ve kendi çevresinde dönüşü ile namaz vakitlerinin oluştuğu göz önünde bulundurulduğu takdirde Müslümanlarla meskûn olan her noktada günde beş defa okunan ezanın kesintisiz devam ettiği, bu ilâhî mesajın günün her anında yeryüzünden yükseldiği anlaşılır. Hz. Peygamber’den (asm) nakledilen birçok hadis Ezanın mâna ve önemini dile getirmekte ve Ezan okumanın faziletlerini belirtmektedir. Ezan ve Kametin sadece bir ilan değil, namaz vakitlerinde ve Peygamber (asm) tarafından takrir edilmiş olan hususi lafızlarla ve namaz vakitlerinin girdiğini bildiren bir i’lam ve ilan olduğu ilmi ve dini bir hakikattir. Kitap ve sünnetle sabittir. Efazı mahsusa, Ezanın rüknü ve sıhhatinin şartı olduğuna göre hususi lafızlarından başkasıyla okunan Ezana –velev en doğru bir tercüme ile de olsa- itibar yoktur.”
Evet İslâm cihanşümul bir din olduğu gibi onun şeâirleri de cihanşümuldür, hem birer alemdir. Bu sebeple Ezanı duyan her Müslüman onun ne mânaya geldiğini bilir, tıpkı namaz ve Kur’an gibi. Ona yapılan saldırıların ne mânaya geldiği de kimsenin meçhulü değildir. Gerçekten 1446 yıldır okunan ezanlar tüm insanlığa İslâm’ın temel inanç değerlerini sürekli ilan etmektedir. Yani Ezan; Allah’tan başka büyük herhangi bir şey olmadığını, Allah’ın bir ve tek olduğunu, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğunu, sulh ve huzurun herkesi kullukta eşitleyen namazda olduğunu, kurtuluş ve ebediyete İslâm’la ulaşılacağını ve nihayet kulaklara küpe olacak en değerli hakikatin ondan başka ilahın olmadığı Allah’ın birliği gerçeğinde yattığını terennüm etmektedir.
Dünyanın büyücek bir şehre dönüştüğü günümüzde farklı milletlerin, farklı dillerin aynı Mescid veya Câmide, Ezanın ve Kur’an’ın birleştirici ifadelerinde huzur içerisinde, kardeşlik havasında birlik ve beraberliğini başka hangi şekilde sağlayabilirdik? Temennimiz Kur’an’ın ve Ezanın davetindeki mânayı Müslümanların hakkıyla kavraması, kardeşlik hukukunu tahkim etmesi ve Ezanın ilk okunduğu dönemdeki şuura tekrar kavuşmasıdır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
HİCRET VE HİCRİ TAKVİM
Mescid-i Nebevi
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Bugün (07 Temmuz 2024), Hicri takvime göre 1446 senesinin ilk günü, yani hicri yılbaşıdır. Hz. Peygamber’in (asm) Mekke’den Medine’ye hicreti ile kurulan ilk İslâm Devleti’nin doğuş tarihidir. Bu sebepledir ki Hz. Ömer zamanında bu devletin takviminin başlangıç tarihi 622 yılı Muharrem ayının 1. Günü olarak kabul edilmiş ve tüm İslâm devletleri de bu takvimi kullana gelmiştir. Hicri takvim ayın dünya etrafında dönüşünü esas alır, bu sebeple şemsi (güneş) değil kameri (ay) bir takvimdir. Kameri takvimde bir ay 29,5 gün, on iki aylı bir yıl 354,3 gündür. Böylece ramazan ve hac ibadetleri yılın her ayını dolaşır. Osmanlı Devletinde hicri takvim uygulaması yanında mali konularda duyulan ihtiyaç üzerine yine hicreti (622) başlangıç olarak alan Rumi takvim de 1840 yılından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Rumi takvimde de dünyanın güneş etrafındaki dönümü esas alınmış olup, bir yıl 365 gündür. Her iki takvimde 26 Aralık 1925’te çıkarılan 698 sayılı Kanun’la ilga edilerek yerine Gregoryen Miladi takvim kabul edilmiş ve 1 Ocak 1926’dan itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca ayların isimleri de değiştirilmiş, Cuma günü tâtil olmaktan çıkarılarak Hristiyan ve Yahudilerin tâtil günleri olan Cumartesi ve Pazar günleri resmi tâtil olarak kabul edilmiş, Cüneyt’in batılı, çağdaş ve modern bir Coni olması için elden gelen her şey yapılmıştır. Bu ifadelere bazıları alınganlık gösterebilir. Ancak kendi geçmişi, tarihi, an’anesi, örfü, inancı, takvimi, tâtili, ölçüsü, tartısı, alfabesi, hukuku ve sair her şeyi olan bir milletin kendi değerlerini başka dinden bir milletin değerleriyle değiştirmeye ihtiyacı yoktur, Türkiye dışında dünyada örneği de yoktur.
Gregoryen Miladi takvimin başlangıcını Hristiyanlar Hz. İsa’nın (asm) doğum tarihi (0) olarak, yılın ilk gününü de (1) Ocak olarak kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber’in (asm) ne zaman hicret ettiği ayıyla günüyle sabitken, Hz. İsa’nın (asm) doğumunun ne yılı ne de günü bellidir. Ancak Hristiyanlar kendi dini anlayışlarını “yeni yıl” adıyla Müslümanlara bile yuttururken veya bunu yutmaya hazır ve teşne bir Müslüman toplumu inşa ederken buna karşı Yahudiler gibi kendi inanç ve takvimlerini koruyan milletler de vardır. Bu gün Hicri takvime göre 1446, Miladi takvime göre 2024, İbrani takvimine (Roş Aşana ) göre ise 5785 yılındayız. İbrani (Yahudi) takvimi de aynen Hicri takvim gibi kameridir. İbrani takviminin ay ve günleri de değişmemiş fakat Türkiye Cumhuriyeti 1945 yılında 4696 sayılı Kanun’la ayların isimlerini de değiştirmiştir.
Hicret’in çağrıştırdığı bir başka husus da siyasidir. İslâmiyet Mekke’de doğmuş, Yesrib’de devlete dönüşmüştür. Bu sebeple Yesrib adı Hz. Peygamber (asm) tarafından Medine olarak değiştirilmiştir. Medine sadece şehir değil, devlet mânasına da gelmektedir. Nitekim bugün İsrail’in resmi adı Medinat Yisrael’dir. Tıpkı Türklerde İl’in hem şehir hem de devlet mânasına gelmesi gibi. Hicretten sonra Hz. Muhammed (asm), “İbrâhim (asm) Mekke’yi harem yaptığı gibi, ben de Medine’yi harem yaptım” diyerek, şehri Haremeyn-i Şerifeyen’in ikincisi olarak ilân etmiştir. Medine aynı zamanda İslâm devletinin baş şehridir ve bu devlet 10 yıl içinde tüm Arap yarımadasına hâkim olmuştur. Sonraki 30 yıl içerisinde yani Hulefay-ı Râşidin döneminde de dünyanın en büyük devletine dönüşmüştür. Hz. Ali’nin siyasi kargaşanın iki haremden biri olan Medine’yi sarsmaması için hilâfet merkezini Kûfe’ye taşınmasına kadar da başkentliği devam etmiştir.
İşte hicri takvim denilince bir solukta akla gelen tarihi tablo budur. Miladi yılbaşlarının hareketlendirdiği, kısmen de olsa ışıklandırılan çamlarla meydanların bayram yerine döndürüldüğü, havai fişeklerle kutlamaların yapıldığı, gecelerin uykusuz geçirildiği ülkemizde, mesele kendi geçmişin, kendi tarihin, kendi kimliğin ve kişiliğin ve hatta inancın olunca maalesef hicri yılbaşımız sessiz, habersiz, fark edilmeden, te’sid ve tebrikat yapılmadan, alayişsiz, nümayişsiz, bizi de hüzünlendirerek aramızdan kayıp gitti.
