BİRLEŞEMEYEN MİLLETLER VE BİRLEŞMİŞ OLİGARŞİK KUVVETLER
Kaynak: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Osmanlı Devleti’nin dünya siyasetindeki gücü zayıflayınca Düvel-i Muazzama denilen İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’nın etki gücü arttı. Milletleri yanyana yaşatan Osmanlı Barışı yerini Batı’nın sömürge siyasetine bıraktı. Hatta Rus Çar’ı 1. Nikolay Pavloviç İngiltere ve Fransa’ya Osmanlı Devleti’nin ölmek üzere olduğunu ve ellerini çabuk tutarak bu “hasta adamın” mirasını paylaşmayı teklif etmiş ve gizli bir anlaşma da imzalanmıştı. Birinci Cihan Harbi zengin petrol yataklarının bulunduğu Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere çıkarılmış bir sömürge rekabeti yarışıydı. Bolşevik ihtilali ile Rusya sahneden çekilince Devlet-i Aliye’nin toprakları İngiltere ve Fransa arasında pay edildi. Artık Osmanlı Barışı yerini Batı’nın sömürge siyaseti almıştı. Sömürge yarışında arkadan gelen Almanya ve Japonya’nın da hak iddia etmesiyle İkinci Dünya Harbi patlak verdi ve sadece cephedeki askerler değil şehir, kasaba ve köylerindeki insanlar da bu vahşetin kurbanları haline geldi. ABD Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerini atom bombası ile vurdu. Tek dişi kalmış canavarın medeniyet anlayışı gücün borusunu asker-sivil, kadın-erkek, yaşlı-çocuk tefrik etmeden öldürmek üzere öttürüyordu. İkinci Dünya Harbi adıyla anılan bu çılgınlık 1939’dan 1945’e kadar sürdü ve yaklaşık 80 milyon insanın canına mal oldu.
İşte Birleşmiş Milletler (BM) adı altında bir yapının kurulması tekrar böyle bir savaşın çıkmaması ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması amacıyla ABD’de 24 Ekim 1945 tarihinde kuruldu. Kurucu üyeler arasında Türkiye de bulunuyordu. Kuruluşunda 51 üyenin bulunduğu BM’nin bugün 193 üyesi var. Her yıl 24 Ekim BM Günü olarak kutlanmakta, devlet veya hükümet başkanları ABD’nin New York şehrine gelerek BM binasındaki toplantıya katılmakta ve Genel Kurula hitap etmektedir. Bu sembolik faaliyet arka planda ABD’nin patronluğunu her daim hissettirmekte, bu sebeple bazı devlet başkanları bu toplantılara iştirak etmemektedir. BM’nin ana organları içinde yer alan Güvenlik Konseyi (BMGK) BM’yi içi boş bir çuvala döndürmekte, veto yetkisini haiz ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in elinde oyuncağa dönüşen BM ne barışı koruyabilmekte, ne de veto ayrıcalığını taşıyan ülkelerin menfaati dışında bir işe yaramaktadır. Sürekli demokrasiden bahseden ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği beşli çete oligarşisine dönüşen BM’yi diğer 188 ülkenin demokratikleştirememesi veya silkeleyip atamaması hayret vericidir[1]. İşte bu sebeple Türkiye Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan her sene BM kürsüsünden “Dünya Beşten Büyüktür” diye haykırmakta ama sesi arzu edilen aksi sedayı vermemektedir.
Yine de takdire şayan bu gayretin devam etmesi gerekir. Bazılarının salonda kaç kişi olduğu, kimin dinleyip dinlemediği dedikoduları ciddiyetten uzaktır. Zira hiç olmazsa bu sesi duymaya hasret olanların kulaklarına “İsrail’in Filistin halkına yaptığı soykırımı, onu destekleyenlerin de soykırım ortağı olduğu, bu yeni Hitler’in durdurulması gerektiği” sözleri gitmiştir. En azından tarihe not düşülmüştür. Arap devletleri ile çevrilen İsrail’e karşı kılları kıpırdamayan devlet başkanları azarı yemiş, çılgınca intihara koşan İsrail ikaz edilmiştir.
Evet, aklı başında olan Musevilere hatırlatmakta fayda var ki, Hıristiyanların nezdinde Yahudiler Hz. İsa’nın katili olarak en aşağı bir millettir. Daha düne kadar Avrupa’nın gettolarında sıkıştırılmış, gaz odalarında boğulmuş, fırınlarında yakılmıştır. Yahudiler bugün hâlâ varsa, mevcudiyetlerini Müslümanlara ve özellikle de Osmanlı Devleti’nin şefkat aguşuna borçludur. Bugün Müslümanların nefretini biriktiren İsrail yarın kendini kullananlar geri çekilince başına nelerin geleceğini bir kere daha hesap etmeli, ona göre davranmalıdır. Atalarımız “rüzgâr eken fırtına biçer” sözünü boşuna söylememiştir ve belki de Yahudilerin sığınacağı yeni bir Osmanlı bulmak için de vakit çok geç olacaktır.
[1] BM’nin 5’li çete oligarşisinden kurtulmasına dair bkz. Bozan, Mahmut (2023). Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 76, 254-271; DOI: 10.51290/dpusbe.1255386, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2970045
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YENİ TÜR BİR KAZAN KALDIRMA VEYA KILIÇ GÖSTERME
Kaynak: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Mahalli idare seçimlerinde AK Parti’nin 20 yıldır sürdürdüğü birinciliği kaybetmesi bazı iştihaları kabartmışa benziyor. Bu durumu ANAP’ın siyasi sahneden siliniş sürecine benzeten çevrelerde kıpırdanmalar ve tahrikler başladı bile. Kara Harp Okulu mezunlarının 30 Ağustos 2024 tarihinde yapılan mezuniyet merasiminden sonra 960 öğrenciden yaklaşık 300 mezunun programda olmadığı halde bir araya gelerek kılıçlarını çekip her türlü “disiplin” kurallarını bir yana bırakarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye bağırmaları ve bu meydan okumanın kayda alınarak medya üzerinden yayınlanması, bu işe liderlik eden teğmenin de dönem birincisi bir kadın olması anlık bir toplanma değil, ciddi bir organizasyonun tezahürü olarak görülmektedir. Bu hadise ile Milli Savunma Üniversitesi’nde Talat Aydemir geleneğini devam ettirmek isteyen perde arkasındaki kıdemli Harbiyelilerin varlığı da ortaya çıkmıştır.
Harbiyelilerin slogan atmasını sahiplenenler onca yaşanmışlıkların üzerini “Ne var bunda canım, söylediklerinde karşı çıkılacak ne var?” diye örtmeye çalışıyorlar. Ancak bir yere işaret edildiğinde “akıllı insanlar işaret edilen yere, maymunlar ise işaret edenin parmağına bakar” diye bir söz vardır. Teğmenlerin yaptığı bu çıkışın adı siyaset biliminde Yeniçerilerin “kazan kaldırma” eylemiyle eşdeğerdir. Darbe sevici demokrasi düşmanları ise her fırsat bulduklarında “genç subaylar rahatsız” diyerek, “zinde güçlerden” dem vurarak vatan savunması için bilenen kılıçları ve silahları milli iradeye yöneltmeye, başbakan asmaya, hükümetleri devirmeye hâsılı dâhile çevirmeye uğraşmışlardır. Yirmi yıldır iktidar hasreti çeken bazı çevrelerin mahalli idarelerde önlerine açılan fırsatı değerlendirerek milli iradeyi ikna edecek hizmet ve faaliyetler yapmak yerine gölde su bekleyen kurbağa sabırsızlığında “erken seçim, âcil çözüm” gibi arayışlara girmesi ve her zaman olduğu gibi “koç başı” olarak silahlı kuvvetleri istismara kalkışması inatçı ve kronik bir milli irade nefretinden kaynaklanmaktadır.
Bir kısım Harbiyelilerin “kılıçlı gösterisi” tarihte yapılan bazı sembolik hareketleri hatırlatmaktadır. Hz. Ali’ye karşı mağlubiyeti, askerlerin mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırıp “Kur’an hakem olsun” diyerek galibiyete çeviren Amr ibnül As’ın taktiğini akıllara getirmektedir. Kendi tarihimizde ise Bâb-ı Ali baskını ile kayda geçen “Halaskârân-ı Zâbitan” örneğinden beri içeriye kılıç gösteren ve “ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtarma” adı altında iktidarı ele geçirmeye çalışan muhterisleri tedai ettirmektedir. Bu kesimlerin kullandığı sembollere bakıldığında, “..ışıkları sabaha kadar sönmedi, sürekli aydınlık için…” gibi dönemine göre medya cinlerinin akıl dânelik ettiği pek çok mesaj verici örnek bulunabilir. Unutulmamalıdır ki her sembolün arkasında bir siyaset veya bir strateji veya en azından bir taktik yatar. Siyasetin algısı işte bu gibi küçük sızıntıları takip ederek suyun kaynağını bulmak, ona göre de bentleri tamir ve tahkim etmektir.
Milletin yönetme yetkisi verdiği hükümetin meseleyi kalıcı olarak çözeceğine inanmak istiyoruz. 21. Yüzyılı da bir kısım azgın azınlığın darbe söylentileri ile heba edemeyiz. Silahlı kuvvetlerimiz bizim gözbebeğimiz değil, tekmemiz, yumruğumuz ve tokadımızdır. Bu tekme ve tokadın muhatapları ise harici düşman ve tehdit unsurlarıdır. İçeriye kılıç sallayan ve sallatanların te’dip edilmesi ise askeri disiplinin gereği hatta vazgeçilmezidir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
DÜNYADA 5’Lİ ÇETENİN SALTANATI VE DEMOKRASİ ŞARKILARI
Soykırım suçlusu Netenyahu, suç ortağı ABD Kongresi’nde 53 kez alkışlandı (anonim).
Arkadaş! Yurduma (gönül coğrafyama) alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.
Mehmed Akif Ersoy
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Dünyada 200 civarında irili-ufaklı devlet bulunmaktadır. Birleşmiş Milletlere (BM) üye olan devlet sayısı 193’tür. Bu devletleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün olsa da en kestirme değerlendirme şekli hangilerinin sürüklenen devlet olduğuna ve keza hangilerinin de sürükleyen devlet olduğuna bakmaktır. Sürüklemek veya bir devleti bağımlı hale getirmek irade ile olurken sürüklenmek bir tercih değil, acizlik veya çaresizlikle olur.
BM’de 193 üye ülke bulunsa da bu ülkelerin 188’i sürüklenen ülke konumunda, 5 tanesi ise sürükleyen devlet statüsündedir. 2. Dünya Harbi’nin galipleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin şimdi farklı yerlerde dursalar da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi adı altında güç birliği yapmaya devam etmektedirler. Bu 5’li çeteden bir tanesi bile “veto hakkı” ile BM’yi karar almaktan alıkoyabilmekte, dünya çapında işlenen cinayetlerin, soykırımların, işgallerin hesabı sorulamamaktadır. Bu tablo devam ettiği müddetçe 188 ülke bu aşağılanmaya razı olmakta ve bir cihette de hak etmektedirler! Türkiye başta olmak üzere bu duruma itiraz eden ülkeler yok değildir ancak diğer ülkelerden istenilen sevide destek gelmemektedir. Hatta BM’de halkları Müslüman olan 56 ülke bile bir birlik ortaya koysalar bu zorba düzeni alt edebilecekken maalesef çatısı altında toplandıkları İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın dünya siyasetinde esâmesi okunmamaktadır.
Sürükleyen devlet konumunu devam ettirmek için 5’li çetenin aldığı tedbirlerden birisi G8, diğeri ise G20 başlığı altında yine kendi riyasetlerinde yeni yapıların oluşturulmasıdır. 5’li çeteye G8 ülkeleri adıyla bir halka ilave edilmiş Kanada, Almanya, İtalya ve Japonya bu yapıya dâhil edilerek bir nevi “gönülleri alınmış” ve 5’li çete üyesi Çin’e de “sen fakirsin, bu masada oturamazsın” denilmiştir. Yeni payandalarla güçlendirilen yapı tekrar su almaya başlayınca bu sefer de G20 ülkeleri adıyla payanda sayısı arttırılmıştır. Yine karar alma 5’li çeteye aittir fakat G20 içinde bulunmak veya genişletilmiş masadaki bir sandalyeye ilişmiş olmak “ağıza bir parmak bal çalmak” misali davet edilen ülkeleri mutlu edebilmekte, lütfedilen bu itibar ve ayrıcalıkla 5’li çetenin ömrü biraz daha uzatılmaktadır.
Dünyada 5’li çetenin menfaatleri için işlenen cinayetlere hiçbir uluslararası kuruluş müdahale edememekte veya etmemekte, zâlim kibrinde, mazlum zilletin çukurunda yaşamaya devam etmektedir. Bu uğurda Rusya Ukrayna’yı boğazlamakla meşgulken, ABD-İsrail-İngiltere üçlüsü Filistin halkını yeryüzünden silmek için elinden geleni yapmaktadır. Filistin toprakları adeta taş üstünde taş bırakılmayacak şekilde tahrip edilirken, Gazze’de bebek, çocuk, yaşlı, kadın demeden 40.000 masum Filistin halkı şehit edilmiştir. Yaralı ve sakat bırakılanların sayısı 100.000’i çoktan aşmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin talebi ile İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçundan yargılanmaya başlanmış, Türkiye ancak “ba’de harab-il Gazze” davaya müdahil olmak için müracaatta bulunabilmiştir.
Hitler’in soykırımına uğrayan Yahudilerin, bugün Filistin topraklarında işgalci bir devlet olarak ABD himayesinde Filistin halkına aynı soykırımı yapıyor olması, soykırımın bir numaralı sorumlusu İsrail Başbakanı B. Netenyahu’nun ABD Senatosunda konuşturulması ve defalarca ayakta alkışlanması dünyanın gözünü açmalı, Müslümanların gözünü ise daha çok açmalıdır. Zira görünen tablo görünmeyen daha büyük bir plânın sadece küçük bir parçasıdır. Büyük plân ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’dir. Daha sonra Fas’tan Endenozya’ya kadar genişletilen bu projenin gayesi İslâm ülkelerini dünya siyasetinde karar alma mekanizmalarının dışında tutmak ve “sürüklenen ve sömürülen devletler” konumuna ilelebed mahkûm etmektir. Araya katılan “demokrasi” şarkısı ise bu zulmün fon müziğidir.
Bu müzik eşliğinde Hamas, Hizbullah, Lübnan, Suriye, Irak, İran derken Türkiye’nin istinat duvarları yıkılmaya çalışılmaktadır. Humeyni ile açılan Şii hilâli Batı desteği ile Suriye’den Yemen’e kadar uzatılmış, Araplar korkutularak epeyce bir silah satılmış ve silahta yedek parça bağımlısı haline getirilmiş, daha sonra da hilâlin iki ucu kopartıla kopartıla İsmail Heniye suikastı ile İran’ın içlerine kadar girilmiştir. Belli ki Batı “güç elde iken ve fırsat varken” siyonist maşayı kullanarak İslâm dünyasına belini doğrultamayacak darbeler indirmeyi plânlamaktadır. Siyonist maşa olan İsrail ise “gölgesinde yattığı kağnıyı kendi gölgesi sanan it misali” büyüklük pozları takınmaktadır. Geleceğin ne getireceği belli olmaz ama Türkiye’nin durduğu yeri belirlemek adına bu menfi tabloya bir başka açıdan da bakılabilir. Belki de kader Türkiye’yi 5’li çetenin oyununu bozma hareketine öncülük etmeye, İslâm dünyasının birliğini sağlamak için harekete geçmeye, iktisadi, siyasi, askeri ve teknolojik hazırlıklarını bir an önce yapmaya zorlamaktadır. Kim bilir?
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EZANIN MÂNASI
Edirne Selimiye Camiî
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Mehmed Âkif Ersoy
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İslâm dünyasının önemli alem, şeâir ve işaretlerinden birisi Hicri takvim olduğu gibi, Ezan da bu şeâirin en önemlilerinden bir diğeridir. Hicreti müteakip Medine’de İslâm devleti tesis edildikten sonra ilk uygulamaya konulan şeâir Ezan olmuştur. Müslümanları namaza davet meselesi müzakere edilirken Mecusi, Yahudi ve Hıristiyanların adetlerinden farklı olarak bugünkü şekliyle Ezan kabul edilmiştir. Bir sahabenin Hz. Peygamber’e (asm) gelerek rüyasında kendisine ezan öğretildiğini söylemesi üzerine Hz. Muhammed (asm) Bilal-i Habeşi’ye her bir cümlesini ikişer defa söylemek şeklinde ezan okumasını emretmiş ve ilk Ezan Hicri 1. yılda yani 622 senesinde okunmuştur. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için hususi bir yer yapılmıştır. Zaman içinde Ezan okunacak yer bugünkü minarelere dönüşmüş, mescit ve camiler tek, çift veya üç şerefeli minarelerle donatılarak resimdeki Edirne Selimiye Camii örneğinde olduğu gibi İslâm sanatının en nadide eserleri vücuda gelmiştir. Ezan tüm İslâm dünyasında şu sözler tekrarlanarak okunur; “Allahü ekber (4 kere), eşhedü en lâ ilâhe illallah (2 kere), eşhedü enne Muhammeden resûlullah (2 kere), hayye ale’s-salâh (2 kere), hayye ale’l-felâh (2 kere), Allāhü ekber (2 kere), lâ ilâhe illallah (1 kere).” Ezanın bu şekilde okunmasına kanaat etmeyen Şiî’ler “Eşhedü enne Aliyyi veliyyullah” cümlesini ilave ederek burada da ikilik çıkarmış ve muhalif tavırlarını ortaya koymuşlardır.
Ancak Ezan en ağır darbeyi Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türkiye’de almış, 3 Mart 1924 tarihinde Şeriyye ve Evkaf Vekâlet’inin lağvı sonrası kurulan Diyanet İşleri Riyasetinin 1932 yılında yayınladığı bir tamimle yasaklanarak yerine Türkçe tercümesinin okunması emredilmiştir. Bu yasağa uymayanlara ağır cezalar uygulanmıştır. Yasak 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidarı ile birlikte kaldırılmış ve asli hüviyetine tekrar kavuşabilmiştir. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’nin 23.06.1950 tarihinde müftülüklere gönderdiği bir yazıda dini lisanla Ezan okuyacak müezzin açığı olup olmadığı hususunda bilgi istenmiş ve Ezanla ilgili şu ifadelere yer verilmiştir:
“Mâna ve muhtevası bakımından Ezan hem namaz hem de İslâm için bir çağrıdır. Yani Ezan vasıtasıyla insanlar bir taraftan namaza çağrılırken diğer taraftan İslâm’ın üç temel ilkesini oluşturan Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in (asm) O’nun Resulü olduğu ve asıl kurtuluşun (felâh) âhiret mutluluğunda bulunduğu gerçeği açıklanmış olur. Yer küresinin güneş karşısındaki konumu ve kendi çevresinde dönüşü ile namaz vakitlerinin oluştuğu göz önünde bulundurulduğu takdirde Müslümanlarla meskûn olan her noktada günde beş defa okunan ezanın kesintisiz devam ettiği, bu ilâhî mesajın günün her anında yeryüzünden yükseldiği anlaşılır. Hz. Peygamber’den (asm) nakledilen birçok hadis Ezanın mâna ve önemini dile getirmekte ve Ezan okumanın faziletlerini belirtmektedir. Ezan ve Kametin sadece bir ilan değil, namaz vakitlerinde ve Peygamber (asm) tarafından takrir edilmiş olan hususi lafızlarla ve namaz vakitlerinin girdiğini bildiren bir i’lam ve ilan olduğu ilmi ve dini bir hakikattir. Kitap ve sünnetle sabittir. Efazı mahsusa, Ezanın rüknü ve sıhhatinin şartı olduğuna göre hususi lafızlarından başkasıyla okunan Ezana –velev en doğru bir tercüme ile de olsa- itibar yoktur.”
Evet İslâm cihanşümul bir din olduğu gibi onun şeâirleri de cihanşümuldür, hem birer alemdir. Bu sebeple Ezanı duyan her Müslüman onun ne mânaya geldiğini bilir, tıpkı namaz ve Kur’an gibi. Ona yapılan saldırıların ne mânaya geldiği de kimsenin meçhulü değildir. Gerçekten 1446 yıldır okunan ezanlar tüm insanlığa İslâm’ın temel inanç değerlerini sürekli ilan etmektedir. Yani Ezan; Allah’tan başka büyük herhangi bir şey olmadığını, Allah’ın bir ve tek olduğunu, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğunu, sulh ve huzurun herkesi kullukta eşitleyen namazda olduğunu, kurtuluş ve ebediyete İslâm’la ulaşılacağını ve nihayet kulaklara küpe olacak en değerli hakikatin ondan başka ilahın olmadığı Allah’ın birliği gerçeğinde yattığını terennüm etmektedir.
Dünyanın büyücek bir şehre dönüştüğü günümüzde farklı milletlerin, farklı dillerin aynı Mescid veya Câmide, Ezanın ve Kur’an’ın birleştirici ifadelerinde huzur içerisinde, kardeşlik havasında birlik ve beraberliğini başka hangi şekilde sağlayabilirdik? Temennimiz Kur’an’ın ve Ezanın davetindeki mânayı Müslümanların hakkıyla kavraması, kardeşlik hukukunu tahkim etmesi ve Ezanın ilk okunduğu dönemdeki şuura tekrar kavuşmasıdır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
HİCRET VE HİCRİ TAKVİM
Mescid-i Nebevi
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Bugün (07 Temmuz 2024), Hicri takvime göre 1446 senesinin ilk günü, yani hicri yılbaşıdır. Hz. Peygamber’in (asm) Mekke’den Medine’ye hicreti ile kurulan ilk İslâm Devleti’nin doğuş tarihidir. Bu sebepledir ki Hz. Ömer zamanında bu devletin takviminin başlangıç tarihi 622 yılı Muharrem ayının 1. Günü olarak kabul edilmiş ve tüm İslâm devletleri de bu takvimi kullana gelmiştir. Hicri takvim ayın dünya etrafında dönüşünü esas alır, bu sebeple şemsi (güneş) değil kameri (ay) bir takvimdir. Kameri takvimde bir ay 29,5 gün, on iki aylı bir yıl 354,3 gündür. Böylece ramazan ve hac ibadetleri yılın her ayını dolaşır. Osmanlı Devletinde hicri takvim uygulaması yanında mali konularda duyulan ihtiyaç üzerine yine hicreti (622) başlangıç olarak alan Rumi takvim de 1840 yılından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Rumi takvimde de dünyanın güneş etrafındaki dönümü esas alınmış olup, bir yıl 365 gündür. Her iki takvimde 26 Aralık 1925’te çıkarılan 698 sayılı Kanun’la ilga edilerek yerine Gregoryen Miladi takvim kabul edilmiş ve 1 Ocak 1926’dan itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca ayların isimleri de değiştirilmiş, Cuma günü tâtil olmaktan çıkarılarak Hristiyan ve Yahudilerin tâtil günleri olan Cumartesi ve Pazar günleri resmi tâtil olarak kabul edilmiş, Cüneyt’in batılı, çağdaş ve modern bir Coni olması için elden gelen her şey yapılmıştır. Bu ifadelere bazıları alınganlık gösterebilir. Ancak kendi geçmişi, tarihi, an’anesi, örfü, inancı, takvimi, tâtili, ölçüsü, tartısı, alfabesi, hukuku ve sair her şeyi olan bir milletin kendi değerlerini başka dinden bir milletin değerleriyle değiştirmeye ihtiyacı yoktur, Türkiye dışında dünyada örneği de yoktur.
Gregoryen Miladi takvimin başlangıcını Hristiyanlar Hz. İsa’nın (asm) doğum tarihi (0) olarak, yılın ilk gününü de (1) Ocak olarak kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber’in (asm) ne zaman hicret ettiği ayıyla günüyle sabitken, Hz. İsa’nın (asm) doğumunun ne yılı ne de günü bellidir. Ancak Hristiyanlar kendi dini anlayışlarını “yeni yıl” adıyla Müslümanlara bile yuttururken veya bunu yutmaya hazır ve teşne bir Müslüman toplumu inşa ederken buna karşı Yahudiler gibi kendi inanç ve takvimlerini koruyan milletler de vardır. Bu gün Hicri takvime göre 1446, Miladi takvime göre 2024, İbrani takvimine (Roş Aşana ) göre ise 5785 yılındayız. İbrani (Yahudi) takvimi de aynen Hicri takvim gibi kameridir. İbrani takviminin ay ve günleri de değişmemiş fakat Türkiye Cumhuriyeti 1945 yılında 4696 sayılı Kanun’la ayların isimlerini de değiştirmiştir.
Hicret’in çağrıştırdığı bir başka husus da siyasidir. İslâmiyet Mekke’de doğmuş, Yesrib’de devlete dönüşmüştür. Bu sebeple Yesrib adı Hz. Peygamber (asm) tarafından Medine olarak değiştirilmiştir. Medine sadece şehir değil, devlet mânasına da gelmektedir. Nitekim bugün İsrail’in resmi adı Medinat Yisrael’dir. Tıpkı Türklerde İl’in hem şehir hem de devlet mânasına gelmesi gibi. Hicretten sonra Hz. Muhammed (asm), “İbrâhim (asm) Mekke’yi harem yaptığı gibi, ben de Medine’yi harem yaptım” diyerek, şehri Haremeyn-i Şerifeyen’in ikincisi olarak ilân etmiştir. Medine aynı zamanda İslâm devletinin baş şehridir ve bu devlet 10 yıl içinde tüm Arap yarımadasına hâkim olmuştur. Sonraki 30 yıl içerisinde yani Hulefay-ı Râşidin döneminde de dünyanın en büyük devletine dönüşmüştür. Hz. Ali’nin siyasi kargaşanın iki haremden biri olan Medine’yi sarsmaması için hilâfet merkezini Kûfe’ye taşınmasına kadar da başkentliği devam etmiştir.
İşte hicri takvim denilince bir solukta akla gelen tarihi tablo budur. Miladi yılbaşlarının hareketlendirdiği, kısmen de olsa ışıklandırılan çamlarla meydanların bayram yerine döndürüldüğü, havai fişeklerle kutlamaların yapıldığı, gecelerin uykusuz geçirildiği ülkemizde, mesele kendi geçmişin, kendi tarihin, kendi kimliğin ve kişiliğin ve hatta inancın olunca maalesef hicri yılbaşımız sessiz, habersiz, fark edilmeden, te’sid ve tebrikat yapılmadan, alayişsiz, nümayişsiz, bizi de hüzünlendirerek aramızdan kayıp gitti.
Sahip çıkanların ve benim diyenlerin hicri yılını ve Muharrem ayını tebrik ediyorum. Umudun parolası her zaman “külli âtin garib”dir. Evet, gelecek yakındır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD 5.OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği 5. Olağan Genel Kurulu 25.06.2024 tarihinde Bartın Dernek merkezinde yapıldı. Geçen üç yıl içinde Derneğin faaliyeleri ile ilgili açıklamalarda bulunan Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mahmut Bozan Derneğin müesseseleşme sürecini tamamladığını, sınırlı imkanları ile iki dergi ve bir yayınevini faaliyete soktuğunu ifade etti. Bundan sonra Derneğin ilmi toplantılara ağırlık vermesini, gelecek üç yıl içerisinde dergilerin TRDizin’e geçmesi gerektiğini belirterek BAKAD Yayınevinin de ulusal seviyeye çıkması için gayret gösterilmesinin zaruri olduğunu ifade etti. BAKAD’ın oldukça nitelikli bir üye kadrosuna sahip olduğunu, bu sebeple kendi kaynağını temin için projeler yapmasına ihtiyaç duyulduğunu sözlerine ilave ederek, yönetim ve denetim kurullarında görev alan üyeler başta olmak üzere tüm üyelere katkıları sebebiyle teşekkür etti. İkinci olarak Derneğin Denetim Kurulu raporu okunarak müzakereye açıldı. Daha sonra yönetim ve denetim kurulu asıl ve yedek üyeleri için seçim yapıldı.
Gelecek üç yıl için Derneğin yönetim ve denetim kurulu asıl üyelikleri şu şekilde belirlendi;
Yönetim Kurulu;
Başkan : Prof. Dr. Mahmu Bozan
Başkan Yardımcısı : Doç. Dr. Ahmet Öztel
Sekreter : Doç. Dr. Ayhan Karakaş
Sayman : Doç. Dr. Yaşar Öz
Üye : Doç. Dr. Kâmil Çelik
Denetim Kurulu;
Başkan : Doç. Dr. Süleyman Ağraş
Üye : Doç. Dr. Abdulhamit Eş
Üye : Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Talha Sözer
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KURBAN BAYRAMINIZ MÜBAREK OSUN
Her Kurban Bayramında dünyamız büyük bir mescit hükmüne geçer, yaklaşık iki milyar Müslüman o bayramla büyük bir ailenin fertleri gibi olur. Arefe (Arafata çıkma) gününden bayramın son gününe kadar dünya mescidinde yankılanan tek söz “Büyük yalnız Allah’tır, O’ndan başka ilah yoktur, tüm hamd ve şükürler O’nadır” nidasıdır. Kurbanlar Allah için kesilir ve dünya mescidi birden bir sofraya dönüşür, kurbanlar o sofrada Müslümanları buluşturur, konuşturur, hal ve ahvaller değerlendirilir, analizler yapılır, güçlü ve zayıf yönler ile fırsat ve tehdit değerlendirmesi yapılır, fikirler mayalanır, dertlere çare aranır. Gelecek Kurban Bayramına kadar siyaseti İslâmiye için bir yol haritası çıkarılır. Açlığın hazma verdiği kuvvet gibi küresel siyaset zorbaları ile onların yamaklarının Filistin’den Doğu Türkistan’a kadar dünyanın birçok bölgesinde yaptıkları zulüm ve işkenceler de inşallah İslâm dünyasını birlik ve beraberliğe yöneltir, ortak aklı harekete geçirir.
Bu duygu ve düşüncelerle çok değerli BAKAD üyelerinin, tüm halkımızın ve tüm Müslümanların Kurban Bayramını tebrik eder, bu bayramın İslâm âleminin yaşadığı sıkıntıların ortadan kalkmasında bir dönüm noktası olmasını dileriz.
BAKAD YÖNETİM KURULU
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
27 MAYIS ŞEKAVETİ VE DEMOKRASİNİN VESAYET ALTINA ALINMASI
Fotoğraflar: Eşkıyaların astığı Adnan Menderes, Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
27 Mayıslar sürekli kanayan ve kabuk bağlayamayan bir yaranın ifrazat yıldönümleridir. Millet için öfkenin, nefretin, ihanete başkaldıramama pişmanlığının tekrar tekrar yaşandığı maşeri vicdana saplanan üç paslı çivinin tetanoz nöbetleridir. Darbeciler nazarında ise 27 Mayıs şekaveti, totaliter bir rejimin kendilerine sağladığı ayrıcalıkları korumanın, çok partili hayatı tekrar tek parti diktatörlüğüne çevirmenin adıdır. Bu sebepledir ki 27 Mayıs şekaveti halkın tepesinde ebediyen oturmak isteyen, halktan, halkın oyundan, sandıktan ve demokrasiden nefret eden kesimler tarafından sürekli olarak savunulmuş ve bugün de savunulmaya devam edilmektedir. 27 Mayıs şekavetinin içinde olanlara bakıldığı zaman geniş bir oligarşik yapının bu darbede rol aldığı görülür. Bunlar arasında bugün de bakiyeleri kısmen devam eden bir kısım silahlı bürokratları, kitaplı-kitapsız üst düzey hukukçu ve akademisyenleri, halkın oyuyla ebediyen iktidara gelemeyeceğini bilen siyasetçileri, kamu kaynaklarını yağmalayarak kolay yoldan zengin olan aile şirketlerini ve güce köpeklik yapmaktan zevk alan bir kısım gazeteci takımını görebiliriz. Darbenin dış bağlantılarına bakıldığı zaman ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da ABD’nin doğrudan ve dolaylı etkisi hemen ortaya çıkar. Bu etki iktisadi ambargolar, NATO üzerinden hulul etmeler, muhalefeti cesaretlendirmeler ve bir kısım subayları tahrike kadar değişik araçlarla siyasi iktidarı abluka altına alma gayretleri şeklinde tezahür etmektedir[1].
Tüm bunlara karşı daha dün jandarma dipçiğiyle sindirilmiş, tahsildar eliyle ekmeğine el konulmuş, Kur’an okuduğu veya okuttuğu için işkence görmüş, hapsedilmiş, Haccı, ezanı yasaklanmış, Müslüman kimliğinden soyutlanarak zorla ecnebi bir kimliğe büründürülmeye çalışılmış bir toplumun tepkisiz, pasifize edilmiş ve yıldırılmış haleti ruhiyesi çok da muaheze edilemez. Bu sebepledir ki darbe döneminde milletin gözyaşı içine akmış, Menderes başta olmak üzere idam edilen rical-i devlet için ağıtlar yakılmış, mersiyeler okunmuş, doğan çocuklara Adnan ismi verilerek bir nevi pasif bir direniş sergilenmiştir. Şakiler, darbeciler lanetlenmiş ve ademe mahkûm edilmiş, idam edilenler ise milletin vefa hissiyle yad ettiği ve yaşattığı kahramanlara dönüşmüştür.
27 Mayıs şekavetinin safahatı bu makalenin hacmine sığmayacağı ve merak edenlerin yakın tarihin sayfalarında detaylı malumat bulacağı için burada darbe ile neyin amaçlandığı ve nasıl sonuçlar alındığı üzerinde durmak daha uygun olacaktır. Bu darbe ile eski diktatörlük dönemine ve totaliter rejime tekrar dönüş amaçlanmıştır[2]. Halka “haşerat” nazarıyla bakan, halkın inanç, örf, adet, gelenek ve kimlik değerlerinden nefret eden, kendini ülkenin sahibi ve efendisi olarak gören, halkı da kölesi zanneden azınlık bir kesim milli iradeyi ipe çekerek bir nevi intikam almıştır. Darbe oligarşik bir çabanın mahsulüdür. Askeri cenahda ise 37 düşük rütbeli subay ile darbenin başına geçirilen Orgeneral Cemal Gürsel’in oluşturduğu Milli Birlik Komitesi bulunmaktadır[3].
27 Mayıs 1960 cuntasının en korkunç safahatı Yassıada Mahkemelerinde yaşanmıştır. Hukukun ayaklar altına alındığı Yassıada’da “Yüksek Adalet Divanı” adıyla ihtilalin giyotin sehpası kurulmuş, tuluat tiyatrosu kabilinden yargılamalar ve bebek-köpek davası türünden iddialarla 15 kişi idama mahkûm edilmiştir. Halkın oyu ile iktidara gelen bir hükümetin en önemli üç şahsiyeti Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmişlerdir[4]. İçişleri Bakanı Namık Gedik ise tutuklu bulunduğu harp okulunda işkence ile öldürülmüş ve ” bir kedinin bile geçemeyeceği kırık camdan atlayarak intihar ettiği” iddia edilmiştir[5]. Diğer idam cezaları mahkumiyete çevrilmiş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise “yaşı sebebiyle” idam edilmemiştir.
1960 şekaveti sonuçları itibariyle Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde telafisi son derece zor olan yaralar açmıştır. Öncelikle halka ve milli iradeye korku salınmış, halkın seçtiği hükümetler sürekli darbe ve idam tehdidi altında tutulmuştur. Darbenin hazırlık safhasında baş rolü oynayan İsmet İnönü’nün TBMM kürsüsünden savurduğu tehditler daha sonraki darbelerin de habercisi mahiyetindedir[6]. 27 Mayıs 1960 darbesi ile demokrasi vesayet altına alınmış ve vesayetin idamesi için 1961 darbe anayasasında vesayet kurumları ihdas edilmiştir. TBMM, milli iradenin temsilinde yegâne organ olmaktan çıkarılmış, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve TBMM eliyle kullanılır” ibaresi “yetkili organlar eliyle kullanılır” şeklinde değiştirilerek TBMM’ye irili-ufaklı 15 yeni ortak getirilmiş, milli irade kötürüm edilmiştir. TBMM’nin üstüne bir Senato konularak, içine de şakiler -milletin oyuna muhtaç olmayacak bir statü ile- “temelli senatör” olarak oturtulmuştur.
İktidarı ele geçiren eşkiyalar Milli Birlik Komitesi adıyla ülkeyi yönetmeye başlamış, NATO’ya CENTO’ya bağlılık beyanları ile efendilerine sadakat biatleri yenilenmiş ve onlar rahatlatılmıştır. Efendileri de “yeni hükümet ile çalışmaya hazır olduklarını” beyan ederek darbecileri desteklediklerini ilan etmişler, daha sonra da kredi musluklarını açarak darbecilerin ellerini rahatlatmışlardır. Operasyonlara girişen darbeciler ordudan 235 general ve 3.500 civarında subayı tasfiye ederek askeri yapıyı zaafa uğratmışlardır. Tasfiye hareketinden tüm muhalif unsurlar nasibini almış, 520 savcı ve hâkime görevden el çektirilmiştir. Üniversitelerden de muhalif 147 akademisyen tasfiye edilmiştir.
27 Mayıs 1960 darbesinin milletimiz, devletimiz ve siyasi sistemimiz için çok vahim sonuçları olmuştur. Birinci vahim sonuç, demokratik vesayeti teminat altına alan ve müesseselerini oluşturan 1961 darbe anayasasıdır. Bu sert ve değiştirilmesi zor olan anayasa 1971 muhtırası sonrası yine darbe müteşebbislerince değiştirilmiş, 1980 darbecileri tarafından da -yerine yeni bir darbe anayasası konulacağı için- lağvedilmiştir. İkincisi, TBMM’yi etkisizleştirmek için kurulan Cumhuriyet Senatosudur. Bunun mütemmimi olarak da seçim sistemi değiştirilmiş, koalisyonlara kapı aralayan nisbi temsil sistemi getirilerek çoğunluk sistemi ortadan kaldırılmıştır. Vesayetin “yılmaz bekçileri” tarafından Meclisi kontrol altında tutmak üzere Anayasa Mahkemesi, yürütmenin kontrolü için de Milli Güvenlik Kurulu ihdas edilmiştir. Bu arada Mlli Savunma Bakanına bağlı olan genelkurmay başkanı da muğlak bir düzenleme ile iğreti olarak Başbakana karşı sorumlu konuma getirilmiş, Başabakanlığa bile bağlanmamıştır. Hatta suç işlemesi durumunda onu yargılayacak bir merci bile yoktur. Askerleri devlet içinde devlet haline getirmek için Askeri Yargıtay kurulmuş, böylece Milli Güvenlik Hükümetinin yargı ayağı da teşkil edilmiştir. Daha sonra buna Devlet Güvenlik Mahkemeleri de eklenecek, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile ticarete el atan subayların Sayıştay’ın mali denetiminden çıkması da sağlanacaktır. OYAK’a üyelik mecburi hale getirilecek, subay ve astsubay maaşlarından %10, yedek subay (asteğmen) maaşlarından %5 oranında her ay bu fona para kesilecek, askerlik mükellefiyetini tamamlayan yedek subaylara da kesilen paraları iade edilmeyecek, muafiyet ve istisnalarla kamu kaynaklarından beslenen OYAK Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri haline gelecektir. Tüm darbecilerin yaptığı gibi bu şakiler “darbeyi eleştirmenin suç olduğunu” kanuna bağlayacaklardır (1962/38 Sayılı Kanun). Şakilerin diğer önemli icraatı ise cumhurbaşkanlığına aday olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i ölümle tehdit ederek adaylığının engellenmesi ve 26 Ekim 1961’de yapılan seçime tek aday olarak giren Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı yapılmasıdır. Bu hareket daha sonra askeri terfide genelkurmay başkanlığından sonra cumhurbaşkanı olma hevesini doğuracak ve Türkiye’de asker cumhurbaşkanları dönemini başlatacaktır. 27 Mayıs darbesinin “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak ilanı ve bir sonraki darbeye kadar resmî tatil olarak kutlamalara zorla konu edilmesi de tüm darbe günahlarına tüy diken bir küstahlık, alçaklık ve edepsizlik olmuştur.
Sonuç, 27 Mayıs 1960 darbesi millete ve devlete yapılan bir eşkıya tasallutudur. Millete musallat olan bu habis ruh bugün umutsuz ve çaresiz de olsa belirli çevrelerde yaşamaya devam etmektedir. Ancak zaafiyeti sebebiyle kendisini millet ve demokrasi düşmanı olarak değil, demokrat, çağdaş, modern, laik, cumhuriyetçi ve Kemalist gibi bazı isimler altında saklamaya çalışmaktadır.
[1] 27 Mayıs 1960 darbesinde ABD’nin oynadığı rol ile ilgili bkz. Armaoğlu, Fahir (1996). Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı. Belleten, 60, s. 203-226. https://belleten.gov.tr/tam-metin/2377/tur
[2] Bu hususta Süleyman Demirel’in şunları söylediği nakledilir. “1950 seçimleri diktatörlerin yönettiği devlete karşı halkın kazandığı bir zaferdi. Diktatörlerin elinden devleti alma hareketiydi. 1960 darbesi ise, halkın elinden devleti alma hareketidir.”
[3] 3. Ordu komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala, Milli Birlik Komitesi’ne 27 Mayıs 1960 darbesinin liderinin kim olduğunu sorar ve eğer liderleri kendisinden daha kıdemli bir orgeneral değilse emrindeki 3. Ordu ile Ankara’ya yürüyüp isyana son vereceğini bildirir. Bunun üzerine emeklilik öncesi izne çıkan Cemal Gürsel darbenin başı olarak ilan edilir. Darbe sonrasında Orgeneral Ragıp Gümüşpala emekliye sevk edilecek, o da Adalet Partisi’nin kuruluş çalışmalarına katılarak 1961 yılında da genel başkanı olacaktır.
[4] İdamdan 9 gün sonra Menderes’in evine gidilerek evin kapısına idam hükmünün bir suretinin asıldığı ve idam edilirken kullanılan ip, idam gömleği, cellat, imam ve son gün yiyip içtiklerinin parasının eşi Berrin Menderes’ten alındığı daha sonra yazılan eser ve hatıratlarda zikredilmektedir.
[5] Namık Gedik’in ölümü ile ilgili bkz. http://www.yeniaktuel.com.tr/tur106,158@2100.html.
[6] TBMM konuşmasında “Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam” diyerek iktidarı tehdit eden İsmet İnönü, “Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır” demiştir. Bkz. İsmet İnönü’nün TBMM’deki konuşmaları, Cilt 2, TBMM Basımevi, Ankara, 1993, s. 300. Nitekim darbe sonrasında TSK İç Hizmet Kanunu 35. Maddesi ile TSK’ya Anayasa’yı koruma kollama görevi verilecek, daha sonra yapılan darbelere de bir nevi hukuki zemin hazırlanacaktır (R.G. Tarih: 9/1/1961, Sayı: 10702).
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATI KARADENİZ AKADEMİSYENLER DERNEĞİ’NDEN OLAĞAN GENEL KURUL İLANI
Derneğimizin Genel Kurul Toplantısı 25.06.2024 tarihinde saat 17.30’da Karaköy Mah. 295. Sokak, Dostlar Ap. No: 20 Daire: 1 Bartın adresindeki Dernek merkezinde aşağıdaki gündemle yapılacaktır. Çoğunluk sağlanamadığı takdirde ikinci toplantı 11.07.2024 tarihinde saat 17.30’da yine aynı gündemle ve aynı adreste yapılacaktır. Bu duyuru tebliğ yerine geçecektir.
Üyelerimize duyurulur.
YÖNETİM KURULU
GÜNDEM
- Açılış ve katılan üyelerce hazirun listesinin imzalanması,
- Divan teşekkülü
- Gelir-gider durumu ile Yönetim ve Denetim Kurulu faaliyet raporlarının okunması,
- Yönetim Kurulunun ibrası
- Yönetim ve Denetim Kuruluna asıl ve yedek üyelerin seçimi
- 2024 yılı faaliyetlerinin görüşülmesi
- Dilek ve temenniler
- Kapanış
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ
Not: Bu metin, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Müfredat Çalışması” hakkında MEB’e gönderilen Derneğimiz görüşüdür.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Millî Eğitim Bakanlığının “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” başlıklı müfredat çalışmasını takdirle karşılıyor, tüm emeği geçenleri tebrik ediyor ve Talim ve Terbiye Kurulunun değerli üyelerine çalışmalarında başarılar diliyorum.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki öğretim programlarının bir felsefesi, bir amacı ve bir de bu amaca ulaşmak için takip etmesi gereken programı yani müfredatı vardır. Kamuoyunun incelemesine açılan ve görüş ve öneri alınan 27 ders için elbette alan uzmanları fikirlerini beyan ediyorlar. Ben Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu 1975 mezunu ve 2007 yılına dek öğretmenlikten taşra, merkez ve yurtdışı teşkilatlarında yöneticiliğe kadar MEB’in tüm kademelerinde çalışmış ve halen akademik bir STK’nın (BAKAD) başkanı ve temsilcisi olarak öğretim programlarının amacı ve felsefesi üzerine birkaç öneride bulunacağım.
Evvela, Türk eğitim sistemi öğrencilerin kabiliyet ve yeteneklerini keşfedip onları geliştirmeyi birinci amacı olarak belirlemesi gerekirken ideolojik temelli bir tercihte bulunmaktadır. Bunu Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. ve 10. Maddelerinde açıkça görmek mümkündür. Aynı anlayış uluslararası öğrenci potansiyelini ülkemize çekme gayretine rağmen 3797 Sayılı Kanunu’nun 4. ve 5. Maddelerinde de devam etmektedir. Yükseköğretimin buraya dâhil edilme sebebi eğitim sisteminin bütüncül bir yapıya sahip olması zaruretinden kaynaklanmaktadır. Bu konuyla ilgili daha geniş bilgiye şu makaleden ulaşılabilir (Bozan, Mahmut (2019). Eğitime Biçilen Rol: Yetenek Geliştirme Mi? Kimlik Dönüştürme Mi? Bartın University Journal of Faculty of Education, 8(2), 549-561. https://doi.org/10.14686/buefad.426770).
İkinci olarak, öğrencilerin kendi kimlik değerleri temelinde bir eğitim almaları (elbette bu durum bir ideoloji kapsamı içinde değerlendirilemez) için de onlara dini inançları, örf ve an’aneleri, gelenek ve görenekleri, tarihleri, hâkim oldukları coğrafyalarda diğer milletlerin temel hak ve hürriyetlerine olan saygı ve birlikte yaşama anlayışları ile uluslararası ilişkilerde uyguladıkları kurallar gibi medeniyet değerlerinin verilmesi de amaçlara dâhil edilmelidir. Batılı ülkelerden başlayıp ülkemiz eğitim sisteminde de yer bulan “değerler eğitimi” kavramının geçen yüzyılın materyalist ve rasyonalist eğitim sisteminin Batı toplumlarında yaptığı tahrip, bozulma ve savrulma sonrasında hayata geçirilmesinin elbette bir mânası olacaktır. Hitler Almanya’sında Nazi toplama kamplarının şahidi olmuş bir okul müdürünün öğretmenler için yayınladığı mesajdaki şu ifadeler, ahlâki olarak içi doldurulmamış bir eğitimin tehlikelerine dikkat çekmektedir; “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin.” Bu hususla ilgili detaylara şu makaleden ulaşılabilir. “Bozan, Mahmut (2014). Değerler Eğitimi İçin Bir Önşart Demokratik Eğitim, Uluslararası İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Sempozyumu,19-21.06.2014, Erzurum.” (https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6549).
Bu iki maddede belirtilen hususlara itiraz edenler de, karşı fikir ileri sürenler de olacaktır. Bu da onların hakkıdır. Şu kadar var ki çoğunluğun talepleri “çoğulculuk veya evrensel değerler” şeklinde parlatılan bir kısım azınlık görüşlerine ve bir kısmı kendi değerlerimizle ters düşen anlayışlara kurban edilemez.
Üçüncü olarak, eğitimin kültürel değerlerden öte gerçekten de “evrensel” bir boyutu vardır. Fikirlerin birbirine eklenmesi yani telahuk-u efkâr ile ile ortaya çıkan ve tüm milletlerin katkı sağladığı medeniyetin teknik kısmı ise fizik, kimya, biyoloji, matematik, tıp, mühendislik, jeoloji, astronomi, çevre ilh. gibi yaşadığımız dünya ve güneş sistemini laboratuvar olarak kullanan bilim dallarının basitten karmaşığa, bilinenden bilinmeyene doğru hazmedilebilir, kavranabilir, önceliği ve sonralığı iyi belirlenmiş, temel bilgileri beceri ile tamamlayan müfredatın uygulanmasıyla inşa edilecektir. İşte Talim ve Terbiye Kurulu’nun üzerinde çalıştığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” de bu amacı gerçekleştirmeye matuftur. Mevcut müfredatın sadeleştirilmesini, bilgi yükleme ve ezberletmeyi önceleyen bu programın, uygulama temelli ve öğrencileri okuldan soğutmayacak şekilde yeniden düzenlenmesini hayırlı bir teşebbüs olarak karşılamak gerekir. Dış çevrenin hızla değiştiği bir zamanda ona uyum sağlamak, açılan fırsatları değerlendirmek ve risklerden korunmak için tedbirler almak yerine statükoyu koruma gayretlerine girmek anlaşılabilir bir tutum değildir.
Son olarak Milli Eğitim mimarisinin mesleki eğitim ağırlıklı olarak yeniden yapılandırılmasının ve genel lise yerine, öğrencilerin beceri kazanacağı, yüksek öğretimle de entegre olacağı %60’lık bir mesleki eğitim tabanına oturtulmasının âciliyet kesbettiğini, iş dünyasının taleplerinin de bu yönde olduğunu ifade etmek isteriz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler