Kaynak: 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı, Anadolu Ajansı.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Tam 27 yıl önce bugün Türkiye’de milli iradenin meşru temsilcilerine küstah ve hukuksuz bir ihtar çekilmişti. Meseleyi “28 Şubat 1997’de yapılan ve 8 saat 45 dakika süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla mevhum irticaya -ki irtica kelimesiyle İslâm dinin kastedildiği açıktır- karşı başlatılan ordu ve bürokrasi merkezli süreç” olarak özetlemek mümkündür. Bu uzun gecede “domur domur terleyen” Necmeddin Erbakan maalesef dik duramamış akıbet daha sonra da baskılara dayanamayarak istifa etmiştir. Refahyol Hükümeti’nin dağılmasıyla sonuçlanan bu zorbalığa “post-modern darbe” denilmiştir. 28 Şubat MGK’da alınan kararların uygulanmasını denetlemek üzere Orgeneral Çevik Bir sorumluluğunda “Batı Çalışma Grubu” kurulmuştur. MGK’da alınan aşağıdaki kararlar Refahyol’dan sonra Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında Bület Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’un koalisyon ortaklığında kurulan Anasol-D hükümeti tarafından icra edilecektir. Kararlar dikkatlice okunduğunda darbecilerin zihin dünyasının halktan ne kadar uzakta olduğu anlaşılabilir.
- Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alan rejim aleyhtarı faaliyetler karşısında ödün verilmemelidir. Anayasa’nın 174. maddesinde koruma altına alınan Devrim Kanunlarının ödün verilmeden uygulanması esastır. Hükümet, icraatında Devrim Yasalarına uygunluğu sağlamakla görevlidir.
- Savcılar, Devrim Yasalarının ihlalini oluşturan davranışlar karşısında harekete geçmelidirler. Yasaları ihlal eden dergahlar kapatılmalıdır. Yargı mekanizmasının daha etkin çalışmasını sağlayacak ve yargı bağımsızlığını güvence altına alacak, hükümetin tasarruflarından koruyacak düzenlemeler bir an önce getirilmelidir.
- Anayasa’nın 163. maddesinin kaldırılmasının yarattığı hukuki boşluklar, irticai akımların ve laikliğe aykırı tutumların güçlenmesine yol açmıştır. Bu boşlukları telafi edecek yasal düzenlemeler getirilmelidir. Sarık ve cüppeli giyim şeklinin özendirildiği görülmektedir. Kılık ve kıyafetleri bu yasaya ters düşen kişilerin onurlandırılmamaları gerekir.
- Eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanunu ruhuna uygun bir çizgiye gelinmelidir. Temel eğitim 8 yıla çıkarılmalıdır. İmam-hatip okulları toplumdaki bir ihtiyacı karşılamak üzere kurulmuşlardır. Bu ihtiyacın fazlası olan imam hatip okulları, meslek okullarına dönüştürülmelidir. Ayrıca kökten dinci grupların kontrolünde olan Kuran kursları kapatılarak, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda düzenlenmelidir.
- Devlet dairelerinde ve belediyelerde kökten dinci bir kadrolaşma hareketi sürdürülmektedir. Hükümet, bu kadrolaşmanın önüne geçmelidir.
- Cami yapımı gibi dini konuları siyasi amaçlar için istismar etmeye dönük olan her türlü davranışlara son verilmelidir.
- İran’ın Türkiye’deki rejimi istikrarsızlığa itmeyi amaçlayan çabaları yakın takibe alınmalıdır. İran’ın Türkiye’nin içişlerine karışmasını önleyici politikalar uygulanmalıdır.
- Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını hedef alan tahriklerde büyük artış gözlenmektedir. Bu sataşmalar TSK içinde rahatsızlığa yol açmaktadır. İrticai faaliyetlere karıştıkları için TSK’daki görevlerine son verilen subay ve astsubayların belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmelidir.
- Partilerin belediye başkanları ve il, ilçe yöneticilerinin konuşma ve davranışları da Siyasi Partiler Yasası’nın sorumluluk alanına sokulmalıdır.
- Tarikatların denetimindeki finans kuruluşları ve vakıflar aracılığıyla ekonomik güç haline gelmeleri dikkatle izlenmelidir. Millî Görüş Vakfı’nın bazı belediyelere yaptığı usulsüz para transferleri durdurulmalıdır.
- Laiklik aleyhtarı yayın çizgisi olan TV kanalları ve özellikle radyo kanallarının verdikleri mesajlar dikkatle izlenmeli ve bu yayınların Anayasa’ya uygunluğu sağlanmalıdır.
İşte halkın oylarıyla iktidara gelen Hükümete atanmış silahlı bürokratların dikte ettiği ihtarname budur. Milli iradenin seçilmiş meşru temsilcileri üzerinde askeri bürokrasinin kurduğu tahakküm maalesef cumhurbaşkanının da desteği ile hükümeti istifaya götürecek, teamül olarak hükümeti kurma görevi verilmesi gereken Tansu Çiller kenara itilecek ve iktidar “altın tepsi içinde” Mesut Yılmaz’a sunulacaktır. Bu durumu millet yıllar sonra o dönemin genelkurmay başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın itiraflarından öğrenecektir.
Bu dönemde başörtülü öğrenciler üniversitelere alınmayacak, girmek isteyenler ya ikna odalarına sokularak zorla başörtüleri çıkarttırılacak, okuldan atılacak veya okul dışında şiddete maruz kalacaklardı. Benzer durum kamu kurumlarında da işten atma ve cezalarla devam edecektir. İmam-hatip lisesi mezunları ve diğer meslek lisesi mezunlarına üniversiteye girişte farklı katsayı uygulanarak öğrenim hakları kısıtlanacak ve mesleki eğitim ağır bir darbe alacaktır. Bunun yanında ilköğretim “kesintisiz” olarak 8 yıla çıkartılacak ve böylece İmam-hatip liselerinin orta kısımları kapatılacağı gibi Kur’an kurslarının da önü kesilmiş olacaktır. Bu gözü dönmüşlük iktisadi işletmelere kadar uzanacak hatta “yeşil sermaye” gibi suçlamalarla bazı ürünlere ambargo uygulama çılgınlığına dönüşecektir. Darbenin meşrulaştırılması için de öncesinden propaganda makineleri devreye sokulacak, “Aczimendiler” gibi garip bir takım türetilip onun lideri de canlı yayın eşliğinde “Fadime” ile basılacaktır. Yine aynı dönemde “Susurluk hadisesi” patlak verecek, olayın perde arkasındaki sahipleri güya bu durumu protesto için “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri icad edeceklerdir. O “karanlığın” neye tekabül ettiğini açıklamaya gerek yoktur zannederim. Yine ortalığı karıştırma senaryoları çerçevesinde 10 Kasım 1996’da 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu haddinden tecavüz ederek belediye ve mülki idareyi yok sayıp, İstanbul Sultanbeyli’de ilçe meydanına Atatürk heykeli dikip caddenin adını da değiştirecek, hakkında Belediye Başkanının yaptığı suç duyurusu ve dava dikkate alınmayacaktır.
Başbakan Necmeddin Erbakan’ın 11 Ocak 1997’de başbakanlık konutunda verdiği iftar yemeği Doğan-Ciner medya gruplarının propaganda makinesinde “dehşetli bir irticai hareket” olarak takdim edilecek ve yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak “iktidardaki irticanın nasıl bertaraf edileceğini” tartışacaklardır. İftara icabet etmeyen Fethullah Gülen’in mezkûr medya organlarında hükümete muhalif beyanları da “ve minel acaib” dini kesimden farklı bir görüş olarak sergilenecek, sezgileri veya istihbaratı iyi çalışan hazret ver elini ABD diyecektir. Ancak ondan önce önüne gelenin Atatürkçülüğünü sorgulama sorumluluğunu üstlenmiş ve kendi meslektaşlarınca “kurbağa” lakabıyla anılan birisi Atatürkçülüğüne tam ikna olmadığı Fethullah Gülen’e A-ta-türk hecelemesi yaptıracaktır.
Bundan sonra yakın takibe alınan Erbakan’ın her hareketi taşırılmak istenen bardağa düşen damlalara dönüşecek, İran ve Libya ziyaretlerinden Doğan-Ciner medyanın mahir kalemşörleri “irticai tehdit” senaryoları yazacaklardır. O dönemde darbecilere karşı en sağlam duruşu sergileyen Kanal 7 Televizyonuna da “bir şeyler” düşünülecektir. Kuvvet komutanlarının devir teslim törenlerinde bir yarış halinde laiklik naraları atılacak ve bağıra bağıra irtica tel’in edilecektir. Hızını alamayan Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek, Başbakan Erbakan’ın Suudi Arabistan’a yaptığı hac ziyaretini diline dolayacak ve milletin oyu ile seçilen ve kendisini o göreve getiren Başbakana alenen küfredecektir.
Saldırı yarışında bu sefer sahneye Oramiral Güven Erkaya çıkacak ve irticanın PKK’dan daha büyük bir tehlike olduğunu iddia edecek ve “bu defa darbeyi silahsız kuvvetler yapsın” diyecektir. Emri alan dönemin beşli çetesi (TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK) yayımladıkları “Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil” başlıklı bildiri ile işveren ve işçi temsilcilerinin “ne menem” bir yapı olduğunu aleni edeceklerdir.
Süreçte yargı da ihmal edilmeyecek, Devletin üç temel organından birisi olan ve hiçbir yerden emir ve talimat almaması gereken Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyelerine “tiz elden Genelkurmay Başkanlığına gelmeleri” emredilecek ve orada kendilerine irtica bilgilendirmesi veya talimatlandırılması yapılacaktır. Dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile “askerleri bir an önce darbe yapmaya” çağıran İnönü Üniversitesi rektörü bir anda öne çıkacaktır. İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu ve militan yardımcısı Nur Serter kız öğrencilerinin başlarını açtırmada “ikna odaları” denilen yeni tip engizisyonlar icat ederek “akademiya” kafilesindeki yerlerini alacaklardır. Artık ipin ucu kaçmıştır. Doğan-Ciner medyasının propaganda makineleri bazı şarlatanları ekranlara uzman diye çıkartarak “kamusal alan” tartışmaları açacaklar, halka hizmetle mükellef kurumların da vergi dairesinden nüfus müdürlüğüne kadar kamusal alan olduğu, buralarda da başörtüsünün kullanılamayacağına dair ahkam kesecekler, okulda başını açtığı halde okula kadar başörtülü geldiği gerekçesi ile öğretmene verilen cezayı “gayette yerinde” bulacaklardır. Şehit olma ihtimali her zaman bulunan Mehmetçiğin yemin törenine başörtülü anası alınmayacak, ancak sığıntı gibi dikenli teller arkasından evladına bakmasına izin çıkabilecektir. Kamu lojmanlarında kimlerin başörtü kullandığına dair etrafa dört koldan hafiyeler çıkartılacak ve lojman kapıcılarından toplanan malumat yetmeyince Batı Çalışma Gurubunun görev aşkıyla yanan elemanları bizzat gidip kapıları çalacak ve durum tespiti yaptıktan sonra “adres yanlışlığı için” özür dileme hinliğine sarılacaklardır1]. İşte tam bu uygulama Samuel Hungtington’un Türkiye analizinde kullandığı “şizofren devlet” tanımını yansıtmaktadır. Müslüman bir millet ve onun tepesinde dine irtica diyen ve arkasından istediği hakareti sıralayan bir avuç mütegallibe silahlı bürokrat ve oligarşik yapı tablosu…
Bu kaos ortamında propaganda makinesinin “gasteciler”i efendilerinden aldığı aferinlerin şevkiyle malzeme toplama yarışına çıkacaklar; Milletvekili Şevki Yılmaz’dan Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’ye ve Hasan Hüseyin Ceylan’a kadar zaman- mekân fark etmez “kim ne söylemiş” bulup, takke, şalvar, sarık, “çember sakal[2]” “kara çarşaf” görüntüleri arasında evire çevire haber yapacaklardır. Nihayet kendilerince verilen vakit gelmiş, bardağı taşıracaklarına inandıkları son damla Sincan Belediyesi tarafından tertip edilen Kudüs Gecesi olmuştur. Gecede sergilenen oyun, salona Hamas liderlerinin fotoğraflarının asılması ve İran Büyükelçisi’nin yaptığı konuşma bahane edilerek harekete geçilmiş, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanmış, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Kurmay Başkanı Orgeneral Doğu Aktulga’ya emir vererek Sincan’da tankların yürütülmesini sağlamış, “görüntüye yetişemeyen gazeteciler için” tank geçişleri tekrarlatılmıştır. Bu hadiseyi dönemin “kudretli ve gözü cumhurbaşkanlığında olan” Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir[3], “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” şeklinde özetleyecektir. Artık silsile-i meratibihim etkili ve yetkili makamlar harekete geçecek, Yargıtay Başsavcısı Vur-al Savaş “ülkeyi iç savaşa sürüklemek ve laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmek” iddiası ile Refah Partisinin kapatılması için dava açacaktır. Devletin başı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de daha önce kendisini alaşağı eden darbeciler tarafından ikna edilmiş olacak ki Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu gönderecek ve “laik düzenin korunmasını” isteyecektir. Bununla da iktifa etmeyen Demirel eğitim hakları ellerinden alınan bu ülkenin başörtülü kızlarına eğitim adresi olarak Arabistan’ı gösterdiği için laikçi kesim tarafından “elleri patlarcasına” alkışlanacaktır.
Bu arada Doğruyol Partisi’ne de operasyon çekilecek, Hüsam Efendiye Demokrat Türkiye Partisi kurdurulup, şemsiyenin altına DYP’den istifa ettirilenler doldurulacaktır. TBMM çatısı altında bugünün badem gözlülerinden Bülent Ecevit, başörtülü Milletvekili Merve Kavakçı’ya haddinin bildirilmesi için gayet hiddetli ve şiddetli bir çağırı yapacak, tetikte bekleyen serdengeçtiler (!) harekete geçerek “başörtülü hanımı” dışarı atacaklar ve haddini bildirileceklerdir!. Şimdilerde “terbiyeli maymun” pozisyonunda olanların “cemaziyel evvelleri” kurcalanırsa, ellerine güç geçtiği takdirde kendileri gibi olmayanlara dünyayı dar etme hususunda içlerinde neler sakladıkları daha iyi görülecektir.
Bu yazı bazılarına uzun gelebilir. Ancak o dönemi yaşamış birisi olarak sadece kısa bir özet vermeye çalıştım. Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde yola dizilen barikatlardan birisi olan 28 Şubat 1997 engelinin kaba bir görüntüsünü sundum. Ülkemizin 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, 27 Nisan 2007 E- muhtırası ve 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü gibi ne tür badireleri atlattıktan sonra bu günlere geldiğini hatırlatarak gelecek günlerde de küresel güç mücadelesinde önüne ne gibi engeller konulabileceği hususunda bir projeksiyon yapmak istedim.
[1] Bu tür hadiseler 28 Şubat sürecinde sıklıkla yaşanmıştır. Varlığı daha sonra inkar edilen Batı Çalışma Grubu o dönemde kamu kurumlarında “irticai kadro çeteleleri” tutmuşlar, lojmanlarda ev ev gezerek “eşi başörtülü memur” avına çıkmışlardır. Bir kamu kurumunun baş müfettişinin kendi evine yapılan böyle bir tasallutu “cürm-ü meşhud” yapmasına tüm lojman sakinleri gibi ben de şahit olmuştum.
2] Muhafazakâr ve dindar kesimleri aşağılamak için kullanılan ifadelerden birisi “kara çarşaf, diğeri de “çember sakal” idi. Yıllar sonra bu ifadeleri kullananların kahir ekseriyeti sakal modasına uyup “çember sakallı “olunca bu ifade unutulmaya bırakıldı.
[3] 28 Şubat 1997 post modern darbesinin “kudretli generali”nin aldığı ödüller ve madalyalara bakılırsa en çok kimleri memnun ettiğinin ipuçları görülebilir. Mesela 1997 yılında Washington’da Atatürk Society of America tarafından bölgede laikliğin savunucusu olduğundan dolayı “Laiklik ve Demokrasi Ödülü” verilmiş, keza 1999 yılında Ulusal Güvenlik İşleri Musevi Enstitüsü (JİNSA) tarafından kendisine “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesinde ve Türkiye’nin çok hassas bir döneminde kritik adımların öncülüğünü yapmasında oynağı rol sebebiyle “Uluslararası Liderlik Ödülü” verilmiştir. Bunun yanında Çevik Bir’e ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından onur, liyakat veya üstün hizmet madalyaları takılmıştır. Somali’de BM Barış Gücü komutanlığı döneminde yaptığı müessif hadiseler de maalesef unutulmamıştır. Çevik Bir, 28 Şubat darbe teşebbüsünden yargılandığı davada mahkum oluş ve rütbeleri sökülmüştür.