Sahip çıkanların ve benim diyenlerin hicri yılını ve Muharrem ayını tebrik ediyorum. Umudun parolası her zaman “külli âtin garib”dir. Evet, gelecek yakındır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
27 MAYIS ŞEKAVETİ VE DEMOKRASİNİN VESAYET ALTINA ALINMASI
Fotoğraflar: Eşkıyaların astığı Adnan Menderes (ortada), Fatin Rüşdü Zorlu(solda) ve Hasan Polatkan (sağda)
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
27 Mayıslar sürekli kanayan ve kabuk bağlayamayan bir yaranın ifrazat yıldönümleridir. Millet için öfkenin, nefretin, ihanete başkaldıramama pişmanlığının tekrar tekrar yaşandığı maşeri vicdana saplanan üç paslı çivinin tetanoz nöbetleridir. Darbeciler nazarında ise 27 Mayıs şekaveti, totaliter bir rejimin kendilerine sağladığı ayrıcalıkları korumanın, çok partili hayatı tekrar tek parti diktatörlüğüne çevirmenin adıdır. Bu sebepledir ki 27 Mayıs şekaveti halkın tepesinde ebediyen oturmak isteyen, halktan, halkın oyundan, sandıktan ve demokrasiden nefret eden kesimler tarafından sürekli olarak savunulmuş ve bugün de savunulmaya devam edilmektedir. 27 Mayıs şekavetinin içinde olanlara bakıldığı zaman geniş bir oligarşik yapının bu darbede rol aldığı görülür. Bunlar arasında bugün de bakiyeleri kısmen devam eden bir kısım silahlı bürokratları, kitaplı-kitapsız üst düzey hukukçu ve akademisyenleri, halkın oyuyla ebediyen iktidara gelemeyeceğini bilen siyasetçileri, kamu kaynaklarını yağmalayarak kolay yoldan zengin olan aile şirketlerini ve güce köpeklik yapmaktan zevk alan bir kısım gazeteci takımını görebiliriz. Darbenin dış bağlantılarına bakıldığı zaman ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da ABD’nin doğrudan ve dolaylı etkisi hemen ortaya çıkar. Bu etki iktisadi ambargolar, NATO üzerinden hulul etmeler, muhalefeti cesaretlendirmeler ve bir kısım subayları tahrike kadar değişik araçlarla siyasi iktidarı abluka altına alma gayretleri şeklinde tezahür etmektedir[1].
Tüm bunlara karşı daha dün jandarma dipçiğiyle sindirilmiş, tahsildar eliyle ekmeğine el konulmuş, Kur’an okuduğu veya okuttuğu için işkence görmüş, hapsedilmiş, Haccı, ezanı yasaklanmış, Müslüman kimliğinden soyutlanarak zorla ecnebi bir kimliğe büründürülmeye çalışılmış bir toplumun tepkisiz, pasifize edilmiş ve yıldırılmış haleti ruhiyesi çok da muaheze edilemez. Bu sebepledir ki darbe döneminde milletin gözyaşı içine akmış, Menderes başta olmak üzere idam edilen rical-i devlet için ağıtlar yakılmış, mersiyeler okunmuş, doğan çocuklara Adnan ismi verilerek bir nevi pasif bir direniş sergilenmiştir. Şakiler, darbeciler lanetlenmiş ve ademe mahkûm edilmiş, idam edilenler ise milletin vefa hissiyle yad ettiği ve yaşattığı kahramanlara dönüşmüştür.
27 Mayıs şekavetinin safahatı bu makalenin hacmine sığmayacağı ve merak edenlerin yakın tarihin sayfalarında detaylı malumat bulacağı için burada darbe ile neyin amaçlandığı ve nasıl sonuçlar alındığı üzerinde durmak daha uygun olacaktır. Bu darbe ile eski diktatörlük dönemine ve totaliter rejime tekrar dönüş amaçlanmıştır[2]. Halka “haşerat” nazarıyla bakan, halkın inanç, örf, adet, gelenek ve kimlik değerlerinden nefret eden, kendini ülkenin sahibi ve efendisi olarak gören, halkı da kölesi zanneden azınlık bir kesim milli iradeyi ipe çekerek bir nevi intikam almıştır. Darbe oligarşik bir çabanın mahsulüdür. Askeri cenahda ise 37 düşük rütbeli subay ile darbenin başına geçirilen Orgeneral Cemal Gürsel’in oluşturduğu Milli Birlik Komitesi bulunmaktadır[3].
27 Mayıs 1960 cuntasının en korkunç safahatı Yassıada Mahkemelerinde yaşanmıştır. Hukukun ayaklar altına alındığı Yassıada’da “Yüksek Adalet Divanı” adıyla ihtilalin giyotin sehpası kurulmuş, tuluat tiyatrosu kabilinden yargılamalar ve bebek-köpek davası türünden iddialarla 15 kişi idama mahkûm edilmiştir. Halkın oyu ile iktidara gelen bir hükümetin en önemli üç şahsiyeti Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmişlerdir[4]. İçişleri Bakanı Namık Gedik ise tutuklu bulunduğu harp okulunda işkence ile öldürülmüş ve ” bir kedinin bile geçemeyeceği kırık camdan atlayarak intihar ettiği” iddia edilmiştir[5]. Diğer idam cezaları mahkumiyete çevrilmiş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise “yaşı sebebiyle” idam edilmemiştir.
1960 şekaveti sonuçları itibariyle Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde telafisi son derece zor olan yaralar açmıştır. Öncelikle halka ve milli iradeye korku salınmış, halkın seçtiği hükümetler sürekli darbe ve idam tehdidi altında tutulmuştur. Darbenin hazırlık safhasında baş rolü oynayan İsmet İnönü’nün TBMM kürsüsünden savurduğu tehditler daha sonraki darbelerin de habercisi mahiyetindedir[6]. 27 Mayıs 1960 darbesi ile demokrasi vesayet altına alınmış ve vesayetin idamesi için 1961 darbe anayasasında vesayet kurumları ihdas edilmiştir. TBMM, milli iradenin temsilinde yegâne organ olmaktan çıkarılmış, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve TBMM eliyle kullanılır” ibaresi “yetkili organlar eliyle kullanılır” şeklinde değiştirilerek TBMM’ye irili-ufaklı 15 yeni ortak getirilmiş, milli irade kötürüm edilmiştir. TBMM’nin üstüne bir Senato konularak, içine de şakiler -milletin oyuna muhtaç olmayacak bir statü ile- “temelli senatör” olarak oturtulmuştur.
İktidarı ele geçiren eşkiyalar Milli Birlik Komitesi adıyla ülkeyi yönetmeye başlamış, NATO’ya CENTO’ya bağlılık beyanları ile efendilerine sadakat biatleri yenilenmiş ve onlar rahatlatılmıştır. Efendileri de “yeni hükümet ile çalışmaya hazır olduklarını” beyan ederek darbecileri desteklediklerini ilan etmişler, daha sonra da kredi musluklarını açarak darbecilerin ellerini rahatlatmışlardır. Operasyonlara girişen darbeciler ordudan 235 general ve 3.500 civarında subayı tasfiye ederek askeri yapıyı zaafa uğratmışlardır. Tasfiye hareketinden tüm muhalif unsurlar nasibini almış, 520 savcı ve hâkime görevden el çektirilmiştir. Üniversitelerden de muhalif 147 akademisyen tasfiye edilmiştir.
27 Mayıs 1960 darbesinin milletimiz, devletimiz ve siyasi sistemimiz için çok vahim sonuçları olmuştur. Birinci vahim sonuç, demokratik vesayeti teminat altına alan ve müesseselerini oluşturan 1961 darbe anayasasıdır. Bu sert ve değiştirilmesi zor olan anayasa 1971 muhtırası sonrası yine darbe müteşebbislerince değiştirilmiş, 1980 darbecileri tarafından da -yerine yeni bir darbe anayasası konulacağı için- lağvedilmiştir. İkincisi, TBMM’yi etkisizleştirmek için kurulan Cumhuriyet Senatosudur. Bunun mütemmimi olarak da seçim sistemi değiştirilmiş, koalisyonlara kapı aralayan nisbi temsil sistemi getirilerek çoğunluk sistemi ortadan kaldırılmıştır. Vesayetin “yılmaz bekçileri” tarafından Meclisi kontrol altında tutmak üzere Anayasa Mahkemesi, yürütmenin kontrolü için de Milli Güvenlik Kurulu ihdas edilmiştir. Bu arada Mlli Savunma Bakanına bağlı olan genelkurmay başkanı da muğlak bir düzenleme ile iğreti olarak Başbakana karşı sorumlu konuma getirilmiş, Başabakanlığa bile bağlanmamıştır. Hatta suç işlemesi durumunda onu yargılayacak bir merci bile yoktur. Askerleri devlet içinde devlet haline getirmek için Askeri Yargıtay kurulmuş, böylece Milli Güvenlik Hükümetinin yargı ayağı da teşkil edilmiştir. Daha sonra buna Devlet Güvenlik Mahkemeleri de eklenecek, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile ticarete el atan subayların Sayıştay’ın mali denetiminden çıkması da sağlanacaktır. OYAK’a üyelik mecburi hale getirilecek, subay ve astsubay maaşlarından %10, yedek subay (asteğmen) maaşlarından %5 oranında her ay bu fona para kesilecek, askerlik mükellefiyetini tamamlayan yedek subaylara da kesilen paraları iade edilmeyecek, muafiyet ve istisnalarla kamu kaynaklarından beslenen OYAK Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri haline gelecektir. Tüm darbecilerin yaptığı gibi bu şakiler “darbeyi eleştirmenin suç olduğunu” kanuna bağlayacaklardır (1962/38 Sayılı Kanun). Şakilerin diğer önemli icraatı ise cumhurbaşkanlığına aday olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i ölümle tehdit ederek adaylığının engellenmesi ve 26 Ekim 1961’de yapılan seçime tek aday olarak giren Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı yapılmasıdır. Bu hareket daha sonra askeri terfide genelkurmay başkanlığından sonra cumhurbaşkanı olma hevesini doğuracak ve Türkiye’de asker cumhurbaşkanları dönemini başlatacaktır. 27 Mayıs darbesinin “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak ilanı ve bir sonraki darbeye kadar resmî tatil olarak kutlamalara zorla konu edilmesi de tüm darbe günahlarına tüy diken bir küstahlık, alçaklık ve edepsizlik olmuştur.
Sonuç, 27 Mayıs 1960 darbesi millete ve devlete yapılan bir eşkıya tasallutudur. Millete musallat olan bu habis ruh bugün umutsuz ve çaresiz de olsa belirli çevrelerde yaşamaya devam etmektedir. Ancak zaafiyeti sebebiyle kendisini millet ve demokrasi düşmanı olarak değil, demokrat, çağdaş, modern, laik, cumhuriyetçi ve Kemalist gibi bazı isimler altında saklamaya çalışmaktadır.
[1] 27 Mayıs 1960 darbesinde ABD’nin oynadığı rol ile ilgili bkz. Armaoğlu, Fahir (1996). Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı. Belleten, 60, s. 203-226. https://belleten.gov.tr/tam-metin/2377/tur
[2] Bu hususta Süleyman Demirel’in şunları söylediği nakledilir. “1950 seçimleri diktatörlerin yönettiği devlete karşı halkın kazandığı bir zaferdi. Diktatörlerin elinden devleti alma hareketiydi. 1960 darbesi ise, halkın elinden devleti alma hareketidir.”
[3] 3. Ordu komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala, Milli Birlik Komitesi’ne 27 Mayıs 1960 darbesinin liderinin kim olduğunu sorar ve eğer liderleri kendisinden daha kıdemli bir orgeneral değilse emrindeki 3. Ordu ile Ankara’ya yürüyüp isyana son vereceğini bildirir. Bunun üzerine emeklilik öncesi izne çıkan Cemal Gürsel darbenin başı olarak ilan edilir. Darbe sonrasında Orgeneral Ragıp Gümüşpala emekliye sevk edilecek, o da Adalet Partisi’nin kuruluş çalışmalarına katılarak 1961 yılında da genel başkanı olacaktır.
[4] İdamdan 9 gün sonra Menderes’in evine gidilerek evin kapısına idam hükmünün bir suretinin asıldığı ve idam edilirken kullanılan ip, idam gömleği, cellat, imam ve son gün yiyip içtiklerinin parasının eşi Berrin Menderes’ten alındığı daha sonra yazılan eser ve hatıratlarda zikredilmektedir.
[5] Namık Gedik’in ölümü ile ilgili bkz. http://www.yeniaktuel.com.tr/tur106,158@2100.html.
[6] TBMM konuşmasında “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam” diyerek iktidarı tehdit eden İsmet İnönü, “Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır” demiştir. Bkz. İsmet İnönü’nün TBMM’deki konuşmaları, Cilt 2, TBMM Basımevi, Ankara, 1993, s. 300. Nitekim darbe sonrasında TSK İç Hizmet Kanunu 35. Maddesi ile TSK’ya Anayasa’yı koruma kollama görevi verilecek, daha sonra yapılan darbelere de bir nevi hukuki zemin hazırlanacaktır (R.G. Tarih: 9/1/1961, Sayı: 10702).
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler