YA KISAS YA CİNAYET
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İnsanlık tarihinde insanla beraber var olan müessif vakaların muhtemelen en başta geleni Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir. O günden bu güne insanlar öldürülmektedir. İnsanlar ya vadeleri gelince veya bir kaza sonucu ölebildikleri gibi, insan eliyle kasten de öldürülebilirler. Bunların bir kısmı hukuki bir yargılama sonucu uygulanan idam cezaları ile gerçekleşirken bir kısmı vatan, millet ve mukaddesatın savunulması amacıyla yapılan harpler ve benzeri harekatlar sonucunda vukua gelmektedir. Bu sınıftaki ölümler ve öldürmeler meşru kabul edilmektedir. İslâm’da ise bu uğruda ölme, öldürme veya yaralanma “şehitlik ve gazilik” olarak tavsif edilmekte ve teşvik edilmektedir. Zira bu dünyada değerleri uğruna bedel ödemeyi göze almayanlara hayat hakkı tanımayan kişi, zümre veya devletler de yaşamaktadır. Üzerinde duracağımız husus ise masum insanların muhtelif amaç ve gerekçelerle kasten öldürülmeleridir. İnsan hayatına meşru ve hukuki yollar dışında son verme, cinayet olarak kabul edilmekte ve cânilere karşı kişiler de, kurumlar ve devletler de gerekli tedbirleri almaya çalışmaktadır.
Meseleyi ülkemiz sınırlılığında ele alırsak insan öldürme üç cihetle gayr-ı meşrudur, suçtur ve behemehâl cezalandırılması gerekir. Birincisi, insaniyet adına suçtur, normal bir insan tabiatı, bu fiili meşru göremez. Bu sebeple cinayet insan tabiatından bir sapmadır. İkincisi, cinayet örfen ve hukuken ağır bir suçtur. Bu İki hususta dünyadaki tüm aklı selim insanlar, hukukçu ve hukuklar birleşmektedir. Üçüncüsü, inançlar açısından tüm dinlerde adam öldürmek en ağır suç olarak zikredilmiştir. İslâm inancına göre bir insanı haksız yere öldürmek cinayetlerin en büyüğüdür. Kur’an-ı Kerim’de “yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapan veya bir cana karşılık olmaksızın birini öldüren kimse bütün insanları öldürmüş gibidir, bir canı yaşatan ise bütün insanlara hayat vermiş gibidir (Mâide, 32. âyet) denilerek mesele en üst noktaya taşınmaktadır. Bu sebepledir ki İslâm ülkeleri İslâm hukukunun hükümferma olduğu dönemlerde dünyanın en huzurlu ve emniyetli bölgeleri arasında yer almıştır. Bugün bile sömürgeci ülkelerin çıkardıkları iç harpler ve kargaşalar hariç tutulursa İslâm ülkeleri sair ülkelere oranla daha emniyetlidir.
Bugün Batı ülkeleri idam cezasını kaldırarak cinayetleri teşvik eder bir tutum sergilemektedirler. Maalesef bu kervana bir hiç uğruna Türkiye de katılmıştır[1]. Böyle hayatî ve hayatı ilgilendiren bir konunun halka sorulmadan karara bağlanması son derece yanlış olmuştur. Zira ülkelerde insanlar, adam öldürme dâhil tüm suçluların cezalandırılmasına ilişkin yetkiyi devlete devretmektedirler. Devletlerin bu yetkiyi kullanmak istememesi için halktan müsaade alması gerekir. Maalesef Türkiye’de bu yapılmamıştır. Oysa cânileri cesaretlendiren, mafyalaşmayı teşvik eden ve cinayetleri çoğaltan husus bizatihi idam cezasının kaldırılmasıdır. 1889 İtalyan Ceza Kanunundan iktibas edilerek Şer’i hukukun yerine 01 Temmuz 1926 yılında ikame edilen ve adına Türk Ceza Kanunu denilen uygulama, özü itibariyle mâsumdan yana değil, suçludan yana olan, hukuku teferruat usûl kaidelerine boğduğu için avukatlık mesleğine revaç veren, haklının hakkını almasını sürüncemede bırakan, adaleti geciktiren ve bazen asla temin etmeyen, bu sebeple de “ihkak-ı hak” düşüncesini teşvik eden ve infaz mafyalarının yolunu açan bir sistemdir. Batı’nın ceza hukukuna “kuşların delip geçtiği, sineklerin takılıp kaldığı” bir örümcek ağı eleştirisi boşuna yapılmamıştır. Zira Batı’da umumiyetle suç işleyenler başta krallar olmak üzere kast sisteminin üst sıralarında yer alan derebeyleri, aristokrat sınıflar, sermaye sahipleri ve kilise mensupları olduğu için hep korunmuş, mecbur kalındığı takdirde ise mağdurlara dikenli ispat yolları gösterilmiştir.
İslam’ın cinayetlere bakış açısı gayet berraktır. Kur’an’da mealen “Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız (Bakara, 2/179). Denilerek cinayet işleyenin öldürüleceği bir hukuk kaidesi olarak vaz’edilmektedir. Bunun bazı şartlar dâhilinde tarafların rızası ile diyete çevrilebileceği hususu temel hükmü nakzetmemektedir.
İslam’ın kısas hükmüne razı olmayanları iki guruba ayırmak mümkündür. Birinci gurup İlahi hükümleri veya İslâm’ın ve Kur’an’ın hükümlerini reddedenlerdir. Onlar insan aklına güvenmekte ve beşeri hükümleri esas almaktadırlar. Bu grubun içinde bulunan ve “insan hakları” diye yırtınan kesimler gerçekte katil savunucuları olup maktulleri insan olarak görmeyen kesimlerdir. İkinci gruptakiler ise İlahi hükümleri kabul etmekle beraber ya güçleri yetmediği için veya su-istimal ve uygulama güçlükleri için veya bilgi eksikliği ve cehalet sebebiyle idama karşı olanlardır. Bu gruptakilerden yetki sahibi olanlar yetkilerinin yüklediği sorumluluğu yerine getirmedikleri için mes’uldürler. Zira demokrasilerde milli irade esastır. Böyle ciddi bir mesele halkoylaması ile çözülebilir. Halk oylamasının yolunu ise milli iradeyi temsil yetkisini haiz olanlar açabilirler.
Peki, idam cezası neden olmalıdır? Bu soruya verilecek cevap ‘haksız yere birini öldürenin’ bütün insanlığı öldürmüş gibi olmasıdır. Yani katil için bir insan veya daha fazlası önemli değildir, insanlığın bir ferdini öldüren diğer fertlerini de öldürme istidadındadır ve nitekim öldürebildiği kadar öldürme örnekleri görülmektedir. Özellikle de idam cezası yoksa.
İkincisi, bir kişiyi öldürene en fazla müebbet hapis cezası verilebiliyorsa iki veya daha fazlasını öldürene hangi ceza verilecektir? Yine müebbet hapis ise, bu katile “bir de beş de fark etmez” fetvası mânasına gelmez mi? Yani buradan katile “seri katil” yolu açılmaz mı?
Üçüncüsü, kendisine hapiste de olsa hayat garantisi verilen bir katil buna razı olarak kendisini cinayete ikna edemez mi? “Ucunda ölüm yok ya!” psikolojisine sahip bir katili hangi hukuk kaidesi cinayetten vaz geçirebilir? Teröristler bile müebbet hapsi tercih ettikleri için “çatışmada gebermeyi” kasıtlı infaz olarak propaganda etmiyorlar mı? Bu yüzden PKK’nın siyasi avukatı Sezgin Tanrıkulu SİHA’ları katil ilan etmedi mi?
Dördüncüsü katillere bunca kesim sahip çıkarken maktulün hakkı ne olacaktır? Derinden yaralanan ma’şeri vicdan ve maktul tarafını hangi ilaç tedavi edecektir? Ölmeyi yüz kere hak eden birisine hapishane de de olsa hayat hakkı tanınması, insanları “kendi hakkını kendi eliyle alma” düşüncesine götürmeyecek mi? Zaten hukuka güven yerlerde sürünmekte, suçlu üreten hukuk sistemi ile hapishaneler dolup taşmakta[2], insanlar hukuka ve hukuk sisteminin dağıttığını iddia ettiği adalete güvenmemekte, daha da kötüsü çıkarılan “sözüm ona” aflarla katiller tekrar cemiyete salıverilmekte ve kıdemli katil olarak işlerinin başına döndürülmektedir.
Zaman zaman cemiyeti sarsan cinayetler işlendiğinde iktidar sahipleri “öfke dindirme” kabilinden idam cezasını geri getirme beyanatları ile arzı endam etmekte fakat bunun fiili adımını atmaya yanaşmamaktadırlar.
Sonuç, ya kısas veya bolca cinayettir.
[1] Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik yolunda idam cezasını kaldırma girişimi, önce Anayasa’dan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (07. 05. 2004 tarih ve 5170 sayılı Kanun), sonra da Türk Ceza Kanunu’ndan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (14. 07. 2004 tarih ve 5218 sayılı Kanun) ile nihayete ermiş, ölüm cezası hukuk sistemimizden tamamen kaldırılmıştır.
[2] Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 1 Ocak 2023 itibarıyla Türkiye’de; 279 kapalı, 89 açık, 10 kadın kapalı, 8 kadın açık, 9 çocuk kapalı, 4 çocuk eğitim evi olmak üzere toplam 399 ceza infaz kurumu bulunmaktadır. Bu kurumların toplam kapasitesi 289.974 kişi olmakla birlikte Ocak 2023 sonu itibarıyla cezaevlerinde 341. 497 kişi kalmaktadır. Bu kişilerin 298. 975’i hükümlü, 42. 522’si ise tutukludur. Cezaevi nüfusunun 325.009’u erkeklerden, 13. 977’si kadınlardan, 2.511’i ise çocuklardan oluşmaktadır. Cezaevlerindekilerin 118.738’i açık infaz kurumu, 222. 759’u kapalı ceza infaz kurumunda bulunmaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EN KOLAY VE EN TEHLİKESİZ KÜRESEL ŞÖHRET YOLU: KUR’AN YAKMA
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Son günlerde Avrupa’da iyice artan “Kur’an-ı Kerim” yakma hâdisesi televizyonların ve diğer sosyal medya organlarının ilk haberleri olmaya başladı. Bu sebeple meselenin mahiyetini, tahrik ve teşvikçilerini, fâil ve fâillerin motivasyonlarını incelemek zaruri hale geldi.
İslâmofobi[1] veya İslâm korkusu, küresel ve emperyalist güçler tarafından siyasi bir amaca matuf olarak plânlı bir şeklide kurgulanmış, daha sonra da kademeli bir şekilde İslâm kelimesinin yanına cihadist, fundamentalist ve nihayet terörist gibi kavramlar ilave edilerek güçlü medya ağı ve akademik kimlik ve kanallar aracılığı ile yaygın bir şekilde kullanılması sağlanmış bir kavramdır. İslâm’ı korkulması gereken bir tehdit olarak takdim etmenin, ötekileştirmenin ve düşmanlaştırmanın elbette siyasi bir amacı bulunmaktadır.
Nasıl ki SSCB 1991’de dağıldıktan sonra düşmansız kalan NATO’yu ayakta tutmak için küresel siyasette Batı’ya yeni bir düşman aranmış ve Samuel P. Huntinton’un, 1993’te yayımladığı “Medeniyetler Çatışması” tezi ile İslâm yeni düşman olarak ilan edilmişse, hızla çöküşe giden ve tüm değerlerini kaybeden Batı insanı için de İslâmofobi bir alternatif değer olarak sunulmuştur. Bu değer şeytanlaştırılan bir “öteki” var etme ve her türlü kötülüğü ondan bilme, hatta “kendi varoluşunu o kötüye nefretin üzerine bina etme” gibi psikolojik saikler de taşımaktadır. Bunun sonucunda birtakım şöhret-perest budalalara tehlikesiz, kolay yoldan şöhret olma, hatta dâhilde kahramanlaştırma gibi fırsatlar da doğuran İslâm’a saldırma akımını başlatmıştır.
Şeytanî bir düşünceyle ortaya atılan Şeytan Ayetleri[2] şöhret budalalarına bu kapıyı aralamış, arkasından mizah dergisi kimliğiyle Fransa’da Charlie Hebdo karikatürleriyle İslâm’a saldırıyı genişletmiştir. Danimarka’da devlet okullarında okutulan bir din dersi kitabındaki “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslüman’dır” ifadesi ile İslâm nefreti Batı’da eğitim politikalarının amacı haline gelmiştir. Batı, “İslâmi terör” ve “Müslüman terörist” kavramlarını gayet şuurlu olarak insanların zihinlerinde eşanlamlı hale getirmeye çalışmaktadır. Batı’da İslâm nefreti özellikle 2001 yılında ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra sistematik hale getirilmiştir. Fransa’da Müslüman talebelere başörtüsü yasağı uygulanmaya başlanmış (Türkiye’deki müstear Cüneyt ismiyle hüküm tesis etmeye çalışan Coni’lerden ders almış olmalılar), gittikçe dosya kabarmış ve iş şiddete dökülmüştür. Norveç’te A. B. Berwick 2011 yılında yaptığı 77 kişiyi öldürüp, 242 kişiyi yaraladığı ırkçı saldırıyı Yeni Zelanda’da B. Tarrant isimli teröristin 2019 yılında Nur Camisi’nde yaptığı saldırı takip etmiş, 51 Müslüman öldürülmüştür. Bugün artık Batı’da artan İslâm düşmanlığının istatistiği bile tutulamaz hale gelmiştir.
Kökü hayli gerilere giden İslâm düşmanlığını besleyen unsurlardan birisi Batının ırkçı bir zihniyete sahip olmasıdır.[3] Avrupa’daki din savaşlarında milyonlarca insanın öldürülmesi ve Amerikan yerlilerinin neredeyse tamamının imha edilmesi gibi karanlık bir tarafı olan Hıristiyan dünyasının şiddet barındıran kimliğini Müslümanlara yansıtması, İslâm’ı ötekileştirmesi, düşmanlaştırması ve nihayet nefret objesi haline getirmesi psikolojik bir durumdur. Yaklaşık 800 sene İspanya’da hâkim olan Müslümanların idaresinde her din ve millet yaşama hakkına sahipken, Hristiyan hâkimiyetine girdikten sonra Katoliklerden başka kimseye hayat hakkı tanınmaması bunun en müşahhas misalidir. Bir ucu haçlı seferlerine dayanan bu hareketin diğer ucu ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar uzanmaktadır. Dönemin ABD başkanı Bush, 11 Eylül’deki mahiyeti meçhul intihar saldırılarının ardından terörizme karşı haçlı seferi başlattığını ilan etmiştir. Tabiîki burada terörizmle İslâm kastedilmektedir. Zaten haçlı seferleri tarihte Müslümanlara karşı yapılmış bir harekettir. Nitekim ABD önce Afganistan’a daha sonra Irak’a aynı bahanelerle saldırmış daha sonra da tüm İslâm dünyasını kontrol altına almak amacıyla Büyük Ortadoğu Projesi uygulamaya konulmuştur.
Bugün ilmi, iktisadi ve askeri üstünlüğü elinde tutan, küresel çapta politika belirleme araçlarına sahip Batılı ülkelerin büyük oranda sömürgesi durumunda olan, üstelik işgal edilen, parçalanan, kaynakları yağmalanan ve din, mezhep ve ırkçılık üzerinden kutuplaştırılarak birbirine düşürülen İslâm ülkelerinin nasıl bir tehdit ürettiği sorusunu her türlü yalan ve algı operasyonlarının üzerine çıkarak sormak gerekir. Avrupa ve ABD mi işgal altındadır; yoksa Afganistan, Irak ve Suriye mi? Almanya, Fransa, İngiltere veya Kanada da mı iç savaş vardır; yoksa Libya’da, Yemen’de, Suriye ve Irak’ta mı? İslâm ülkeleri mi Batı’nın hammadde ve enerji kaynaklarını sömürmektedir, yoksa tam tersi mi olmaktadır? Tüm bu soruların cevabı ortada iken neden bir Hristiyan veya Yahudi fobisinden değil de İslâmofobi’den bahsedilmektedir?
İslâm’ın mukaddeslerine yapılan saldırılar fikir hürriyeti bahanesi ile savunulmakta, rencide edilen, hatta tâciz ve tahrik edilen Müslümanların eylemleri de terör olarak istismar edilmektedir. Kışkırtılan ve ülkesi istila edilen Müslümanlara fundamentalist, cihadist ve nihayet terörist diyerek Müslümanları güvenlik açısından bir tehdit gibi sunarken, eş zamanlı olarak İslâm, hilafet ve şeriat gibi kavramları da hayat tarzları için bir tehdit unsuru olarak takdim etmeye devam etmektedirler ve maalesef bu hususta iç ve dış İslâmofobikler iş birliği halindedirler.
İslâm nefretinin dâhili ayağı da maalesef hârici ayağı ile işbirliği halindedir. Hatta dâhildeki Batı kâselisleri bazen İslâm nefretinin hârici ayağına parmak ısırtacak kadar yıkıcı ve saldırgan olabilmektedir. Batı tipi eğitimle bir nevi devşirilmiş ve İslâmi değerlere en az Batılılar kadar mesafeli mütegallibe bir kesim İslâm’ı tahkirden geri durmamaktadır. İslâm ülkelerinde İslâmi değerlerin gerilik, iptidailik, gelişmemişlik, çağdışılık ve benzeri ifadelerle aşağılanması öncelikle Müslüman ismi taşıyan ve arada bir kendilerinin de Müslüman olduğu iddiasını ileri süren etkili ve maalesef yetkili kişilerce dile getirilmiş, her türlü mevzuattan dini ifade, yemin ve hatta selamlaşma gibi gelenekleşen unsurlar bile kaldırılmıştır. Diğer İslâm ülkelerinde de durum pek farklı değildir.
Batı’daki bu kaba, saldırgan ve kontrolsüz İslâm düşmanlığına karşı Türkiye ve birkaç İslâm ülkesinden başka ses çıkaran olmamaktadır. BM’den sonra en kalabalık üyeye sahip (56 üyeli) İslâm İşbirliği Teşkilatı acizleri oynamakta, elinde enerji kaynaklarından yatırım fonlarına, ticari ambargolardan ithalat kısıtlamalarına kadar inanılmaz baskı araçları olmasına rağmen bunları kullanamamaktadır. Hatta Batı’nın keyfi ambargolarına karşı mukabele bile edememektedir. Tüm bunlar hem Batı’yı cesaretlendirmekte, hem de şöhret budalalarına kolay yoldan hem de dünya çapında şöhret olma fırsatı sunmaktadır. Artık İslâm dünyası bu reklamları medyasında yayımlayarak bu işe alet olmamalı, ancak uluslararası ilişkiler boyutunda “can yakıcı” tedbirler almaya yönelmeli, her şeyden önemlisi İslâm dünyası İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden tüm dünyaya ve özellikle saldırgan Batıya bir bütünlük mesajı verecek kıvama gelmelidir.
[1] İslâmofobi gerçekte İslam nefreti demektir. Zira ecnebi lisanında yükseklikten, karanlıktan, yalnızlıktan, örümcekten-böcekten korkma gibi bir sürü boş fobiler (korkular) bulunmaktadır. İslâmofobi bu tür bir kuruntuyu değil, İslâm nefretini esas almaktadır. Bkz. Bozan, M. (2018). Küresel Gücün Tahkiminde Düşmanca Bir Tavır; İslâmofobi. Bartın Üniversitesi İİBF Dergisi, 9 (18), 221-238 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/bartiniibf/issue/40570/456852.
[2] Şeytan Ayetleri, Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşdi’nin Kur’an’a ve Hz. Peygambere saldırı amacıyla 1988’de İngiltere’de yayımladığı bir romandır. Kitabın Türkiye’de yayımlanması için çalışan kişi de “Türk halkının %60’ı aptaldır” diye milletimize hakaret eden Aziz Nesin’dir. Tencere ve kapak nasıl da örtüşmektedir.
[3] Bkz. Özarslan, S. (2023). Avrupa’da İslâmofobinin Tarihi Kökleri ve Güncel Nedenleri, Akif, 53/1 s. 62-74. https://dx.doi.org/10.51121/akif.2023.32
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YENİ AK PARTİ HÜKÛMETİNİN İKTİSAT POLİTİKASI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin ikinci hükûmeti veya Türkiye’nin 67. Hükûmeti 3 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın TBMM’de yemin etmesi ile kurulmuş oldu. Önceki hükûmetten Sağlık ve Kültür-Turizm bakanları hariç hiçbir bakana yeni hükûmette vazife verilmedi. Cumhurbaşkanı yardımcılığına ise 2003 yılında başlatılan Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma çalışmaları kapsamında Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı metnini Ömer Dinçer’le beraber hazırlayan Cevdet Yılmaz‘ın getirilmesi AK Parti’de kuruluş yıllarındaki reformcu kimliğine dönüş işareti olabilir mi şeklinde yorumlara sebep oldu. Hatırlanacağı üzere TBMM’den geçen Kanun dönemin cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in vetosu ile kadük olmuştu. En çok merak edilen husus ise “mutfak kabine” denilen hâriciye, dâhiliye, maliye ve harbiye (milli savunma) vekâletlerine kimlerin getirileceği idi. MİT Başkanı Hâkan Fidan’ın Dışişleri Bakanı yapılması siyaset ve uluslararası ilişkiler uzmanları başta olmak üzere geniş bir çevre tarafından isabetli bulundu. Hazine ve Maliye bakanlığına Mehmet Şimşek’in şartlı gelebileceğine dair yayılan görüşler de Merkez Bankası başkanlığına Hafize Gaye Erkan’ın getirilmesiyle doğrulanmış oldu. Savunma Bakanlığına eski Genelkurmay Başkanı’nın ve İçişleri Bakanlığına bir vâlinin getirilmesi de beklenen ve olması gereken bir tasarruftu. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın da MİT Başkanlığını Hâkan Fidan’dan devraldı. Böylece mutfak kabine şekillenmiş oldu. Parlamenter sistemin bakanlarında ekseriyetle yaşanan “yönettiği bakanlığı tanımama” zaafiyeti bertaraf edilmiş oldu.
Kabinede bize göre altı çizilecek eksiklik geçmiş hükûmetlerde yaşanan ve bu hükûmette de maalesef devam eden Maarif Vekâletine bir türlü eğitim menşe’li bir bakanın bulunamaması idi. Yusuf Tekin her ne kadar kamu yönetimi uzmanı olarak akademik bir yeterliliğe sahip olsa da Milli Eğitim gibi –sadece Türkiye’nin değil- dünyanın en büyük bakanlıklarından birisinde bakanlık yapma hususunda “dâhilden gelmemenin” getirdiği “içeriden bakış” eksikliklerini taşımaktan kurtulamayacaktır. Daha önce bu Bakanlıkta yapmış olduğu müsteşarlık ve bakan yardımcılığı bile bu eksikliği telafi edemez. Nasıl ki ne kadar eğitim almış olursa olsun yönetim uzmanı bir kişi savunma bakanlığına askeri kademeleri birer birer çıkan ve kurmay eğitimi ile silk-i askerînin tepesine tırmanan bir subay kadar o bakanlığa nüfuz edemez ve tam muvaffak olamazsa, eğitim ve sair bakanlıklarda da aynı kaide câridir. Nitekim bizim parlamenter sisteme yaptığımız itirazlardan birisi de hükûmetlerin teknokratlardan teşekkülünde yaşanan sıkıntılara dair idi. Maarifteki bu istisnayı tercihin bilgi eksikliğinden ziyade “fincancı katırlarını ürkütme” endişesinden ve “devrim kanunlarına anayasayı bekçi yapan” vesayet diktesini aşamama gibi sebeplere dayandığını iş ’ar etmekle beraber şimdilik o bahsi açmayacağım[1].
Zira bugünkü mevzuumuz Türkiye’nin iktisadi sistemi ve uygulamadaki garabetler üzerine olacaktır. Garabetler diyorum çünkü devlet eliyle özel mülkiyete müdahale edilmekte, kişi hatasından kaynaklanan zarar ve ziyanlar hazineden yani milletin ortak kesesinden karşılanmakta, vergisini veren namuslu vatandaşlar vergisini vermeyenlere getirilen aflarla cezalandırılmakta, keza borcunu ödemeyenler de yine aflar vasıtasıyla bir nevi ödüllendirilerek, borcunu ödeyenler teçhil ve tezlil edilmektedir. Peki, hükûmet ve devlet organlarının bu gibi tasarruflara yetkisi var mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için önce Türkiye’nin siyasi sistemi ve onun alt sistemi olan iktisadi sisteminin ne olduğuna kısaca bakalım.
Türkiye bir diktatörlük değildir. Demokratik bir cumhuriyettir. Seçimlerle teşekkül eden bir meclisi, yine seçilerek gelen cumhurbaşkanı ve mahalli idarelerde de seçimle gelen belediye başkanları ve meclisleri vardır. İktisadi sistemi de serbest piyasa ekonomisine dayalı, özel mülkiyeti esas alan bir yapıya sahiptir. Bu demektir ki özel teşebbüs serbestçe piyasaya girebilir, rekabet edebilir, kazanabilir veya iflas edebilir. Gizli açık tekeller, tröstler ve rekabeti engelleyecek her türlü teşebbüs devlet kurumları tarafından bertaraf edilir. Kamu mallarına kişilerin veya kurumların tecavüzüne müsaade edilmez. Hukuk önünde herkes eşittir, kimseye ayrıcalık tanınamaz. Hazine veya devlet bütçesi milletin vergileriyle teşekkül eder, sosyal devlet anlayışıyla dezavantajlı kesimlere yapılan yardım ve destekler hariç hazineden kimsenin kişi kaynaklı özel zararları, borçları ödenemez. Kişi malına keyfi tasarrufta bulunamaz. Kısaca vermeye çalıştığımız bu tablonun Türkiye’de ihlal edilip edilmediğine herkesin mutlaka bir cevabı vardır. Biz de burada kendi cevabımızı efkâr-ı amme ile paylaşalım.
- Hazine arazisi olarak tanımlanan ormanlar, yaylalar, meralar, belirli mesafeye kadar sahil şeritleri, hatta vakıf arazilerine kadar bulunan her alan birileri tarafından yağmalanabiliyor, mülk ediliyor ve devletin merkezi veya mahalli kurumları da bunları tanıyıp, aflarla, tapu tahsisleriyle imar aflarıyla tasdik ediyor mu? Evet. 30-40 sene çalıştıktan sonra başını sokacak bir eve helâl parasıyla sahip olan bir vatandaşın karşısında “bilmem kaç dönüm kamu arazisini yağmalayan” bila-bedel mülküne geçiren bir “eşkıya vatandaş” da oradan 5-10 eve hatta villalara sahip olabiliyor mu? Evet.
- Vergi borcunu ödeyen esnaf, kredi borcunu ödeyen talebe, trafik cezasını ödeyen, kaçak elektrik ve su kullanmayan namuslu vatandaş –ki olması gereken budur- karşısında vergi borcunu ödemeyen esnafa ve benzeri durumda olanlara aflar getiriliyor mu? Evet.
- Hükûmet kendi iktisadi politikaları sonucu ortaya çıkan enflasyon, hayat pahalılığı ve alım gücünün düşmesi sonucu piyasadaki emtianın fiyat etiketini “narh” koyarak kendisi belirleyebiliyor mu? Hayır. Peki, evini kiraya veren vatandaşın ev kirasının ne kadar olacağını belirleyebiliyor mu? Evet. Peki, ev kiralarında daha önce uygulanan ve emlakçılar odasınca her ay ilan edilen “kiralara TÜFE oranında zam yapılması” yanlış mıydı? Hayır, doğruydu. Bir sıkıntı çıkıyor muydu? Hayır. Hükûmet kendi kurumunun (TÜİK) ilan ettiği %100’lere varan enflasyona karşı kira artışını %25’le sınırlama yetkisini haiz midir? Hayır. Yaparsa ne olur? Keyfilik olur, o ülke de hukuk devleti değil kanun devleti olur. Kanunların en sıkıları da demokratik olmayan ülkelerde olur.
- Bir vatandaş arabasına hem kendinden hem de başkasından kaynaklanacak kazalara karşı trafik sigortası ve üstüne de kasko sigortası yaptırırken diğer vatandaş ikisini de yaptırmazsa yaptığı kazaları devlet kurumları tazmin ediyor mu? Hayır. Bu doğru mu? Evet. Peki, evinin veya işyerinin Zorunlu Deprem Sigortasını[2] yaptırmayan vatandaş, yaptıranla eşit hale geliyor mu? Büyük oranda evet.
- Cana ve mala karşı işlenen cinayetlere, tecavüzlere, hırsızlıklara getirilen aflara burada girmiyorum. O da ayrı bir dosyanın konusu[3].
Bu kadar sorudan sonra sormak lâzım. Bu nasıl bir iktisadi sistem? Bu nasıl bir “hukuk” devleti? Bu çarpık uygulamalar namuslu vatandaşı cezalandırırken sorumluluklarını yerine getirmeyenleri ve suç işleyenleri koruyup mükâfaatlandırmıyor mu? Ey Hazine ve Maliye Bakanı 5 yıl boyunca “reel ekonomi” böyle mi uygulanacak? Hazinenin ana gelir kaynağını adaletsizliği arttıran ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler mi oluşturacak? Gelir dağılımındaki adaletsizlik böyle mi giderilecek? Siz uluslararası sistemi ve piyasa ekonomisini iyi bilirsiniz. Dünyanın hangi serbest piyasa ekonomisinde böyle uygulamalar var? Biz iktisatçı değiliz, lütfen açıklayın da biz de, efkâr-ı amme de bilsin.
[1]Konu ile ilgili detay bilgi isteyenler “Eğitime Biçilen Rol: Yetenek Geliştirme Mi? Kimlik Dönüştürme Mi?” başlıklı makale (https://dergipark.org.tr/tr/pub/buefad/issue/46051/426770) ile “Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim” başlıklı makaleye (https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6549) bakabilirler. [2] Zorunlu Deprem Sigortası, Türkiye'de oturmakta olan tüm binaları kapsayan bir sigorta sistemidir. Bu sigorta, deprem sonucu meydana gelen hasarları karşılamak amacıyla oluşturulmuştur. 1999 Marmara depremleri sonrasında çıkarılan bir kanunla yürürlüğe giren DASK, tüm konutların ve işyerlerinin en az bir yıl mecburi olarak sigortalanmasını sağlamaktadır. Bu sigorta sayesinde, deprem riskine karşı koruma altına alınan yapılar, meydana gelen hasarlar için sigorta şirketlerinden tazminat alabilirler. Ancak her yıl ilan edilen DASK limitleri ve üst sınırı aşan hasarlar için ayrıca “konut sigortası” yaptırılması gereği gibi hususlar kamu kurumlarının dinamik hayatın gerisinde kaldığını gösterdiği gibi bu alanın acilen yeniden düzenlenmesi gerektiğini de ortaya koymaktadır. [3] Kişiler şahsi hayatlarında kendilerine karşı yapılan haksızlıkları ve suçları affedebilirler ancak temsil makamında oldukları zaman öyle bir yetki kullanamazlar. Şahıslarına karşı suç işlendiği iddiasıyla bile mahkemelere koşanların gayrın canına ve malına karşı işlenen suçlarda affa yönelmesi cây-ı ibrettir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
21.YÜZYIL SENİ BEKLİYOR; YOLUN VE BAHTIN AÇIK OLSUN TÜRKİYE
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Recep Tayyip Erdoğan bugün TBMM’de mazbatasını Cumhur İttifakı ortağı ve Meclis’in geçici başkanı Devlet Bahçeli’nin elinden aldı, yemin etti ve resmen 2. Dönem Başkanlık vazifesine başladı. Osmanlı Devletinde cülus merasimlerinde padişahlar Eyyub Sultan’da kılıç kuşanır, ecdat kabirlerini ziyaret eder ve Topkapı sarayında usulen de olsa biatları kabul ederdi. Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı külliyesinde dünyanın dört bir tarafından devlet ve hükumet başkanlarının iştirak ettiği bir toplantıda “Türkiye Yüzyılı” olarak tavsif ettiği yeni yüzyılın kapısını aralayan bir hitapta bulundu. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın yaptığı dua ile “bismillah” diyerek hayırlı bir başlangıç yaptı.
Külliyedeki toplantıya Devlet erkânı, eski cumhurbaşkanlarından Abdullah Gül ve üst bürokrasi, siyaset ve medya mensupları, ülkemizdeki tüm dini cemaatlerin reisleri, deprem mağdurları ile birlikte arama ve kurtarma ekiplerine kadar pek çok çevre iştirak etti. Şimdiye kadar yapılan cumhurbaşkanlığı merasimlerinin hepsinin fevkinde 80 civarında ülkeden devlet ve hükûmet başkanları, dışişleri bakanları ve üst düzey bürokrat olmak üzere 300 civarında davetli katıldı. Bunlar içerisinde en dikkat çekenleri Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro ile NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg oldu. Cumhurbaşkanları içinde başta İlham Aliyev olmak üzere Türk Cumhuriyetlerinin cumhurbaşkanları, KKTC Cumhurbaşkanı ve çok sayıda Afrika devletlerinin cumhurbaşkanları da vardı[1]. Göreve başlama törenine Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif, Macaristan Başbakanı Victor Orban, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe’nin de aralarında bulunduğu 13 ülkenin başbakanları katıldı. Törende Türk Devletleri Teşkilatı Genel Sekreteri Kubanıçbek Ömüraliyev ile İslâm İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Hüseyin İbrahim Taha’nın da olduğu 8 uluslararası kuruluşun temsilcileri de hazır bulundu. Ayrıca Rusya Federasyonu Devlet Duması Başkanı Vyaçeslav Viktoroviç Volodin, Çin Halk Cumhuriyeti Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi Başkan Yardımcısı Ding Zhongli ile birlikte 12 ülke de Meclis Başkanı seviyesinde temsil olundu.
Daha adı sayılamayan pek çok ülkeden eski devlet ve hükumet başkanları ile Balkan, Kafkas, Orta Asya, Arap coğrafyası ile Afrika’dan önemli seviyede iştirak oldu. Bu tablo Türkiye’nin dünya siyasetinde güç odakları tarafından geri plâna itilen ülkeleri arkasına alma ve onları uluslararası siyasetin parçası yapma hususunda da önemli bir fırsat penceresi açtığını herkese gösterdi. Türkiye’nin orta ve uzun vadeli stratejisinin ipuçlarını gösteren bu tablo, inişe geçen küresel güçlerin karşısına yeni bir uluslararası siyasi gücün çıkmakta olduğunun da habercisidir ve eminim ki dikkatle takip edilecektir.
Cumhurbaşkanlığı Kabinesi
R. Tayyip Erdoğan’ın dilinden tüm dünyaya ilan edilen “Türkiye Yüzyılı”nın nasıl bir ekiple inşa edileceğinin cevabı da yine aynı gece açıklanan Cumhurbaşkanlığı kabinesiyle ortaya konulmuştur. Kabine üyelerinin tecrübe ve sahayı bilme bakımından kifayetli olduğu görülmektedir. Bunlar içerisinde “çekirdek kabine” olarak bilinen Cumhurbaşkanı yardımcısı ile Hâriciye, Dâhiliye, Harbiye (Milli Savunma) ve Mâliye bakanlarının özgeçmiş ve müktesebatlarına bakıldığı takdirde hem problem sahaları hem de bu problemleri çözme azmi bakımından bir fikir edinilebilir. Şüphesiz cumhurbaşkanlığı kabinesine destek olacak MİT Başkanı, Politika Kurullarının başkanvekilleri ve bürokrasinin tüm karar alıcıları ile R. Tayyip Erdoğan bu 2. Başkanlık döneminde milletin kendisine tevdi ettiği emaneti olması gerektiği gibi ifa edecektir. Başkanlık sisteminin sağladığı siyasi istikrar da bu azmin teminatı olacaktır. Cumhur İttifakının TBMM’deki ekseriyeti ise diğer bir kolaylaştırıcı unsurdur. Hatta Millet İttifakı ile seçime girerek 40 civarında vekil kazanan muhafazakâr seçmen tabanlı siyasi partiler ile İyi Parti’nin desteği sayesinde 1982 darbe anayasası değiştirilebilir, milli iradeyi yansıtacak sivil bir anayasa dahi yapılabilir.
Tüm bu müsbet gelişmeler bizim geleceğe daha bir umutla bakmamızı sağlamaktadır. 21. Yüzyıl seni bekliyor Türkiye. İslâm âlemi seni bekliyor. Türk dünyası seni bekliyor. Mazlum milletler seni bekliyor. Haklıların güçlü olması gerektiğini düşünen mağdurlar seni bekliyor. Yolun ve bahtın açık olsun Türkiye.
[1] Recep Tayyip Erdoğan’ın davetine icabet eden devlet başkanları; Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev, Gabon Cumhurbaşkanı Ali Bongo Ondimba, Gine Bissau Cumhurbaşkanı Umaro Sissoco Embalo, Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, Karadağ Cumhurbaşkanı Yakov Milatoviç, Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev, Kırgız Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sadır Caparov, Kongo Cumhurbaşkanı Denis Sassou N’Guesso, Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski, Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, Ruanda Cumhurbaşkanı Paul Kagame, Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall, Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, Togo Cumhurbaşkanı Faure Essozimna Gnassingbe, Türkmenistan Devlet Başkanı Serdar Berdimuhamedov, Bangladeş Cumhurbaşkanı Muhammed Şahabuddin Çuppu, Gine Devlet Başkanı Mamady Doumbouya.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KARAOĞLAN EFSANESİ VE 1977 SEÇİMLERİNİ TEKRAR OKUMAK
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânı üzerinden bir asır geçti. 1876 yılında çıkılan demokrasi yolculuğu 1. Cihan Harbi ve sonrasında yapılan milli mücadelenin ardından maalesef ki önce otoriter, daha sonra da totaliter bir renge büründü. Türkiye çok partili hayata ancak 1950 yılında dönebildi. Milli iradeye itaati hazmedemeyen diktatörlük yanlıları ne yazık ki ihtilallerle gelişimin önünü tıkayarak Türkiye’nin milletler arası sahnede hak ettiği yeri almasını engellediler. Türkiye’yi demokratik bir cumhuriyet olmaktan alıkoyan ve bürokratik bir diktatörlük olması için çalışan pek çok mahfil bulunmakla birlikte bunların başında demokrasinin ana oyuncularından olan bir siyasi partinin bulunması dünyada eşine az rastlanır bir durumdur. Bu parti maalesef cumhuriyeti kurmakla öğünen Halk Fırkasıdır. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alan bu hareketin halkı temsil gibi bir anlayışı hiçbir zaman olmamıştır. “Halka rağmen halk için” şeklinde formüle edilen kendilerine göre “devrimci” bir anlayışla halkı zorla kendi ideolojik çizgilerine getirmeye çalışmışlar, milletin iradesine göre kendini yenilemek yerine, milleti kendi iradesine tabi kılmanın yollarını aramışlardır. Bu yollar bazen içinde ihtilâl kışkırtıcılığı, darbe teşvikçiliği veya darbe iştirakçiliği ve kamu gücünü milletin değerleri aleyhine kullanma gibi gayrı meşru araçları da içinde barındırabilmiştir.
1950 yılında “beyaz ihtilal” denilen halk hareketi ile kansız ve kavgasız olarak 27 yıllık tek parti iktidarının bitirilmesi ve millî iradenin ülke yönetimine el koymasını CHP asla içine sindirememiştir. Milli iradenin vermediği iktidara, muhtıra ve ihtilâllerle ulaşmaya çalışmıştır. İsmet İnönü’nün Adnan Menderes’i tehdit bâbında söylediği meşhur; “Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilâl meşru bir haktır. Bu yolda devam edersiniz ben de sizi kurtaramam.” tehdidinin üzerinden kısa bir süre sonra 27 Mayıs darbesinin yapılması, Başbakan ve iki bakanının asılması CHP’nin değişmeyen kimliğini ortaya koymaktadır. Zira daha sonra yapılan darbe teşebbüsleri ve darbelerin hepsiyle CHP ya irtibatlı ya da gizli-açık teşvikçi olmuş, darbe anayasalarının da hem yapımlarında hem de savunulmasında hep ön sıralarda bulunmuştur.
Halkta derin bir güvensizlik doğuran ve parlamento dışı güçleri hâkim kılan özelliklere sahip 1961 darbe anayasasının 4. Maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.” Denilerek TBMM tek yetkili organ olmaktan çıkarılmış, milli irade birtakım bürokratik kurumlar arasında paylaştırılmıştır. TBMM’nin yanına bir Cumhuriyet Senatosu eklenerek halkın oyu ile seçilemeyen ihtilalciler ölünceye kadar kontenjan senatörü adıyla buraya doldurulmuştur. Seçim kanunu değiştirilerek çoğunluk sisteminden koalisyonları netice verecek nisbi temsil sistemine geçilmiştir. Buna rağmen TBMM’de etkili bir güç oluşturamayan CHP ve özellikle içinde bulunan Marksist kanat değişik yollar aramaya başlamıştır. 1971 askeri muhtırası ile iktidardan düşürülen Süleyman Demirel’in karşısına bu kez CHP’nin başına geçen Bülent Ecevit çıkarılmıştır. Adalet Partisi ise parçalanarak bünyesinden iki parti daha çıkarmıştır. O dönemde sağ blok Milli Selamet Partisi ve Demokrat Parti ile üç parçaya ayrılmış, 1973 seçimleri ile Bülent Ecevit’in yıldızı parlatılmaya başlanmıştır. CHP-MSP koalisyonu ve akabinde yapılan 1974 Kıbrıs harekâtındaki başarı rüzgârını arkasına alan “Karaoğlan” büyük bir umutla 1977 seçimlerine girmiştir. CHP 1977 genel seçimlerinde sandıktan birinci parti olarak çıkmayı başarmış, 450 milletvekilliğinden 213’ünü alarak 13 milletvekili eksiğiyle neredeyse kıl payı iktidarı elinden kaçırmıştır. Daha sonra bunu telafi etmek için Güneş Motel’de yapılan pazarlıklar sonucu Adalet Partisi’nden bakanlık vererek kopardığı 13 milletvekili ile iktidara gelse de burada bir yıl bile kalamayacaktır. Bu hâdisenin 14 Mayıs 2023 seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun destek karşılığı Cumhurbaşkanı yardımcılığı vemilletvekili dağıtımını hatırlatmasına da şaşmamak lazımdır. Mâlum ya tarih tekerrür etmektedir.
CHP’nin % 41,4 ile 213 milletvekili çıkardığı 1977 seçimleri çok sık atıf yapılan bir motivasyon aracı olarak kullanılmıştır. Bu makalede CHP’nin çok öğündüğü seçim başarısı mercek altına alınmaktadır. Çünkü 1977 seçim başarısının üzerinde bazı soru işaretleri bulunmaktadır. Bu durumun açıklanarak tarihe bir not düşülmesi ihtiyacı bu makalenin yazılmasına sebep olmuştur.
Temel soru, 1977 yılında yapılan genel seçimler ne kadar dürüst ve şaibesizdi? Türkiye’de sosyalizmin kansız ve üstelik seçim yoluyla iktidara gelmesi umudu o yıllarda sol ve sosyalist kesimde gerçek bir heyecan doğurmuş olabilir. Ancak İttihat ve Terakki geleneğinden gelen CHP’nin 1911 sopalı seçimleri ile 1946 açık oy gizli tasnif türü demokrasi literatüründe görülmeyen türden seçim kazanma sicili dikkate alındığında 1977 seçimlerinin dikkatle incelenmesi daha bir önem arz etmektedir.
Konu yorum ve mülahazalardan öte, sayısal verilerin ortaya koyduğu gerçeklerle değerlendirilmek zorundadır. Türkiye’nin nüfus artış hızı seçimin yapıldığı dönemde ortalama %2 civarında seyretmektedir. Nüfus artış hızına paralel olarak seçme yaşına gelen vatandaş sayısında da benzer bir artışın olması beklenir. Seçmen sayısını nüfus artış hızı dışında etkileyen bir başka faktör ise seçmen yaşıdır. Mercek altına alınan 1977 seçimlerinde ve bir önceki 1973 seçimlerinde seçmen yaşı 21 iken 1983 seçimlerinde 19 yaşın bittiği tarih yani 20 yaşına giriş olarak belirlenmiştir. Hem nüfus artış hızı, hem de seçmen yaşının aşağı çekilmesi sebebiyle 1977 seçimlerinden sonra normalde seçmen sayısında artış beklenir. 1950-2002 yılları arasında yapılan genel seçimle ilgili Yüksek Seçim Kurulunca açıklanan seçmen sayıları ile kullanılan oy oranları hem Tablo 1’de, hem Şekil 1’de görülmektedir
Tablo 1: 1965-1995 Arası Genel Seçimlerde Seçmen Sayısındaki Artışlar (000)
1965 yılından itibaren seçmen sayısında nüfus artış hızına paralel bir artış trendi görülürken 1977 yılında garip bir sıçrama ve 1983 yılında ise çok büyük bir düşme görülmektedir. Oysa normal nüfus artışı %2’lik bir seyir göstermekte olduğu için 1977 yılındaki seçmen sayısının 16.798.000 (335.960×4=1.343.840)=18.141.840 olması gerekirdi. Yani 1973 seçimlerini müteakiben yapılan 1977 genel seçimlerinde yaklaşık 18.141.840 seçmen oy kullanacakken 21.207.000 seçmen ortaya çıkmıştır. Bunun mânası 3.065.160 kadar bir seçmen fazlalığı bulunmaktadır. Bu fazlalığa “hayali seçmen” veya bu hayali seçmenler sandık başına gittikleri için “mükerrer oy” diyebiliriz. Bu hayali seçmenler sonraki seçimde ortadan kaybolmaktadırlar. Nitekim daha sonra seçmen sayısındaki artış normal hale gelmektedir.
Şekil 1: Türkiye’de 1950-2002 Yılları Arası Seçmen Sayıları ve Kullanılan Oy Oranı
Şimdi cevabı aranan soru şudur: Bu hayali seçmenler kimin seçmenleridir ve hangi parti veya partilere oy vermişlerdir? Bu cevabı bulmak için o günlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi atmosferi analiz etmemiz gerekmektedir. Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen terör kırda, sokakta ve canın istediği her yerde can almakta, Marksist militanlar kurtarılmış bölgeler ve Fatsa gibi komünler kurmakta veya kurulmasına -ilerde bir darbe için zemin hazırlanmak amacıyla- müsaade edilmektedir[1]. Buralarda devlet gibi hareket edenlerin hayali seçmen kurgulaması ve oy kullandırması zor olmayacaktır. Günün siyasi söylemi Türkiye’ye Marksizm’i seçim yoluyla getirmektir. Bu amaçla tüm sol fraksiyonlar birleşmiştir. Şekil 2’den de görüldüğü üzere neredeyse oylarını ikiye katlayan parti CHP’dir.
Şekil 2: AP ve CHP’nin 1965-1983 Arası Seçimlerdeki Oy Oranları
1980 ihtilalinden sonra sağ oylar için iki parti, sol oylar için tek parti olduğu halde 1983 yılında CHP yerine seçime giren Halkçı Parti’nin oylarında gerileme görülmektedir. Nitekim daha sonraki seçimlerde mükerrer oy kullanımını engellemek için seçmen parmağına 24 saat çıkmayan boya sürülmesi seçimlerin ayrılmazı haline gelmiştir. Bu tablo bize mükerrer oyların çok yüksek oranda CHP’ye gitmiş olabileceğini göstermektedir.
Konuyla ilgili o günlerde gazete ve dergilerde yazılanlar incelendiğinde mükerrer oy tartışmasının yapıldığı, Süleyman Demirel’in “Himalayalardan boya getirteceğim!” diye bağırdığı görülür. 1946 seçimlerinde “açık oy, gizli tasnif”le tarihe geçen CHP’nin bu günlerde de sanki sandıklara müdahale varmış gibi “sandığa sahip çıkma” beyanatları ve oy sayımları devam ederken zafer ilanatları o cenahta pek fazla bir değişimin yaşanmadığını göstermektedir.
Sonuç, en iddialı olduğu 1977 seçimlerinde iktidara gelemeyen CHP, sağ partilerin omuzlarına basarak Millet İttifakı adı altında girdiği 14 Mayıs 2023 milletvekili seçimlerini de kaybetmiştir. Yarınki Cumhurbaşkanlığı 2. tur seçimleri CHP’nin tek başına iktidara gelemeyeceği gerçeğini bir kez daha teyit edecektir. Eğer milletin değerleriyle anlaşma ve milli iradeye ram olma yoluna girmezse CHP için sonuç hiçbir zaman değişmeyecektir.
[1] Nitekim 1980 askeri darbesinin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel darbeyi bir yıl önce plânladıklarını ancak “şartların olgunlaşması” için beklediklerini ifade edecektir. Bu beyanatın darbenin başı Kenan Evren’in sınıf arkadaşı tarafından kamuoyuna pervasızca verilmesi terörün ne amaçla kullanıldığını ve vatan evlatlarının kanının siyasi ihtiraslar için nasıl heder edildiğini ortaya koyan ibretlik bir vesikadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KAMUOYU ARAŞTIRMA MI? KAMUOYU OLUŞTURMA MI?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve 28. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri kamuoyu araştırma şirketlerini yeniden Türkiye’nin gündemine taşıdı. Öyle ki seçim öncesi oyları düşük gösterilen MHP Genel Başkanı mealen “14 Mayıs seçimlerinde kamuoyu araştırma şirketlerinin mahv-ı perişan olduklarını, itibarlarının yerlerde süründüğünü” ifade ederek araştırma şirketlerini “melanet bir projeye hizmet etmekle” itham etti. Keza Recep Tayyip Erdoğan da katıldığı bir TV programında “araştırma şirketlerinin gerçeği çarpıttığını, partileri kullandığını, yalan-yanlış pazarlamalarla maişetlerini temin yoluna gittiklerini, bu sebeple de onlara inanmadığını” söyledi. Meselenin Millet İttifakındaki yansımaları daha da vahim oldu. Zira araştırma şirketlerinin büyük çoğunluğu “iktidar garantisi” ile Millet İttifakını yanıltarak aday ve ittifak pazarlıklarını yanlış yönlendirdi. Bunu fark eden Meral Akşener’in çabaları da fayda vermedi. İşte bu yaşananlar sebebiyle Türkiye’deki kamuoyu anket şirketlerini mercek altına almak ve meseleyi vuzuha kavuşturmak zarureti ortaya çıkmıştır.
Önce 14 Mayıs 2023 seçim sonuçları ile kamuoyu araştırma şirketlerinin seçimlerle ilgili “araştırma” sonuçlarını mukayese edelim. Tablo 1’de de görüldüğü üzere cumhurbaşkanı seçiminde birinci turda yurt içinde 60 milyon 721 bin 745 kayıtlı seçmenden 53 milyon 993 bin 683’ü oy kullandı. Oyların 52 milyon 972 bin 934’ü geçerli, 1 milyon 20 bin 749’u geçersiz sayıldı. Seçime katılma oranı yüzde 88,92 oldu. YSK’nın kesin sonuçlarına göre R. Tayyip Erdoğan geçerli oyların %49,52’sini, Kemal Kılıçdaroğlu % 44,88’ini, Sinan Oğan % 5,17’sini, adaylıktan çekilmesine rağmen Muharrem İnce oyların % 0,43’ünü aldı.
Tablo 1: Cumhurbaşkanlığı Seçimi 1. Tur Sonuçları
Kaynak: Yüksek Seçim Kurulu
Şimdi de kamuoyu araştırma şirketlerinin en son yayımladıkları seçim sonuçlarına bakalım. Tablo 2 incelendiğinde BETİMAR, OPTİMAR, SONAR ve GENAR dışındaki tüm şirketlerin kabul edilemez hata payları ile Kılıçdaroğlu lehine sonuç ilan ettikleri görülmektedir. Hatta bu şirketlere bakılacak olursa denilebilir ki Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirmekte ve ilk turda Tayyip Erdoğan seçimi kaybetmektedir.
Tablo 2: Kamuoyu Araştırma Şirketlerine Göre 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimi Sonuçları
Kaynak: Euronews
Milletvekili seçimlerine gelince, benzer şekilde YSK’nın açıkladığı 28. Dönem milletvekili seçim sonuçları ile kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladığı seçim sonuçları arasında mâkul hata paylarını çok aşan farklılıklar bulunmaktadır. Kamuoyu araştırma şirketlerinin seçim anket sonuçlarından önce sandıktan çıkan sonuca bakılacak olursa Cumhur İttifakı’nın %49.38 oy oranı ile 323 milletvekili çıkardığı ve meclis çoğunluğunu elde ettiği görülmektedir. Millet İttifakı ise %35.16 oy oranı ile 211 milletvekili çıkararak ana muhalefet gurubunu teşkil etmektedir. Emek ve Özgürlük İttifakının % 10.39 ile 66 milletvekili çıkardığı, Ata İttifakı’nın % 2.39 ile milletvekili çıkaramadığı, keza Sosyalist Güç Birliği İttifakının da % 0.28 ile milletvekili çıkaramadığı görülmektedir. İttifaklar altında seçime giren partilerin kazandığı milletvekili sayıları ise Tablo 3’de görülmektedir. AK Parti bu seçim döneminde oy kaybederek kuruluş yıllarına geri dönmüştür. MHP ise araştırma şirketleri ortalamasının 3 puan üzerine çıkmıştır.
Tablo-3: Partilere Göre 28. Dönem Milletvekili Dağılımı
Kaynak: Anonim
Burada üzerinde durulması gereken husus ise yine kamuoyu araştırma şirketlerinin yayımlamış olduğu seçim anketlerindeki fahiş hatalardır. Özellikle MHP ile ilgili sonuçlar şirketlerin güvenirliğini ciddi şekilde sorgulamaya açmıştır. Anketlerin ortalamasına göre MHP’nin oyu yüzde 7,2’yi geçmemektedir. Bu sebeple MHP seçim sonrası bu şirketler hakkında kamuoyunu yanıltma ve kasten yönlendirme iddiasıyla mahkemeye gideceğini ilan etmiştir.
Kamuoyu araştırma şirketlerinin seçimlerle ilgili saha çalışmalarında bu kadar büyük hatalar yapması halk nezdinde güvenirliklerini kaybetmelerine sebep olduğu gibi “araştırma” kavramını da tartışmalı hale getirmektedir. Daha açık söylemek gerekirse kamuoyu araştırma şirketlerinin halkı doğru olarak bilgilendirmekten ziyade bilimi kullanarak danışmanlık yaptığı siyasi parti veya görüş doğrultusunda toplumu yönlendirmeye çalıştığı ve bu yolla menfaat elde ettiği kanaati güç kazanmaktadır. Zira bu şirketlerin kurumsal yapıları, şeffaflıkları, denetime açıklık ve hesap verebilirlik seviyeleri oldukça düşüktür. ESOMAR[1] ve TÜAD[2] gibi dernek üyelikleri sınırlı olduğu gibi bu dernekler üzerinden denetime açıklıkları da şüphelidir.
Bilimi, hakikati ortaya çıkarmak için güvenilir bir değer aracı olmak yerine menfaat temininde bilimin güvenirliğini istismar etmek hem bu şirketlere zarar vermekte hem de dünya çapında araştırma şirketlerimizin ortaya çıkmasını engellemektedir. Bu müptezelliğin ortadan kaldırılmasında birinci vazife kamuoyu araştırma şirketlerinin bizzat kendilerine düşmektedir. Bu şirketlerle işbirliği yapan medya organları da onların suç ortaklarıdır. Diğer bir sorumlu kurum ise akademidir. Akademisyenlerin bu alana el atması, bilimsel toplantılar ve yayımladıkları bildiri ve makalelerle “araştırma” kavramının istismarına engel olmaya çalışması caydırıcı olabilir. Bu şirketlerin zarar verdiği siyasi parti veya kuruluşlar da –MHP örneğinde olduğu gibi- yasal yollardan haklarını arayabilirler. Böylece “meydanın boş olmadığı” vahşi kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” dönemi gibi “bırakınız atsınlar, bırakınız salon araştırmalarını alan araştırması diye yuttursunlar” dönemi sona erecektir.
Araştırma şirketlerinin bizzat “araştırma” kavramına verdiği zarar o kadar büyümüştür ki artık mahalle sakinleri site kapılarına “dilenci ve araştırmacı giremez” tabelaları asmaya başlamışlardır. İstatistik biliminin revaçta olduğu dönemde araştırma gibi istatistik kavramı da o kadar istismar edilmişti ki halk arasında “yalan, kuyruklu yalan, istatistik” tekerlemesi meşhur olmuştu. Yani ilmîliği istismar edilen istatistik aldatmada kuyruklu yalanı da geride bırakmıştı. Şimdi o tekerlemeye araştırma da eklenmiştir. Artık “yalan, kuyruklu yalan, istatistik, araştırma” denilmektedir. Her şeyin istismar edilerek değersizleştirilmesi çok tehlikeli bir gidişe kapı aralamaktadır. İnsanların yardım duygularının istismarı yardım yapma duygusunu öldürdüğü gibi güven duyulması gereken adliye gibi, akademi gibi, araştırma kurumu vb. gibi yapılara güvensizliğin artması da toplumun âhengini bozmakta, huzurunu kaçırmakta, yanlış yolları alternatif haline getirmektedir.
BAKAD web sayfasındaki 10 Mayıs 2023 tarihli “Başkanlık Seçimlerinde Son Dönemeç; Ön Koalisyonlu İttifakın Hezimeti” başlıklı yazımda sadece gözlemlerime dayanarak ve mevcut verileri analiz ederek seçim sonuçlarını ilan ederken “saha çalışması” yaptığını iddia eden araştırma şirketlerinin kahir ekseriyetinin Millet İttifakının seçimleri kazanacağını ilan etmesi nasıl açıklanabilir? 28 Mayıs 2023 Pazar günü ikinci turu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sonuç ayan-beyan ortada iken, hatta birinci tur seçimlerinden birkaç puan daha fazla oyla R. Tayyip Erdoğan’ın seçileceği görülmekte iken “kamuoyu oluşturma şirketlerinin” sezon hasılatını âzamileştirmek için pişkin pişkin bildik tavırlarını sürdürmeleri pes dedirtmektedir.
Bu yazı kamuoyu araştırma şirketlerine bir çağırı olduğu gibi onların müşterilerine de başta siyasi partiler olmak üzere bir çağırıdır. Medya kuruluşlarına ve akademisyenlere de bir çağırıdır. Hatta hükümete de bir çağırıdır. Gelin el birliği ile “araştırma” kavramının istismarına engel olalım. Dünya çapında güven veren inşaat firmalarımız olduğu gibi dünya çapında güvenilen araştırma şirketlerimiz de olsun, Türk ve İslâm dünyası başta olmak üzere küresel siyaset pazarının büyükleri içine biz de girelim.
[1] ESOMAR için bkz. https://directory.esomar.org/results.php?alpha=1&country_id=189
[2] TÜAD için bkz. https://tuad.org.tr/uyeler/tuzel-uye-arastirma-firmalari
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAŞKANLIK SEÇİMLERİNDE SON DÖNEMEÇ; ÖN KOALİSYONLU İTTİFAKIN HEZİMETİ
2023 Başkanlık Seçimleri Oy Pusulası
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
14 Mayıs seçimlerine günler kala saflar netleşmeye başladı. Geçen zaman zarfında yapılan müzakere ve muhakemeler AK Parti üzerindeki istifhamları büyük oranda dağıttı. Bunda iktidarın gayretlerinden ziyade Millet İttifakının zaafları, kompozisyonu ve kozmopolitliği, inandırıcı olmayan vaatleri ile destekçilerinin millet nazarındaki şaibeli tavırları önemli rol oynadı. Cumhurbaşkanlığı için yarışan dört adaydan Muharrem İnce ve Sinan Oğan eğer seçimi ikici tura bırakmak gibi bir başarı sağlayamazlarsa sembolik değerden öte bir iddia taşımayacaklardır. Yarış neticede Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan ile Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu arasında geçecektir. Şimdi bu iki adayla ilgili bir durum analizi (GYFT/Güçlü yön, Zayıf yön, Fırsat, Tehdit) yapalım.
Birinci olarak R. Tayyip Erdoğan, 20 yıllık iktidarı döneminde yaptıkları ile halkın gözü önündedir. Güçlü yönlerine bakıldığında; sosyolojik olarak halkın inanç, örf, adet ve kültür değerleriyle birebir örtüşmekte olduğu görülür. 20 Yıllık icraatlarında halkın hayat standardı ve dolayısıyla de refah seviyesi yükselmiş, biriken pek çok mesele onun iktidarı döneminde çözüme kavuşmuştur. Halkı bizar eden başörtüsü meselesi, silahlı bürokratların itaat altına alınması, yargı reformu, eğitim, sağlık, ulaştırma ve altyapı ile ilgili düzenlemeler, savunma sanayiindeki devasa hamleler ve terörün dâhilde tehdit olmaktan çıkarılması, uluslararası ilişkilerde hegemonik güçlere yaslanmak yerine kendi milli siyasetini takip etme, bu meyanda Ayasofya’yı müzelikten kurtararak câmi kimliğine kavuşturma, Türkiye’nin çehresini değiştiren hızlı trenler, otoyollar, hava limanları, köprü ve tüneller, şehir hastaneleri ve üniversiteler gibi uzayıp giden pek çok alanda AK Parti iktidarının imzası vardır. Bu sebepledir ki 20 yıldır halkın tasvibine mazhar olmaktadır. Koalisyonlara yol açan parlamenter sistem yerine siyasi istikrarı netice veren başkanlık sistemine geçilmiş olması da AK Parti’nin güçlü yanları arasında sayılabilir.
Zayıf yönlerine gelince; iktidarda olmanın getirdiği yıpranmışlıklar, “metal yorgunlukları”, personel istihdamında asla kabul edilemeyecek kayırmacılıklar, 15 Temmuz 2016 yılında yapılan darbe teşebbüsünde “ihanet, ticaret, ibadet” değerlendirmesi yerine “irtibatlı, iltisaklı, ucundan değmiş, kenarından bulaşmış” denilerek tüm cemaat mensuplarının aynı kefeye konulması ve fiilen darbe teşebbüsünde bulunmadığı halde “okuluna gitmiş, gazete ve dergisine abone olmuş veya bankasına para yatırmış” gibi hepsi kamu denetimine tabi olan kurumlar üzerinden sigaya çekilmesi en başta gelen hususlardır. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsünün sorumluluğu ihanetle sınırlı kalsaydı veya ibadet edenleri kapsamasaydı o büyük kitle ciddi bir nefis muhasebesi ile baş başa kalacaktı ve siyasi tablo bugünkü kadar zora girmemiş olacaktı. Zira şimdiye kadar hiçbir darbe ve darbe teşebbüsünde taraftarlar yargılanmamıştır. Hükümet “ele ve fiile bakar, kalbe bakamaz, niyet okuyuculuğu yapamaz.” Kaldı ki uzunca bir dönem Gülen cemaati ile AK Parti kadroları birlikte çalışmış olmasına rağmen hiçbir zaman siyasi irtibat, iltisak sayfaları açılmamıştır. Diğer bir husus ise yıllarca beraber çalıştıkları ve cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, başbakan yardımcılığı veya bakanlık gibi çok önemli makamlarda bulunan arkadaşlarını muhalif cepheye itmek veya sahip çıkamamak, zengin insan kaynağını israf etmek de Tayyip Erdoğan’ın zayıf yönleri arasındadır.
Analizin ikinci ayağı olan fırsat ve tehditlere bakıldığında, Millet İttifakı’nın zaafları AK Parti için fırsat pencereleri açmakta, 20 yıllık AK Parti iktidarı ile büyüyen ve bugün oy kullanma hakkına sahip olan gençlerin algı ve beklentileri ile son dönemde yaşanan iktisadi krizlerin halkta yeni arayışlara yol açması ve İyi Parti, Saadet Partisi, Demokrat, Gelecek ve Deva Partilerinin Millet İttifakında yer alarak halkın hâfızasındaki CHP imajını yumuşatması da AK Parti ve Cumhur İttifakı için tehdit olarak ifade edilebilir.
Milet İttifakının cumhurbaşkanı olan Kemal Kılıçdaroğlu’na gelince, oy oranı %25 civarında olan CHP’yi mahalli idareler seçiminde tecrübe ettikleri bir ittifak üzerinden başarılı kılan formülü 14 Mayıs seçimlerinde tekrar edecek bir stratejiyi hayata geçirmesi birinci derecede güçlü yan sayılabilir. Zira CHP’nin siyasi çizgisi halkın üçte ikisi tarafından tasvip edilmemektedir. Münhasıran 1923-1950 yılları arasında totaliter bir despotizmin halka çektirdikleri halen hâfızalardadır. Her türlü hürriyetinden mahrum edilen büyük halk kitleleri eline geçirdiği ilk fırsatta CHP iktidarını –bir daha gelmemek üzere- yok etmiş ve bu güne kadar da CHP asla tek başına iktidara gelememiştir. İşte Kılıçdaroğlu bu imajı yıkmak ve %50+1 halk desteğine ulaşmak için milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlere hitap eden diğer ortaklarını kendi adaylığına razı edebilmiştir. Kılıçdaroğlu’nun diğer bir güçlü yanı ise AK Parti’ye öfkeli olan ve mahalli idare seçimlerinde attığı tokatla hırsını alamayan mütereddit eski AK Parti seçmenlerinin varlığıdır. Buna ilaveten Gülen cemaati başta olmak üzere tüm Tayyip Erdoğan düşmanlarını veya muhaliflerini bazı vaatlerle kendisine çekmesi de güçlü yanları arasında sayılabilir. Ayrıca son bir yılda yaşanan iktisadi krizler ve iktidarın bilumum yanlışları da Kılıçdaroğlu hanesine artı puan olarak yazılmaktadır.
Zayıf yanlarına gelince, her ne kadar Kılıçdaroğlu “helâlleşme” adımları atmış olsa da halkın zihnindeki CHP’yi hortlatan Canan Kaftancıoğlu, Sezgin Tanrıkulu ve Ünal Çeviköz gibi partililer hiç eksik olmamakta, özellikle HDP’nin kendisi aday çıkarmayarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini ilan etmesi, hapishanelerdeki terör unsurlarına af mesajları vermesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki Türkiye’nin çekincelerini kaldıracağını ilan etmesi halkta bölünme endişelerini arttırmaktadır. Özellikle de tüm terör unsurları ile PKK elebaşlarının Kılıçdaroğlu’nu desteklemeleri bu endişeyi kuvvetlendirmektedir. Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’nun diğer bir zayıf yanı da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” olarak çok reklamını yaptıkları “dünyada örneği olmayan” hükümet modelinin gele gele “Ön Koalisyonlu Parlamenter Sistem” olarak arzı endam etmesidir. Şimdiden yedili bir cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi garip bir model ortaya çıkmış, ittifakı teşkil eden her partiye önce sağlam birer bakanlık, daha sonra da oy oranlarına göre bakanlık dağıtımları yapılacağı ilan edilmiştir. Bu yamalı bohça tıpkı Ecevit’in 1977 seçimlerinden sonra tek başına iktidar olabilmek için Adalet Partisinden ayarttığı 13 milletvekiline yeni ihdas edilen sözde bakanlıkları dağıtmasını hatıra getirmektedir. Kılıçdaroğlu %50+1’i bulmak için cumhurbaşkanı yardımcılığı, bakanlıklar ve hatta üst bürokrasi makamlarını paylaşmakta bir beis görmemekte, bu makamları rüşvet olarak kullanmaktan çekinmemektedir. Cumhurbaşkanının bağımsız olması için partisiz olması gerektiğini şiddetle savunan Kılıçdaroğlu’nun kendisi aday olunca, eğer seçilirse hükümet sistemini değiştirinceye kadar CHP’nin başında kalacağını ilan etmesi de diğer bir tutarsızlık örneği olarak zaaflarına eklenmektedir.
Başka bir zayıf nokta ise İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerindeki CHP iktidarının başarısızlıkları, sönük vaziyetleri, seçim öncesi vaatlerini yerine getirmemeleri, personel istihdamında ve adam kayırmadaki üstün performansları, halkı rahatlatacak yatırımları yapmak yerine siyasi propagandalara ağırlık vermeleridir. Buna AK Parti iktidarının yaptığı tüm havalimanı, köprü, baraj, otoyol, hastane, okul gibi altyapı yatırımlarına karşı çıkmaları da eklenebilir. Son günlerde savunma sanayi ile ilgili örtülü itirazları da zihinlerdeki eski CHP kimliğini yeniden uyandırmaktadır.
Diğer bir zayıf nokta da ABD ve önemli Avrupa devletlerinin canhıraş bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi ve Tayyip Erdoğan düşmanlığı yapmasıdır. ABD başkanı J. Biden 15 Temmuz 2016 yılında darbe ile deviremedikleri R. Tayyip Erdoğan’ı “muhalefeti organize ederek ” seçim yoluyla düşürmeyi seçim vaadi olarak ifade etmişti. ABD liderliğindeki Batılı ittifakın Tayyip Erdoğan düşmanlığının temel sebebi artık kendilerini dinleyip itaat edecek bir Türkiye bulamamalarından kaynaklanmakadır. Türkiye’nin Suriye-Irak hattında kurulmak istenen terör koridorunu kırması ve ileride ikinci bir İsrail olacak uydu bir PKK devletine geçit vermemesi, daha da ötesi Libya, Doğu Akdeniz ve Karabağ’da Batı politikalarını akmete uğratması, Rusya-Ukrayna harbinde kendi milli siyasetini uygulamada ısrar etmesi gibi pek çok sebeple R. Tayyip Erdoğan’ı kendi siyasetleri açısından behemehal devrilmesi gereken bir lider olarak görmelerine yol açmaktadır. Batı’nın bu politikasını kendi menfaati için müsbet gören Kılıçdaroğlu yanılmaktadır. Zira halk nezdinde batılı devletlerin bu tavrı tasvip edilmemekte, Tayyip Erdoğan karşıtlığı emperyal şer güçlerle yan yana durmak şeklinde algılanmaktadır.
Son olarak Kılıçdaroğlu’na açılan fırsat penceresine AK Parti’nin 20 yıllık icraatının yorgunluğu ve hataları ile toplum kesimlerindeki yeni arayışlar eklenebilir. Tehdit olarak da tüm çabalara rağmen eski CHP’nin bütün ceberutluğu ve korkutucu yüzü ile arkada duruyor olması, zaman zaman da çeşitli vesilelerle tezahür etmesi gösterilebilir.
Analizler bize Cumhur İttifakı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın her şeye rağmen ikinci defa cumhurbaşkanı olarak seçileceğini ortaya koymaktadır. Milletvekili seçimlerinde ise iki ittifakın büyük farklarla değil, nisbeten yakın oranlarda temsil edileceğini göstermektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE NİHAYET NÜKLEER GÜCE KAVUŞTU
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
27 Nisan 2023 tarihi ileride Türkiye’nin nükleer güce kavuştuğu çok önemli bir gün olarak hatırlanacaktır. Batı’nın teknolojik üstünlüğünü bir sömürü mekanizması olarak kullandığı ve özellikle de İslâm dünyasını kontrol altında tutmanın bir aracı yaptığı dönem biraz daha zayıflamıştır. Etkisiz hale getirilmesi veya en azından dengelenmesi ise Türkiye’de nükleer gücün “nükleer silaha” dönüştürülmesi ile mümkün olacaktır.
Türkiye’nin nükleer santral kurma plânları elbette tek parti dönemlerinde değil, vesayet altında da olsa milli iradenin iktidar olduğu dönemlerde yapılmaya başlanmıştır. Ancak nükleer gücü elde etmek o kadar da kolay olmamıştır. Zira nükleer güç hem enerji hem de silah demektir. Dünya nükleer santral ve nükleer silah haritalarına bakıldığında her ikisinin de emperyalist güçlerin tekelinde olduğu görülmektedir. Haliyle de kolay kolay paylaşılmayacaktır. Bu tavrın izdüşümünü Türkiye üzerinden inceleyebiliriz. Türkiye’nin nükleer enerjideki tarihi seyrine bakıldığında Akkuyu’ya 1976 yılında yer lisansı verilmesine rağmen Demirel dönemi (1968-1969), Ecevit-Erbakan koalisyonu (1975-1976), Özal dönemi (1982-1985) ve Ecevit-Yılmaz koalisyonu döneminde (1998-2000) yapılan ihaleler Batı’nın örtülü ambargoları ve içimizdeki Batı kâselislerinin[1] propagandaları sebebiyle hep akim kalmıştır. AK Parti iktidarı dönemindede açılan ihalelere Batılı ülkeler rağbet etmedikleri gibi Japonya ve Güney Kore gibi ihalelere girme niyeti olan ülkeleri de engellemişlerdir. Bu yasaklar 2010 yılında aşılmış, Rusya ile anlaşma imzalanarak bu günlere gelinmiş, 27 Nisan 2023’te Türkiye ve Rusya devlet başkanlarının da iştirak ettiği bir merasimle barış için atom enerjisi bayrağı göndere çekilmiş, Akkuyu resmen nükleer tesis hüvviyetini kazanmıştır. Böylece İslâm Dünyasında Pakistan, İran ve BAE’den sonra nihayet Türkiye’de nükleer güce kavuşmuştur.
Teknik detaylarını bir yana bırakarak şu kadarını söylemek mümkündür ki, üçüncü nesil bir nükleer güç santrali olan Akkuyu yılda 35 milyar kWh elektrik üretecek ve Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yaklaşık %10’unu karşılayacaktır. Buna ilave olarak harekete geçecek nükleer yan sanayi ve teknolojiler, bilgi birikimi ve nükleer teknolojiye sahip insan kaynağı[2] diğer bir önemli meyveyi daha verecektir ki işte bu Batı’nın korkulu rüyasıdır; Türkiye’nin nükleer silah sahibi olma ihtimali. Nitekim Avrupa Parlamentosunun 6 Temmuz 2017 tarihli Türkiye’nin Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını tavsiye eden raporunda, Akkuyu Nükleer Enerji Santrali projesinden vazgeçilmesi talebi yer almaktadır. Türkiye nükleer enerji santralinden vazgeçmek bir yana Sinop ve Kırklareli İğneada’da da yeni nükleer santrallerin yapımını plânlamaktadır. Peki, bu tavsiyeye imza atan ülkelerde hiç nükleer enerji santrali yok mudur?
Harita 1 incelendiğinde dünya üzerinde nükleer santrallerin fakir ve enerji yoksulu ülkelerden ziyade müreffeh ve gelişmiş ülkelerde toplandığı görülür. Dünyada en çok nükleer reaktörün yer aldığı ABD’de 104 reaktör faal halde ve ABD’yi 58 reaktörle Fransa, 51 reaktörle Japonya, 32 reaktörle Rusya, 21 reaktörle Güney Kore takip etmektedir. 31 farklı ülkedeki 437 nükleer reaktör, dünya elektrik ihtiyacının yüzde 13,5’ini karşılamakta, artan enerji ihtiyacına paralel olarak 151 yeni reaktörün yapılması plânlanmakta, 57’sinin de yapımı devam etmektedir.
Harita 1: Nükleer Enerji Santrali Olan Ülkeler
Diğer yandan ülkelerin tabiatı icabı süreklilik arz etmeyen güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir alternatif enerji kaynaklarını takviye maksadıyla süreklilik arz eden nükleer reaktörlere yatırım yaptıkları da görülmektedir. Mesela Fransa elektrik ihtiyacının %70’inden fazlasını, Ukrayna %51’ini, İsveç yaklaşık %30’unu, Belçika yaklaşık %40’ını, Avrupa Birliği %26’sını, Güney Kore yaklaşık %30’unu ve ABD %20’sini nükleer enerjiden karşılamaktadır[3]. “Ya Türkiye?” diye soramıyoruz. Zira onca badireyi atlatarak daha yeni bir nükleer santralinin açılışı yapılabilmiştir. Peki neden? Çünkü Türkiye gibi enerjide çok büyük oranda dışa bağımlı olan bir ülkenin belini doğrultması istenmiyor. TUİK verilerine göre dış ticaret açığının ¾’ü enerji ithalatından kaynaklanıyor. Türkiye’nin 2022 yılında enerji ithalatı için ödediği fatura 103 milyar dolar civarında. Bu da tam olarak 5 tane Akkuyu nükleer santraline denk geliyor. Eğer Türkiye Fransa’nın yaptığı gibi ihtiyacı kadar nükleer santraller kursa muazzam bir kaynağı diğer alanları geliştirmek için kullanabilir.
Ancak büyük soruyu tekrar edelim; neden bu güne kadar ülkemizde nükleer santraller yapılamadı? Neden yanı başımızda Çernobil’den daha eski ve patlamaya hazır Ermenistan’ın Metzamor şehrinde bulunan ve Türkiye sınırına 16 km uzaklıkta yer alan Nükleer Santrali için Türkiye’deki “vatansever ve dahi çevreci!” gruplar bir kerecik bile protesto yürüyüşü yapmadıkları halde, olmayan ve sadece yapılması plânlanan Akkuyu nükleer santrali için “Nükleer Santrallere Karşı Güçbirliği Platformu” oluşturdular? Şeytan taşlamanın âlemi yok! Küresel güç odakları siyasetleri icabı Türkiye’nin ne nükleer santralleri olmasını, ne de nükleer silahı olmasını, hatta ne de herhangi bir alanda yüksek teknolojiye sahip olmasını ister. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılamayan ve en tehlikeli olan ise sahte dost, gerçek düşman olan Batı dünyasının içimizdeki uzantılarının tavırlarıdır. Zira bunlar bizim gibi görünen bizim gibi isimleri olan, hatta bir kısmı profesör, doçent gibi ilmi unvanlar kullanan, vatanını, milletini herkesten çok sevdiğini söyleyen “çevreci, yeşil dostu” pozlarına bürünen ve daha da ötesi emperyalizme karşı olduğunu söyleyen kişi, zümre ve kuruluşlardır. Eğer bunlar deşifre edilmezse “gövdenin içindeki kurt” misali tehdit oluşturmaya devam edeceklerdir. Bunların maskelerini indirip gerçek kimliklerini ortaya koymak zaruridir. Zira böyle memleket menfaatine olan her şeye karşı çıkmayı aydınlık ve entelektüellik zanneden veya belirli ücret ve menfaatler karşılığında şuurlu olarak “aktivist ve dahi eylemci” kılığında yapanların arkasında bazen iyi niyetli saflar veya başka beklentileri olan kişiler ile şöhret düşkünü budalalar bulunabilir. En azından iyi niyetli kişilerin ikazı için bu gereklidir. Dikkatli bir kişi bu kesimleri basit bir araştırmayla kolayca teşhis edebilir. Hatta bu kesimler “şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler” fehvasında olduğu gibi kendi yayınlarından da ortaya çıkarabilir[4]. Türkiye’deki bilumum Marksist ve Leninist örgütler, terörist gruplar ve bazı siyasi partiler de nükleer santrallere canhıraş şekilde karşı çıkmaktadır[5].
Meselenin diğer yüzüne gelecek olursak, nükleer santralin bir adım ötesinin nükleer silah olduğunu herkes biliyor. Zaten hegemon güçlerin kendi ülkeleri dışında nükleer santral yapılmasını engelleme çalışmalarının arkasında da bu saik yatıyor. Yani kendilerinin nükleer silahları, nükleer bombaları ve başlıkları olacak, ama başka kimsede olmayacak! Bu dayatmalar ancak mücadele edilerek kırılabilir. Bunun için de ülkelerin oldukça güçlü siyasi iradeye ve istikrara ihtiyacı vardır. Bu bilindiği için olsa gerektir ki, küresel güçler diğer ülkelerde siyasi istikrarsızlıklar çıkarmak, iç savaşları körüklemek ve kaos plânları yapmaktan ellerini bir türlü çekmemektedir.
Harita 2’de nükleer silahların dünyadaki yayılımı görülmektedir. Harita incelendiğinde başta ABD ve Rusya olmak üzere genellikle 2. Dünya harbi galiplerinin nükleer silahlara sahip oldukları görülür. Parmak ucu kadar bir devlet olan İsrail bile nükleer silaha sahiptir ve onunla çevresi için sürekli bir tehdit oluşturabilmektedir. Bu gerçeği dikkate alan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan sadece nükleer santrallere değil nükleer silahlara da sahip olmak istediğimizi açıkça ifade ederek, elinde nükleer başlıklı füzesi olan ülkelerin bize ‘Sakın ha sen yapma’ demesini kabul etmeyeceğini beyan etmiştir.
Harita 2: Dünya Nükleer Silah Haritası
Sonuç olarak Türkiye’nin hem nükleer enerji santrallerine hem de nükleer silahlara ihtiyacı vardır. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için kömürden petrole, doğal gazdan hidroelektrik santrallere, güneş ve rüzgâr enerjisine, jeotermal ve nükleer enerjiye kadar kendi öz kaynaklarını kullanmak ve bu enerji çeşitliliğini kendi ülke menfaatlerini esas alarak geliştirmek zorundadır. Nükleer enerji ise sadece elektrik üretimi için değil başta nükleer silahlar olmak üzere ülke güvenliğinde, gümrük kontrollerinde, sağlık ve gıda sektöründe de kullanılması sebebiyle nükleer enerji ile ilgili insan kaynağının eğitilmesi, altyapı ve ar-ge laboratuvarlarının kurulması, kritik bir sektör olarak desteklenmesi, özel sektör yatırımlarının teşvik edilmesi, kara propagandaları bertaraf etmek için de medyanın değişik kanallarını kullanarak halkın bilgilendirilmesi zaruridir.
[1] İçimizdeki Batı veya Batı uzantıları için bkz. http://web.archive.org/web/20180831221804/http://www.nukte.org/karsitlarlistesi
[2] Türkiye’den her sene yaklaşık 70 mühendis Rusya’da nükleer enerji eğitimi almaktadır. Bu güne kadar Rusya’ya nükleer enerji mühendisliği eğitimine toplam 246 Türk talebe gönderilmiştir. Bu talebelerden 220’si eğitimlerini tamamlayarak Akkuyu nükleer güç santralinde çalışmaya başlamıştır.
[3] Bkz. https://turkiyeraporu.com/arastirma/enerji-ve-politika-ulkelerin-nukleer-santral-sayilari-10483/
Elektrik enerjisinin % 25’ini nükleer santrallerden karşılayan Avrupa Birliği, Rusya-Ukrayna savaşı sonrası baş gösteren enerji krizine karşı nükleer enerjiyi yeşil enerji olarak kabul ettiğini açıklayarak ikiyüzlü siyasetini bir defa daha ortaya koymuştur. Zira aynı Avrupa Parlamentosu Türkiye’de Akkuyu nükleer santralinin yapılmasına karşı çıkmaktadır.
[4] Bkz. Künar, Arif (2002). Don Kişot’lar, Akkuyu’ya Karşı; Anti-Nükleer Hikâyeler, Elektrik Mühendisleri Odası, Ankara. Sakın kitabın başlığından Akkuyu nükleer santraline karşı çıkmanın Don Kişot’luk olduğu anlaşılmasın. Bilakis bu kitapta başrollerde mühendis odaları ve akademisyenler olmak üzere uzun bir kuruluş ve kişi listesi verilerek büyük bir iftiharla Ecevit’in 2000 yılındaki koalisyon başbakanlığı döneminde Akkuyu nükleer santral ihalesini nasıl engelledikleri anlatılmaktadır. Bkz. https://www.google.com/search?q=Donkisotlar+Akkuyu’ya+Karsi.
[5] CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır muhalefetini “Neden Akkuyu’da? Neden Mersin’de? Diyerek genişletmekte ve “Sinop’ta da olmasın, Rize’de de olmasın, Karadeniz’de de olmasın. Hiçbir yerde olmasın. Bu santrale hep beraber karşı çıkalım” demektedir. Bu meselede de yalnız değildir. HDP Adana Ekoloji Meclisi Sözcüsü Yaşar Gökoğlu da, “Bizler bu coğrafyada yaşayan halklar olarak Akkuyu’da ya da başka bir yerde nükleer santraller, nükleere dayalı üretimler istemiyoruz. Bunun aksine yapılan tüm uygulama ve yürütmelerin karşısında olacağız. Nükleer santral yapma plânlarınızdan ve hayallerinden vazgeçin ” diye beyanat vermektedir. HDP’nin öteki yüzü Yeşil Sol Parti ise seçim beyannamesinde nükleer santral projelerini ve anlaşmalarını iptal edeceklerini ifade etmektedir. Avrupa Yeşiller Partisi’nin 3-5 Haziran 2022 tarihli 35. Konsey toplantısında da Akkuyu Nükleer Santraline karşı çıkılması iç-dış bağlantıları göstermesi bakımından mânidardır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
OSMANLI HÂNEDANI AİLE REİSİ OSMANOĞLU VE HİLÂFET MÜESSESESİ
Sultan 5. Murad’ın torunu ve Osmanoğulları hanedanının aile reisi Osman Selahaddin Osmanoğlu
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Yavuz Sultan Selim Han’ın hilâfetle taçlandırdığı Osmanlı Devleti, İslâm âleminin şirazesi, Müslümanların dizildiği tesbihin imamesi, ehli salip başta olmak üzere tüm küffar hücumlarına karşı Müslümanların himayesi vazifesini deruhte ediyordu. Vakta ki o şiraze koptu, o ip kırıldı ve o himayeden feragat edildi, o zamandan beri tüm İslâm âlemi cihanşümul siyasetteki en büyük gücünü kaybetmiş oldu. Bizim için hüzün, Müslümanları sömürge idaresi altında tutan ehli salip ve bilumum ecnebiler için sevinç kaynağı oldu. Hilâfetin ilgası o günden bu güne kadar zaman zaman kanayan bir “iç yarası” olarak kaldı.
Hilâfet “kazara” kaldırılmamıştır. Büyük bir hesaplaşmanın sonunda, halkın rağmına olarak batılılaşma yolunda gözünü karartan bir ekip tarafından Türklerin İslâm’la ve Âlemi İslâm’la olan bağlarını kopartmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Hilâfetin ilgası için hazırlanan kanun teklifini vaktiyle Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye âzalığı da yapmış olan Câmî’ül-Ezher mezunu ve Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının vermesi, TBMM’de 158 mebustan Gümüşhane mebusu Mekteb-i Sultani mezunu Zeki Bey hariç hiçbir kimsenin karşı çıkmamış olması da ibretliktir. Hilâfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmanînin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına dair 03 Mart 1924 tarih ve 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesinde “Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.” denilmektedir. Bu karar milli iradenin kararı değil, milli iradeyi hiçe sayan mütegallibe bir zümrenin kararıdır. Zira o dönemin TBMM’si milli iradenin temsilcisi makamında olmayıp, tek parti diktatörlüğünün tasdikçisi kukla bir insan kalabalığından ibarettir. Ayrıca yargı da bağımsız değildir. Tek parti rejiminin İstiklâl Mahkemeleri[1]denilen ve hukuktan ziyade emirle hareket eden, her muhalif hareket ve hatta görüşü “Hıyaneti Vataniye” Kanunu kapsamında değerlendirilerek kelle hasadı yapan siyasi bir infaz çetesinin varlığı sadece halkın değil sair rical-i devlet ve hatta sözde mebusların da korku kaynağıdır.
Bugünlere geldiğimizde hilâfet müessesesi zaman zaman gündem olmakta, tartışılmakta ancak adeta bir tabu, bir yasak alan muamelesi görmektedir. Bunun sebepleri arasında belki de en önemlisi seçilmemiş muktedirlerin halen Türk siyasi hayatı ve iktidarı üzerindeki mestur güçlerinden kaynaklanmaktadır. Meselenin akademik seviyede tartışılması bile son derece sınırlı kalmaktadır. Bu durum şüphesiz akademik camianın ayıbı olduğu kadar tartışma zeminini batağa dönüştüren bazı mevzuatın vücudu ile kâmil bir fikir ve ifade hürriyetinin olmamasıyla da ilişkilidir. “Fincancı katırları” ürkmek için teyakkuzdadır. Ayasofya mevzuu gibi meselenin hâriçten ziyade dâhilde endişeli bedhâhları mevcuttur. Hariçte ise durum bambaşkadır. İngiltere’de tacın aynı zamanda kilisenin “başpapazı” olarak Kanada’dan Avustralya’ya kadar pek çok ülkede hükümferma olması, hatta laik Fransa’nın devlet başkanına Papa tarafından Vatikan’da tertip edilen bir törenle papazlık unvanı verilmesi hiçbir tenkidata medar olamaz. Lâkin Türkiye’de bir devlet başkanı en ufak bir dini temayül içerisinde görülse dâhildeki “mestur güçler”” tarafından derhal hilâfet hatırlatmaları yapılarak psikolojik baskı çarkları döndürülmeye başlanır, koroya hariçten de “Bremen mızıkacıları” türünde çeşitli ton ve renkte sesler iştirak ettirilerek o hareket bastırılmaya çalışılır. Bunun en bariz örneklerinden birisi Fâtih Sultan Mehmed Han’ın fethin akabinde camiye çevirdiği Ayasofya için kurduğu vakfiyede “cami hüviyetinin devamlılığı ile ilelebet muhafazası” vasiyetinin yerine getirilmesinde çıkarılan gürültülerdir.
Acaba Ayasofya için çıkarılan bu patırtı, hilâfet meselesi gündeme geldiğinde nasıl bir yankıya sebep olacaktır? Meseleyi özel bir TV programında kendisine sorulan bir soru üzerine Sultan 5. Murad’ın torunu ve Osmanoğulları hanedanının aile reisi olan Osman Selahaddin Osmanoğlu mealen şöyle cevaplamıştır. “Halifeliği kaldırarak Batı’ya iyilik yaptık. Türkiye’de bir halife olmalı mı denirse, olmalı derim ama ‘Halife kim olmalı?’ derseniz; nasıl Katolikler seçiyor. Her ülkeden biri olur, 5 sene Endonezyalı 5 sene Pakistanlı 5 sene bir Türk olur. O zaman bir böyle İslâm’ın adını kirleten bir olay organizasyon olursa onlara ‘höt’ diyecek birisi olmalı.” Osmanoğlu’nun hilâfetin lüzumu hususundaki fikrine iştirak etmekle beraber tarzı teşekkülü hususunun müzakereye muhtaç olduğu kanaatindeyim. Zira bu mesele iki açıdan değerlendirilmeye muhtaçtır. Birincisi hilâfet meselesi nasıl gündeme getirilecek, ikincisi ise İslâm dünyasına nasıl bir model sunulacaktır?
Bu iki sorudan birincisinin cevabı elbette ki Türkiye olacaktır. Zira tüm âlem-i İslâm’ın müttefikan kabul ettiği hilâfet müessesesi 03 Mart 1924 senesinde “Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğu” şerhi düşülerek ilga edilmiştir. Binaenaleyh TBMM ilgili kanunla ilga edilen hilâfet makamını yeni bir kararla ihya edebilir. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Nitekim mesele bir şekilde gündeme geldiğinde merhum başbakan Adnan Menderes de TBMM’nin milli iradeyi temsil gücüne atıfla 29 Kasım 1955’teki grup toplantısında mebuslara “siz isterseniz hilâfeti tekrar ihya edebilirsiniz” demiştir. Hilâfetin ihyası TBMM’nin yetkisi dâhilinde olduğuna göre birinci adımın atılması zahiren kolay ancak kritik eşiğin aşılması bakımından da bazı zorlukları muhtevidir. Zira böyle bir adımın atılması için halkın musır talepleri olmalı ve milletten siyasi irade üzerine böyle bir baskı gelmelidir. Buna ilave olarak akademik dünyada ciddi tartışmalar yapılmalı, meselenin zaman ve zemin bakımından müsbet ve menfi tarafları incelenmeli, dış çevre analizi yapılarak fırsat ve muhtemel tehditler ortaya konulmalıdır.
Meselenin ikinci ayağı da birincisi kadar önemlidir. Bu dahi, hilâfetin anatomi ve fizyolojisinin, yapı ve işleyişinin nasıl şekillendirileceği meselesinin halli ile ilgilidir. Bunun için İslâm ülkeleri ile istişare ve onlara bir model sunumu zarureti vardır. İşte bu noktada Osman Selahaddin Osmanoğlu’nun teklifi çözüm önerilerinden biri olarak dikkate alınabilir. Ancak bu meselede ciddiye alınacak başka görüşlerde bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en dikkate değer olanı Bediüzzaman Said Nursi’nin hilâfetin mer’i olduğu dönemde serdettiği “hilâfetin yeniden yapılandırılması” hakkındaki görüşleridir[2]. Öncelikle Üstat, Osmanlı Devletinde saltanat ve hilâfetin birbirinden ayrılamayacağı kanaatindedir. Binaenaleyh, padişah hem sultan hem halifedir ve âlem-i İslâm’ın bayrağıdır. Saltanat itibarıyla Osmanlı Devleti sınırları içindeki halkın idaresini deruhte ederken, hilâfet itibarıyla da tüm İslâm âleminin istinatgâhı ve medetkârı olmaktadır.
Üstat Said Nursi, 20. Yüzyılın başlarında hilafet meselesini ele alırken dikkatli bir analiz yapmakta mevcut yapıdaki zaafiyetlere dikkat çekerek, içtimaî ve siyasî münasebetlerin arttığı, uluslararası ilişkilerin yoğunlaştığı bir dönemde Meşîhatın[3] bir şahsın içtihadına terk edilemeyeceğini savunmakta ve yeniden yapılandırılması gerektiğini ifade etmektedir. O’na göre bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Bunun için de Meşîhatın ferdi tasarruftan çıkartılarak yüksek bir ilmî şûrâya dayandırılması gerekir. Üstat o dönem için çok önemli diğer bir tespitte bulunarak zamanın “cemaat zamanı” olduğunu, fertlerin dâhi de olsa, cemaatin şahsı mânevisine karşı etkisiz kalacağını, şûrâya dayanan bir şeyhülislâmın sözünün en büyük bir dâhiyi de içtihadından vazgeçirebileceğini ve böylece İslâm âleminde içtihat anarşisine son verilebileceğini ifade etmiştir. Ayrıca böyle bir şûrâya şiddetle ihtiyaç olduğunu, eğer Merkez-i Hilâfette tesis olunmazsa, ihtiyaç sebebiyle başka yerde teşekkül edebileceğini, bunun da başka sıkıntılara yol açacağını hatırlatmıştır. Unutulmasın ki aynı meridyen hattı ve saat dilimi içerisinde bulunan Müslüman devletlerde Ramazan bayramı farklı günlerde idrak edilmiş, ortaya çıkan kargaşayı izale için Türkiye’nin öncülüğünde “rü’yet-i hilâl” konferansı toplanmış olmasına rağmen mesele halledilememiştir.
İslâm dünyasında fetva bekleyen meseleler gün geçtikçe artmakta, her meseleyle ilgili “her kafadan bir ses” çıkmaktadır. İşin daha vahim tarafı küresel güçler tarafından “dar-ül harp, cihat, hilâfet, imamet, riba/faiz” gibi bazı meseleler istismar edilerek Şia-Vahhabi kutuplaşması ve çatışması çıkarılmakta, ehl-i sünnet yolu zayıflatılmak istenilmektedir. Dâhilde bunlar olurken hâriçte de “İslamofobi” kılıfında İslâm nefreti körüklenmekte, câmi ve mescitlere saldırılmakta, Kur’an’a karşı çirkin tahrikler yapılmakta, Müslümanlar ayrımcılığa ve bed muamelelere maruz kalmaktadır. Tüm bu hareketlere karşı İslam’ın yekvücut bir sese ihtiyacı vardır. Bu ses hilâfetin zaruretini ortaya koymaktadır. Nitekim Selahaddin Osmanoğlu ‘da bu ihtiyaca dikkati çekmekte, hilafetin yokluğunun ecnebileri sevindirirken Müslümanları üzdüğünü söylemektedir.
Hilâfetin gerekliliği hususunda büyük oranda mutabakat olmakla birlikte nasıl yapılanacağı konusunda da farklı fikirler bulunmaktadır. Hilâfetin ihyası ve tarzı teşekkülü hakkında Selahaddin Osmanoğlu seçim yolunu salık vermekte, münavebeli olarak beşer yıllığına İslâm ülkelerinden bir halifenin seçilerek gelebileceğini söylemektedir. Bediüzzaman Said Nursi ise hilâfetin değil, halifeye bağlı olan Meşîhatın uluslararası bir meclis şeklinde teşekkülünden yanadır. Bu fikri serdettiği dönemde zaten 2. Abdülhamid Han halifeydi, binaenaleyh halifenin kim olacağı meselesinden ziyade Hilâfet müessesesinin omurgasını teşkil eden Meşîhat dairesinin müessiriyetini arttırmak için nasıl yapılandırılması gerektiği meselesi tartışılıyordu. Bu hususta Üstat o dönemde oldukça dikkati çeken bir teklifte bulunuyor ve Osmanlı Devleti’nin son döneminde mühim bir maksat için tesis edilen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin genişletilerek, âlem-i İslâm’dan on beş, yirmi kadar Müslümanların dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehap/seçilmiş ulemasının bu meclise üye yapılmasını teklif ediyordu. Böylece hilâfet vazifesini doğrudan doğruya deruhte edecek, hâlis İslâmî bir şûra, günümüz anlayışıyla ifade etmek gerekirse tıpkı TBMM gibi bir Hilâfet Meclisi öneriyordu.
İslâm dünyasının dini meselelerini halletmek, ihtilaflı hususları karar bağlamak ve İslâm’a yapılan saldırıları bertaraf etmek için bir Hilâfet Meclisi kurulması gayet mâkul ve gerçekçidir. Bu hususta İran dışında pek itiraz ortaya çıkmamakla birlikte, halifenin kim olacağı hususunda farklı görüşler olabilecektir. Hilafet merkezi için en uygun yer İstanbul olmakla birlikte muhtemelen bu hususta da farklı görüşler ortaya atılabilecektir. Ayrıca hilâfeti kimin deruhte edeceği hususu halli en müşkül mesele olarak ortada durmaktadır. Bize göre hilâfeti kimin temsil edeceğine Hilâfet Meclisi karar verebilir. İslâm dünyasından seçilerek teşekkül eden bir Hilâfet Meclisi 5 ila 7 yıl gibi muayyen bir süre için bir kişiyi halife olarak seçebilir. Hilâfet Meclisinin altında tıpkı Meşîhatta olduğu gibi komisyonlar teşekkül ettirilebilir.
Sonuç olarak “sancak düştüğü yerden kalkar” fehvasınca konuyu efkârı ammeye mal edecek adımların öncelikle Türkiye tarafından atması, siyasetten akademiye ve sivil topluma kadar hem milli hem de milletlerarası seviyede müzakere zeminleri oluşturması, tarihi iklim coğrafyamızdan destek ve müzaheret temin etmesi, dâhil ve hâriçten bu hareketi baltalayacak teşebbüslere karşı gerekli tedbirlerin alması ve hilâfetin ihyasını tedrici olarak tahakkuk ettirecek bir strateji geliştirilmesi gerekir.
[1] İstiklâl Mahkemesi 1920 yılında milli mücadele döneminde bozgun, yağma ve casusluk gibi vatana ihanet niteliğinde kabul edilen suçları önlemek amacıyla Millet Meclisi tarafından özel kanunla ihdas edilmiştir. Mahkeme azaları aynı zamanda mebus olup birisi hariç hiçbirisi hukukçu değildir. Mahkeme reisi Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya bir askerdir. Diğer üyelerinden Kılıç Ali olarak bilinen Süleyman Âsaf Emrullah da askerdir. Diğer üyelerden Reşit Galip hekim, Necip Ali ise hukukçudur. Özellikle Üç Ali’ler olarak bilinen bu çetenin yaptığı infazlar yakın tarihimizin karanlık sayfalarından birisi olarak halen aydınlanmayı beklemektedir.
[2] Bkz. B. Said Nursi. Sünuhat, Tuluat, İşârat, RNK. s. 49-53. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sunuhat/kur-an-in-hakimiyet-i-mutlakasi/50.
[3] Osmanlı Halifesi’ne bağlı olan ve Bâb-ı Fetvâ veya Fetvahâne de denilen Meşîhat çeşitli dairelerden teşekkül etmekteydi. Detaylı bilgi için bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/bab-i-mesihat
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
PARTİSİ OLAN BİR TERÖR ÖRGÜTÜ; PKK
PKK ve HDP yöneticileri birarada
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Türkiye’de 14 Mayıs 2023 seçimleri için cumhurbaşkanı ve milletvekili adayları ortaya çıkmaya başladı. İttifak yaparak seçime katılma kararı alan siyasi partiler netleşti. Burada en çok merak edilen husus “6’lı Masa” olarak bilinen muhalefet grubunun HDP ile ittifak yapıp yapmayacağı idi. Zira İyi Parti HDP ile ittifaka keskin bir şekilde karşı çıkıyordu. Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu HDP’yi ziyaret etti ve sonrasında yapılan açıklama ile HDP’nin cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacağı, bunun yerine Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceği ilan edildi. Böylece saflar iyice netleşti. Ancak HDP bu destek karşılığında neyin pazarlığını yapmıştı? Bunlar açıklanmadı. Lakin HDP’nin siyasi hedeflerine bakıldığında neler isteyeceği müphem değildir. Zaten daha önceki temaslarda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartında Türkiye’nin kaydı ihtiraz koyduğu maddeleri uygulayacağına dair bizzat Kılıçdaroğlu’nun açık beyanları vardı. Keza güvenlikle ilgili bazı hususlarda da CHP-HDP yakınlaşması TBMM çatısı altında yaşanmıştı. Tüm bu gelişmeler olurken Anayasa Mahkemesi HDP’ye hazine yardımı engelini kaldırmış ve HDP’nin kapatılmasına ilişkin davanın 14 Mart’ta yapılması gereken sözlü savunma tarihini de ek süre vererek 11 Nisan’a ertelemişti. HDP bu ertelemeden cesaret alarak sözlü savunmayı seçim sonrasına erteleme talebinde bulunduysa da bu talep reddedildi. Bu gelişmeden ileriye yönelik mâna çıkaran HDP, 14 Mayıs 2023 seçimlerine daha önce kurulup yedekte bekletilen Yeşil Sol Parti[1] ile gireceklerini açıkladı. Bu durumda 6’lı Masa, HDP/Yeşil Sol Parti’nin iştiraki ile 7’li Masa’ya dönüşmüş oldu.
Türkiye’nin geleceğinde çok önemli bir yer tutacak olan 14 Mayıs 2023 seçimlerinde özellikle kimin cumhurbaşkanı olacağı hususu sadece Türkiye için değil tüm küresel siyaset oyuncuları için de bir merak konusudur. Zira ABD başkanı Biden seçilmeden önce darbelerle düşüremedikleri Tayyip Erdoğan’ı “Türkiye’deki muhalefet güçlerini organize ederek sandıkta düşüreceklerine” dair bayanlarda bulunmuştu. Keza bu husumet birçok Avrupa başkentinde de aynen paylaşılmaktadır. ABD liderliğindeki Batı’nın Türkiye’de yapılan bir seçime bu kadar müdahil olma kararlılığı ve Tayyip Erdoğan nefreti, belli ki O’nu kendi siyaset ve stratejileri için bir engel olarak görmelerindendi. Binaenaleyh HDP’nin aday çıkarmayarak Başkanlık seçiminde Kılıçdaroğlu’nu desteklemesinden memnuniyet duymuş olmalılar. Peki, meseleyi biz nasıl değerlendireceğiz?
Aslında mesel gayet basittir. Zira ABD liderliğindeki Batı’nın Türkiye’yi parçalama plânı olan Sevr dosyası henüz kapanmamıştır. Bu dosyayı açık tutmada kullandıkları en önemli aparatın PKK terör örgütü olduğu son 40 yılda yaşananlardan anlaşılmaktadır. Madem Türkiye’yi hariçten harplerle yıkamayacaklar, o halde dâhilden bir hareketle parçalamak onlar için daha câzip olmalıdır ki onlar da stratejilerini PKK üzerinden gerçekleştirmeye karar verdiler.
Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere iki hususun gayet iyi anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Birincisi PKK, ikincisi ise terör örgütüne Türkiye’de kurdurulan siyasi partilerdir ki onlardan birisi de HDP ve son açıklamalara göre Yeşil Sol Parti’dir. Böylece onlar PKK’yı, PKK da partileri kullanarak Türkiye’yi kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmiş olacaklardır. Burada altı çizilmesi gereken husus PKK ile partiler arasındaki ilişkinin dünyadaki diğer terör yapılanmalarından farklılaşmasıdır. Yani dünyadaki diğer örneklerde partilerin terör aparatları varken, Türkiye’de terör örgütünün partileri bulunmaktadır. Binaenaleyh adı ne olursa olsun PKK’nın kurduğu veya kurdurduğu partilerin PKK’nın emrinden dışarı çıkmasını beklemek eşyanın tabiatına muhaliftir. Bu gerçeği akılda tutarsak 6’lı Masa’ya hulûl eden zihniyetin HDP görünümünde PKK olduğunu anlarız. Neticede 6’lı Masa’nın lideri olan CHP ile HDP’nin ittifakı elbette Sevr patronlarını memnun edecektir. Masaya payanda olan ve güya milliyetçi-muhafazakâr tabanı temsilen bulunan diğer parti başkanlarının kulakları çınlasın!
İkinci husus ise mezkur partilerin sahibi ve patronu rolünde olan PKK’nın kimliğini küçük bir hâfıza tazelemesi ile şerh etmektir. Kürdistan İşçi Partisi veya PKK, Türkiye’nin güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir devlet kurmak amacıyla bu toprakların Türkiye Cumhuriyeti sınırları dâhilinde kalan kısmına sahip olabilmek için içeride halkı sindirerek itaat altına almaya çalışan, dışarıda ise başta güvenlik kuvvetleri, köy korucuları olmak üzere tüm kamu görevlilerine ve sivillere karşı silahlı eylem yapan Marksist-Leninist ideolojiye sahip silahlı bir örgüt olup, 1974 yılında Abdullah Öcalan (Apo) tarafından kurulmuştur. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK’nın liderliğini Murat Karayılan üstlenmiştir.
PKK Marksist-Leninist ideolojiye sahip, İslâm, ahlâk, gelenek gibi değerlere düşman arkaik ırkçı bir terör örgütüdür. Son zamanlarda halk nezdinde itibar görmek için ideolojisini gizlemeye çalışmakta, halkın değerlerine saygılıymış gibi davranmaktadır. Beyanlarında Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi içine alan bir Kürdistan kurma hayali vardır. PKK bu hayali gerçekleştirmek için yaptığı terör eylemlerine “ulusal kurtuluş mücadelesi” adını vermektedir. Başta ABD, Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere, İsrail ve Yunanistan olmak üzere Türkiye üzerinde hesap yapan pek çok ülke tarafından kullanılan PKK, en nihayetinde savunduğu ideolojinin tam karşısında olan kapitalist ve emperyalist ABD’nin taşeron bir aracına dönüşmüş durumdadır. ABD ve yandaşları tarafından beslenmekte, silahlandırılmakta, eğitilmekte, tüm ihtiyaçları karşılanmakta ve cepheye sürülmektedir.
Bugüne kadar binlerce cana ve milyarlarca lira zarara yol açan, ülkemizin maddi ve mânevî gelişimini sekteye uğratan bu terör örgütü bizim için bir ur, düşmanlarımız için elverişli bir tedhiş âletidir. Nadirattan olarak bu terör örgütünün mebzul bir sivil toplum ayağı ve daha ötesi siyasi partileri vardır. Avrupa ve ABD PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul eder(miş) gibi yapar, ancak terör unsurları bu ülkelerde yuvalanır, yapılanır, desteklenir, serbestçe faaliyet gösterir, haraç toplar, uyuşturucudan insan kaçakçılığına kadar her türlü melaneti engellenmeden gerçekleştirir.
Meselenin ikinci ayağını ise PKK’nın kurmuş olduğu partiler teşkil etmektedir. Türkiye’de sol, sosyalist, Marksist-Leninist örgütlerle dirsek teması olan PKK bu çevrelerin sivil toplum yapılanmaları tarafından da gördüğü himaye ile siyasi partiler de kurmuştur. Bunlar zaman içinde kapatılsa da hep yedekte tutulan yenileri ile değiştirilmiş üstelik “mağdur” rolleri oynanarak işi “bize meşru alanda siyasi faaliyet yapma izni verilmiyor” propagandasına dönüştürmüştür.
PKK’nın 1990 yılında Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlattığı parti kurma siyaseti her kapatılıştan sonra mutlaka içine bir “demokrasi” kelimesinin iliştirildiği yeni bir parti ile devam etmiştir. Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP), Demokrasi Partisi (DEP), Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokratik Halk Partisi (DEHAP), Demokratik Toplum Partisi (DTP), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve nihayet Halkların Demokrasi Partisi (HDP) çatısı altında giren PKK, 2023 Mayıs seçimlerinde CHP üzerinden kendi amaçlarını gerçekleştirmeyi umut etmektedir. İşini terörle götüren, eli silahlı bir örgütün demokrasi kavramını bu kadar sık kullanması kara mizahtan öte bir demokrasi istismarıdır. Zira PKK her seçim döneminde halkın hür iradesi ile oy kullanmasını engellemiş, tehdit ve şantajlarla, gücü yettiği ölçüde oy sandıklarına hükmetmeye çalışmıştır.
PKK 2023 seçimlerinde HDP/Yeşil Sol Parti üzerinden nelere ulaşmaya çalışmaktadır? Bunu anlamak için de HDP’nin parti tüzüğü ve programına kısaca göz atmak faydalı olacaktır. HDP tüzüğünde kendisini soğuk savaş dönemindeki Marksist-Leninist örgütlerin slogancı tavrından öteye gitmeyen bir üslupla; “tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi parti” olarak tarif etmektedir. Bunun arkasından da taleplerini sıralamaktadır.
Özetleyerek ifade etmek gerekirse PKK’nın HDP üzerinden taleplerinin birincisi, milli yapıyı parçalama amaçlı “anadilde eğitimdir.” Türkiye’de başta Kürtçe olmak üzere konuşulan tüm dilleri öğrenmek için ilkokuldan itibaren müfredata dersler konulmuştur. Nitekim 2023 yılı bahar döneminde yaklaşık on bin çocuk Kürtçe öğrenmek için tercihte bulunmuştur. Ancak niyet başkadır, bunun detayı daha sonra gelecektir.
İkincisi, ailevî ve ahlâkî yapıyı tahrip amaçlı “lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylere (LGBT)” alan açmaktır. Avrupa ve Batı medeniyetini yer ile yeksan eden, aile yapısını ortadan kaldıran bu cinsi sapkınlığı Türkiye’de de yaygınlaştırma çabası asla temel haklar içerisinde değerlendirilemez. Hayvanlarda bile olmayan üçüncü bir cinsiyet çeşidini “çağdaşlık, modernlik, insan hakları vb” ambalajlarla insanlara dayamak bir ülkenin bekasına yapılan saldırıların en sinsi ve en alçağıdır. Bu alçaklığın duracağı son nokta insanı “eşref-i mahlûkat” sınıfından düşürüp hayvanlarla eşitlemek, hatta daha da aşağılara indirmek demektir. Nitekim bunun emareleri Avrupa’da “hayvan evlilikleri” şeklinde tezahür etmeye başlamıştır.
Üçüncüsü, parti tüzüğünde mahalli idarelerde câri olan idari özerkliği aşarak devletçik elde etmeye matuf siyasi özerklik talebini sinsice demokrasi kılıfına sararak “demokratik özerklik[2] ve kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele etmek,” şeklinde formüle edilmesidir. Dördüncüsü ise ülke savunmasını zaafa düşürmeyi, teröre daha fazla alan açmayı, dağa daha fazla çocuk ve genç kaçırmayı hedefleyen “mecburi askerliğin kaldırılması ve vicdani ret hakkının tanınması” talebidir. Hukuki sonuçlarını dikkate alarak parti tüzüğüne bu kadar yazabilmişlerdir.
Ancak parti programında talepler daha detaylı olarak verilmektedir. Mücadelelerini ve izleyecekleri politikayı Halkların Demokratik Kongresi[3] üzerinden belirleyeceklerini ifade etmektedirler. Parti tüzüğündeki hedefleri burada da tekrarlandıktan sonra fazladan olarak Türkiye aleyhine ne kadar politika varsa hepsine çanak tutulmaktadır. Yazıyı uzatmamak için bunlardan birkaç örnek ile iktifa edelim.
1. PKK, HDP üzerinden Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne karşı çıkmaktadır. Türkiye’nin varlığını dış müdahale ve işgal olarak görmekte ve “Türkiye’nin Ada’daki askeri kuvvetlerini şartsız geriye çekmesi için mücadele edeceği” herzesini savurarak, “Kıbrıs’ın Türkiye tarafından bir askeri üs, bir Gladyo üssü, bir kara para aklama istasyonu veya Akdeniz’deki bölgesel güçler ve emperyalistler arası rekabetin sıçrama tahtası olarak istismar edilmesine son verilmesi için çaba göstereceğini, Kıbrıs’ın kuzeyinin, Türkiye’den devlet denetiminde nüfus transferi yoluyla kolonileştirme uygulamalarını teşhir edeceğini” bir Rum ağzı ile tekrarlamaktadır. HDP’nin boynuna bağlanan bu ip takip edildiği takdirde PKK’ya, onun boynundaki ip takip edildiği zaman da bu kuklaları oynatan efendilerine ulaşmak mümkündür.
2. PKK ve HDP, Türkiye’nin Suriye, Irak ve diğer bölge ülkelerine müdahalelerinin karşısında yer alacağını ifade ile Suriye’deki tüm farklı halkların ve inançların kendi kaderlerini belirlemesini (yani parçalanmasını) desteklediğini, bu Rojava (Batı) Kürdistanı’ndaki halk meclislerine dayanan özsavunma ve özyönetim (yani siyasi özerklik) deneyimlerini bölge ülkeleri ve halkları için bir model olarak sunacağını beyan etmektedir. Bunun Türkiye’ye yansıması ise kantonlar kurmak için yapılan fakat sonunda içlerine gömüldükleri çukur/hendek hareketleri olmuştur.
3. PKK ve HDP, Türkiye’de merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetini, demokrasinin kazanılmasının önünde önemli bir engel olarak görmektedir. Üniter yapıyı ortadan kaldırmaya matuf bu hareket, İlçe-İl ve Bölge Halk Meclisleri gibi örgütlenmelerle Halkların Demokratik Kongresi’nin ilkelerini ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın[4] Türkiye’de de uygulanmasını istemektedir. Garip bir şekilde CHP’de aynı fikri savunmaktadır.
4. PKK ve HDP, kentsel dönüşüm politikalarına karşı çıkmakta ve onları durdurmayı amaçlamaktadır. Bazı CHP’li belediyeler ile STK’ların da bu yolda gayret göstermiş olmaları mânidardır. Kahramanmaraş merkezli iki zelzele kentsel dönüşüm politikalarının ne kadar hayati önemi olduğunu ortaya koymuştur. Halkın huzur ve refahına düşman olan bu örgütler ise plânlarını hep kargaşa çıkarmak üzerine yapmaktadırlar.
5. PKK ve HDP sağlık, eğitim, çevre, kültür, ulaştırma, bayındırlık, tarım, trafik ve güvenlik hizmetlerinin asli yetkilisi olarak yerel yönetimleri görmektedir. Burada federal devlet örnekleri üzerinden bir modelleme yapılarak polis ve jandarma gibi güvenlik görevlileri üzerinde hâkimiyet kurmayı arzulamaktadırlar. Yine bu meyanda valilerin atanarak gelmesine karşı çıkmakta ve seçimle gelmelerini istemektedirler. Bin yıllık devlet geleneğimizde “devlet, ebet, müddet” anlayışının gir gereği olarak valiler, komutanlar, kadılar ve defterdarlar her zaman merkezi devlet iradesi ile tayin edilmişlerdir. Tüzükteki bu şeytaniyet de yine devletçik hülyalarının bir parçasıdır. Halkının %99’u aynı olan Japonya örneği tamamen bir aldatmacadan ibarettir. Zira insanları ırkları üzerinden ayrıştırmayan Türk devlet idaresi altında her millet hayat hakkına sahip olmuş, diniyle, diliyle, örfüyle var olagelmiştir. Bunun sigortası ise merkezden tayin edilen bu 5 sınıf memurdur.
6. PKK ve HDP farklı kimliklerin, dillerin, inançların ve kültürlerin hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması ve bu anlayış üzerinde şekillenen bir anayasal yurttaşlık tanımının yapılmasını istemekte böylece milli kimliği parçalamaya çalışmaktadır. Bunu takviye etmek için de anadilinde eğitimin ve kullanımının tüm kamusal alanlarda serbest olmasını savunmaktadır. Bu hususta PKK, partileri ve STK’ları hayranlık duydukları Batılı ülkelerden bir örnek gösterememektedirler.
7. PKK ve HDP, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını inanç ve ibadetin inananların vicdanına bırakılmasını, mecburi din dersinin kaldırılmasını ve Cem evlerinin ibadet yerleri olarak kabul edilmesini istemektedir. Böylece İslâmiyet ferdi, içtimai, sosyal, kültürel ve ahlâki alanda yok edilecek, tekke mesabesinde olan Cem evleri ve bir mezhep mesabesinde olan Alevilik müstakil bir din haline dönüştürülecektir. Böylece Alevilik ayrı bir din, Cem evleri de o dinin mabedi şekline sokulmak istenilmekte, İslâm dininin Hristiyanlıktaki gibi parçalanması arzu edilmektedir.
8. PKK ve HDP kürtajı (ana karnındaki çocuğu öldürmeyi) bir kadın hakkı olarak görmekte, kadın-erkek cinsiyet farklılığını bir tür ırkçılık saymakta ve lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüellerin (LGBT) aileyi çökertme amaçlı ahlâki sapkınlığını koruma altına almaya çalışmaktadır.
9. PKK ve HDP, hidroelektrik santrallerine ve nükleer santrallere de karşı çıkmaktadır. Buraya kadar sıralanan tüm bu karşı çıkışlar anarşik bir zihniyetin, ateist bir inancın, herkesi düşman gören kin ve nefretle yoğrulmuş bir anlayışın tezahürüdür ve Allah’a şükür ki bu karanlık zihniyetin cemiyetimizde kendisine yer bulma ihtimali uzun vadede çok zayıftır. Ancak kısa ve orta vadede bu zihniyetle mücadele edilmesi de bir mecburiyettir.
Sonuç, Türkiye kuruluşundan tam bir asır sonra zorlu bir mücadelenin simgesi haline gelen 14 Mayıs 2023 seçimleri ile yüz yüzedir. Bir tarafta 2. Abdülhamid’e benzetilen Tayyip Erdoğan liderliğindeki Cumhur İttifakı, diğer tarafta ise Abdülhamid’i deviren –içinde Rum, Ermeni, Yahudi ve daha başka millet temsilcilerinin de olduğu- İttihat ve Terakki cemiyetine benzetilen Millet İttifakı yer almaktadır. Millet İttifakı, PKK’nın emrindeki HDP tarafından rehin alınmıştır. PKK ve dolaysıyla HDP, Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyal güçlerin maşasıdır. Tarihin tekerrür etmemesi için bu gerçeği fark etmek ve seçim sandığı üzerinden oynanan bu oyunu bozmak gerekmektedir.
[1] Yeşil Sol Parti 25 Kasım 2012 tarihinde Eşitlik ve Demokrasi Partisi ile Yeşiller Partisi’nin birleşmesiyle kurulan ve Türkiye’de faaliyet gösteren bir siyasi partidir. Tüzüğü incelendiğinde muhtevası HDP ile aynı fakat ambalajının değiştiği ve biraz daha LGBT’lileştiği görülmektedir. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar Yeşil Sol Parti ile seçime girme gerekçesini “Binde bir ihtimal bile olsa kapatma riski” olarak açıkladı. Böylece daha önce çok işe yaradığını gördükleri “mağduriyet” işini bu sefer binde bir ihtimal üzerinden kendileri icat etmiş oldular.
[2] Konuyla ilgili Bkz. Bozan, M. (2013). PKK ve Zorlama Bir Talep; Demokratik Özerklik, https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6528.
[3] Halkların Demokratik Kongresi (HDK), 2011 yılında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile 20’ye yakın gurubun iş birliği ile oluşturulmuştur. HDK sosyalist partiler, sendikalar, kadın, LGBT ve çevre hareketleri, emek ve hak temelli STK’lar ile Anadolu’da yaşayan çeşitli dini azınlıkların temsilcilerinden oluşan, 81 ilden 820 delegenin iştirak ettiği bir yapıdır.
[4] Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (AYYÖŞ), Haziran 1985’te Avrupa Konseyi tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Şart önsöz ile birlikte 3 bölüm ve 18 maddeden oluşmaktadır. Türkiye şartı 1988’de imzalamış, fakat bazı maddelerine çekince koymuştur. PKK ve güdümündeki partiler ise çekinceleri kaldıracaklarını ilan etmektedirler. Bu yolla idari alandan siyasi alana doğru genişletilen ve siyasi, idari ve mali federalizmi doğurması istenilen yeni yapı için Türkiye’den anayasada seçim hakkı, vergileme yetkisi, merkeziyetçilik yerine yerellik ilkesini öngören değişiklikler talep edilmekte, devlet iradesi ve kurumları devre dışı bırakılarak başta Avrupa Parlamentosu ve diğer Avrupa Birliği kurumları olmak üzere uluslararası kuruluşlarla işbirlikleri tesis edilmek istenilmektedir. Avrupa da bu konuda PKK terörünü bir baskı unsuru olarak kullanmak istemekte, bir oldu-bitti ile siyasi, idari ve mali federalizme zemin teşkil edecek bazı uygulamaları yürürlüğe koyma tehdidinde bulunmaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler