ÜLKE İMARI MI? BETON SİYASETİ Mİ?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
2023 Seçimlerinin yaklaşmasıyla beraber siyasi rekabet hızlanmaya ve iktidar-muhalefet ilişkilerinde halkı kendi tarafına çekmeye yönelik faaliyetler artmaya başlamıştır. Öncelikle demokrasi ile idare edilen ülkelerde siyasi tercih bir muhasebe, bir muhakeme ve akıl işidir. Gönül işi değildir. Bu sebeple A veya B partisine “gönül vermiş” vatandaş tabiri hatalıdır. Zira partiye, derneğe, sendikaya hatta hükümete gönül verilmez. Gönül bağı ancak vatanla, milletle, devletle, istiklâliyet sembolü olan bayrak ve sancakla, mânevi değerleri ifade eden sembollerle kurulabilir. Bu sembollerin hiçbiri geçici değil, “devlet-ebet-müddet” şiarının parçalarıdır ve var olmanın “olmazsa olmaz” şartlarındandır.
Ancak birer ticari holding olan spor kulüplerinin “bedava reklamcı” devşirmek için kullandığı ve başarılı da olduğu “takım tutturma” numarasını siyasi partiler de denemekten geri durmamaktadır. Böylece akılla yapılacak tercihler, duygu ve hislere kaydırılarak akıl devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Şüphesiz siyasi partiler kendilerine “gönül vermiş” vatandaş sayısını arttırarak “kemikleşmiş oy” depoları sağlamayı çok arzu ederler ve tercihlerini akıllarıyla yapan ve “kararsız” olarak tanımlanan “bağımsız” seçmenlerden oldukça çekinirler. Zira genellikle seçim sonuçlarını akıllarıyla tercih yapan seçmenler belirlemektedir. Demokrasi gelenekleri oturmuş ülkelerde partilerden bağımsız yani bizdeki ifadesiyle “kararsız” seçmen sayısı hayli yüksektir. Bizdeki ifadesiyle diyorum zira kararsızlık bir naifliği ifade eder, doğrusu partilerle gönül bağı olmayan akıllı seçmenleri tarif edecek kelime “bağımsız seçmen” tanımıdır. Bu sebeple “kararsız” ifadesi yerine “bağımsız” kelimesini kullanmayı tercih ediyorum.
Ancak Türkiye gerçeği partilere “gönül bağı” ile bağlı olan seçmen sayısının hayli yüksek olduğunu göstermektedir. Özellikle halka hizmetleri çok düşük seviyede olan bazı belediyelerde aynı siyasi partinin seçim kazanması başka şekilde ifade edilemez. Enteresandır ki bu tür seçmenler “varlıklı, eğitimli” olarak tarif edilen semtlerde, sol ve sosyalist kesimlerde fazlaca bulunmaktadır. Halkın genelinde ise hizmetlerini beğenmediği partileri bir çırpıda siyaset sahnesinden silebilen bir azim göze çarpmaktadır. Parti mezarlığında kitabesine; “halk tarafından gömüldü” yazılan ve bugün cılız varisleri olan çok partilerin bulunması bunun açık delilidir. Bu guruba askeri cuntalar tarafından kapatılan veya darağacına çekilen partiler dâhil değildir.
Sadede gelecek olursak, 2023 seçimleri ufukta görünmekle birlikte siyasetin sloganlaştırdığı ifadeler daha sık duyulmaya başlamıştır. Ben bunlar içerisinde muhalefetin kendine taraftar toplamayı umduğu ve mevcut iktisadi krizi de kullanarak sonuç alacağına inandığı “kuvvetli tenkit” araçlarından sadece “beton siyaseti” veya “betona yatırım” kavramını analiz edeceğim. Betona yatırım ifadesi, iktidarın yapmış olduğu altyapı, bayındırlık ve imar faaliyetleri için kullanmış olduğu bir etiketlemedir. İddiası da hükümetin üretime, istihdama fayda sağlayacak yatırımlar yerine halkın “gözünü boyamak” için binalara, köprülere, yollara para harcayarak ülke kaynaklarını israf ettiği yönündedir. Hükûmet ise iktidara geldikleri 20 yıl içerisinde Türkiye’nin çehresini değiştirdiğini, hayat standartlarını yükselttiğini, medeni olarak tarif edilen ülkelerle rekabet ettiğini, kısaca halka hizmet ettiğini savunmaktadır.
Meseleyi analizde muhalefet açısından ilk tespit ettiğimiz husus; Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren iktidarı zorla ele geçiren ve milli iradeye yasak koyarak 1950 yılına kadar ülkeyi tek başına yöneten CHP’nin hükûmet ve bürokratlarıyla sadece halktan “hizmet almaya” alışkın olması “halka hizmet etme” kavramına yabancı kalmasıdır. Bu sebeple Türkiye’de CHP’nin ortaya koyduğu eser sayısı hayli sınırlıdır ve sağ iktidarlar tarafından hep “dikili bir ağacı olmadığı” ithamına maruz kalmaktadır. CHP bu ithamları savuşturmak için “betona yatırım” savunmasını geliştirmiştir. Bu stratejik bir hatadır. Zira Turgut Özal’ın 1983 seçimleri öncesi televizyonda yapılan liderler tartışmasında “Boğaziçi köprüsünün gelirini satarak İstanbul Boğazı’na yeni bir köprü yapacağını” beyan etmesine karşı “yaptırmam efendim!” diye itiraz ederek tuzağa düşen Necdet Calp, CHP’nin siyasi irsiyetini açığa vuruyordu ve nitekim iktidarı Anavatan Partisi’ne kaptırdı. Bugün de aynı anlayış devam etmektedir. AK Parti CHP’ye “hizmette yarış” çağırıları yaparak üstün olduğu bu alanı daha bir görünür kılmaktadır. Doğrusu AK Partinin iktidara geldiği günden bu yana yaptığı bayındırlık hizmetlerini küçük görmek, hafife almak hele hele “betona yatırım” diye değersizleştirmeye çalışmak çok büyük bir hatadır.
Çünkü halk bunları görmekte, bölünmüş yollardan, otoyollardan, hızlı trenlerden istifade etmekte, geçtiği her tünelde geçmiş günlerde yaşadığı zorlukları hatırlamakta, başta İstanbul Havalimanı olmak üzere ülkenin dört bir yanına yapılan, yenilenen hava limanlarından memnuniyet duymakta, eskiden sadece havada gördüğü uçaklarda seyahat etmekte, modern ve donanımlı hasta hanelerde tedavi olmakta, ayağına gelen üniversitelere çocuklarını gönderirken eskide yaşadığı sınırlı sayıdaki üniversitelerin yaşattığı sınav çilelerini hatırlamakta, savunma sanayiinde göğsünü kabartan İHA’ları, SİHA’ları, TİHA’ları, MİLGEM’leri ve ileri teknoloji ürünü daha pek çok savunma araçlarının ülke savunmasında yaptığı hizmetlerle iftihar etmektedir.
Hele “betona yatırımın” en müşahhası olan “TOKİ”ler halkın tutunduğu bir can simidi durumundadır. Turgut Özal’ın kurduğu TOKİ, halkın parasını sülük gibi emen ve karşılığında kalitesiz binalar yapan “kooperatif çeteleri” belasından kurtuluşun adresi olmuştur. AK Parti döneminde daha da geliştirilen TOKİ, kentleşmede halkın vazgeçilmezleri arasında halen ilk sıradadır.
Sonuç olarak “betona yatırım” sloganından CHP kârlı çıkmayacaktır. Burada hatırıma gelen bir misali paylaşmak isterim. Bir gün Ankara’da Sıhhiye Köprüsünün altında duvara yapıştırılmış bakır bir kitâbe dikkatimi çekmişti. Üzerine Sıhhiye Köprüsünü yaptıran o dönemin CHP’li bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının isimleri yazılmıştı. Demek önemsiz ve bugün ciddiye alınmayacak bir köprüye isimlerinin yazılmasına rıza gösterenler aslında “betona yatırıma” çok da soğuk bakmıyorlarmış. Aynı kitâbeden bir tane de Çubuk Barajında bulunmaktadır. Netice olarak yapılan hizmetleri “yok saymak” sadece yok sayanları bağlamakta, halkın nezdinde bir değeri bulunmamaktadır. Kamburu olanın yapacağı şey “herkesi kendisiyle eşitlemek” değil, kamburdan kurtulmanın çaresini aramaktır. Aslolan yoklukta eşitlik değil, varlıklarımızı güçlendirmektir. “Ben yapamıyorum, o halde yapılanları kötüleyerek kendimle eşit hale getireyim” düşüncesi isabetli bir politika değildir.
İkinci tespit ettiğimiz husus CHP’nin halkın milli ve özellikle mânevî değerlerine hürmet etmemesi, bilakis onları aşağılaması, inançları ile alay etmesi, tek parti iktidarı döneminde halka çektirdiği acıların hâfızalarda yaşıyor olması, hülasa milli iradeyi temsil liyakatine sahip olduğuna halkı bir türlü inandıramamasıdır. Bundan dolayıdır ki 1950 yılından beri zaman zaman farklı isimleri kullanmış da olsa CHP’nin tek başına iktidara geldiği görülmemiştir. Ancak parlamenter sistem ve seçim sistemi ve özellikle darbeleri müteakip ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek sağ partilerle kurduğu koalisyonlar yolu ile sınırlı sürelerle de olsa iktidara gelebilmiştir. CHP, kimliğine yapışan bu iki zaaftan henüz kurtulabilmiş değildir. Ancak son yapılan mahalli idareler seçiminde, İstanbul ve Ankara’da kendi siyasi geleneğinden gelenleri dışarıda tutarak, dâhilden yapılan tüm itirazlara rağmen milliyetçi ve muhafazakâr kimliği olan adaylarla seçime girmiş ve başarılı olmuştur. Bu tecrübe CHP’ye 6’lı masayı ilham etmiş, bu sebeple yanına milliyetçi ve muhafazakâr tabana dayanan bazı partileri alarak 2023 seçimlerini kazanma çabasına girişmiştir. “Çarşafa rozet” tecrübesini yaşayan CHP’nin “helâlleşme” çağırısının işe yarayıp yaramayacağı da yapılacak seçimlerde görülecektir. Cumhur ittifakının geçen beş yılın sonunda halka kendisini affettirme gayretinin başarılı olup-olmayacağı da bu seçimle aşikâr olacaktır. 2023 seçimleri, üzerinde çok konuşulacak bir konu olup burada sadece parti rekabetinde kullanılan sloganlardan “betona yatırım” kavramını analiz etmeye çalıştık.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
MEHTER YÜRÜYÜŞÜ VEYA AYDIN CEHALETİ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Türkiye’nin gündemden hiç düşmeyen konularından birisi de harf inkılabı, dil devrimi, güneş dil teorisi, dilde sadeleştirme ve öz Türkçe gibi başlıklarla anılan Osmanlıca’nın yasaklanması ve yerine Latin alfabesinin konulması ile birlikte yaşanan dildeki fakirleşmedir. Bin yıllık bir medeniyetin taşıyıcısı olan ve Arap alfabesinden geliştirilen Osmanlıca bir gecede yasaklanarak yerine Latin alfabesi ikame edilmiştir. Bununla da iktifa edilmemiş, yine yüzyıllar içinde Türkçeleşen Arap ve Farsça kelimeler sırf menşeleri sebebiyle yok edilmeye çalışılmış, yerlerine de ya Batı menşeli kelimeler konulmuş veya öz Türkçe iddiasıyla kelime uydurulmuştur. Tarihe, kültüre, arşive ve umum kütüphanelere vurulan bu kilit dilde çok büyük bir yozlaşmaya yol açmış yaklaşık 60.000 kelime ihtiva eden Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe sözlüğü bile bu tahribe dayanamamış, elimizde tüm uydurukçalarıyla birlikte 6 000 kelimelik bir TDK sözlüğü kalmıştır. Bir YÖK başkanı “Türkçe bilim dili değildir” diyerek tabiri caizse tabuta son çiviyi de çakmıştır.
Bırakın sıradan bir vatandaşı, yüksek öğretim görmüş, toplumun eğitimli kesimleri bile halen Türkçeyi doğru-dürüst kullanamamaktadır. Bilimsel toplantılarda, akademide, televizyonlarda, medyada, hülasa halka açık tüm kanallarda sürekli bir dil faciası yaşanmaktadır. Tesadüf ettiğim bir akademik toplantıda güya bir aydın (!) “iki ileri, bir geri mehter yürüyüşü” diye bir ifade kullandı. Vaktiyle Peyami Safa böyle bir hadiseye rastlamış Türk Haber Ajansı’nın bir haberinde “istinaf mahkemesi” ifadesini “istinkâf mahkemesi” şeklinde yazmasına sinirlenerek dil şuursuzluğu hakkında bir makale yazmıştı[1]. Aynı hisler beni de bu makaleyi yazmaya sevk etti. Mehter yürüyüşünü bile bilmeyen aydın müsveddeleri mehteran bölüğünün “iki adım ileri, bir adım geri” gittiğini zannediyor, güya bir şeydeki ilerlemenin yavaşlığını böylece ifade etmiş oluyordu. Zahmet edip de elinin altındaki bir ekrandan mehter yürüyüşünü seyretmeyi akıl bile edemiyordu. Gerçekte ise mehteran bölüğü asla geri adım atmaz. Önünde yürüdüğü orduyu coşturacak bir musiki eşliğinde her iki adımda bir sağı, bir solu kollayarak gösterişli ve çalımlı bir şekilde yürür.
Bu vesile ile aydınlarımızın devirdiği diğer çamlara da bir açıklık getirmekte fayda mülahaza ediyorum. Bunlardan en çok duyulanı “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” safsatasıdır. E, sorarlar adama, yiğidi öldürdükten sonra geriye ne kalır? Hangi hak ve hukuktan bahsedilebilir? “Yiğidi öldürmüş olsan bile hakkını ketm etme.” İfadesi ilmin elinden cehlin diline böylece yuvarlanmıştır. Bu garabete ilave edilecek diğer bir galat da “Eğri oturup, doğru konuşalım.” Lafıdır. Doğru konuşmak için illa eğri mi oturmak gerekiyor? Tuluat tiyatrosuna malzeme temin eden aydınlarımız “Eğri otursan bile, doğru konuş.” İfadesini “ağızlarından çıkanı kulakları duymayarak” kullanmaktadırlar.
Bu hata-savab cetvelini daha da uzatmak mümkündür, ancak yanlış kullanılan birkaç kelimeyi daha hatırlatıp bu makaleye hatime çekeceğim. Vaktiyle PKK terörünü ortadan kaldırmak için teşkil edilen heyete “âkil adamlar heyeti” deniliyordu. Bu ifadenin mânası “yiyici adamlar heyeti” demekti. Doğrusu âkıl olacaktı. Zira âkil yiyici, âkıl akıllı demektir. Yine çok kullanılan yanlışlardan birisi “hile, hud’a” yerine “hile-hurda” denilmesidir. Hud’a, aldatma, tuzak kurma demektir, hurda ise eskimiş, bozulmuş, kullanılamayacak duruma gelmiş malzemeleri ifade eder. Daha bunun gibi, özrüm var mânasına gelen “mâzurum” yerine “maruzum” diyenler, çukur açma mânasına gelen “hafriyat” yerine “harfiyat” diyenler, “mahzur” ile “mahsur”u; “tazminat”la “tanzimat”ı karıştıranlar, adem-i merkeziyeti, âdemi merkeziyet şeklinde telaffuz edenler hiç eksik değil. Akademik bir makalelerde bile onlarca imla hataları bulunuyor, özellikle de uzatma işaretlerinin atılmasıyla tam bir kaos yaşanıyor.
Buraya aldıklarım “aydın cehaleti”ni ortaya koymada denizden bir damladır. Maalesef “kamusa uzanan el, namusa uzanmış”, dilimizi kirleterek bizi lal-ü ebkem etmiştir. Bu hufreden ancak Osmanlıcayı öğrenerek çıkabiliriz.
[1] Bakınız; Safa, Peyami (1970). Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, s. 104, Ötüken Yayınevi.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
2023 SEÇİMLERİ VE MİLLET İTTİFAKININ BAŞKAN ADAYI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine neredeyse bir yıllık bir süre kaldı. Milletvekili seçimlerinde aday listeleri genel başkanlar tarafından belirlendiği için onun üzerinde bir tartışma yaşanmıyor. Sadece Seçim Kanununda yapılan bir değişiklikle ittifakta küçük partilere avantaj sağlayan durum ortadan kaldırıldığı için Millet İttifakı altında seçime gitmeye hazırlanan muhalefet gurubunda müzakereler devam ediyor. Cumhur ittifakı seçim kanununda değişiklik yapan taraf olduğu için o gurupta bir sıkıntı göze çarpmıyor. Ancak Büyük Birlik Partisi seçim barajının %7 olmasına ve partilere hazine yardımı düzenlemesine açıkça itiraz etti. Bu itirazında da haklıydı. Her zaman söylediğimiz gibi Başkanlık sistemi yönetimde istikrar için şarttır ancak temsilde adaletin sağlanması da bir o kadar önemlidir. Bunun da yolu seçim barajının kaldırılmasıdır. Zira idare teklik, karar alma çeşitlilik ve çokluk ister, farklı fikirler ve görüşlere ihtiyaç duyar, sonuçta istişare ortak aklı harekete geçirir ve hatalı karar alma ihtimali azalır.
2023 yılı Haziran ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelecek olursak, bu hususta Cumhur İttifakı adaylarının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu önceden ilan etmişken Millet İttifakı henüz bir aday açıklaması yap(a)mamıştır. Her ne kadar kamuoyu araştırma şirketleri bazı isimler üzerinden “muhtemel aday” yoklamaları yapsalar da kesinleşmiş bir aday ismi bulunmamaktadır.
İstanbul Büyükşehir Beledi Başkanı seçildiği dönemde Ekrem İmamoğlu’na neredeyse muhalefetin cumhurbaşkanı adayı gibi bakılırken, belediyedeki düşük performansı, siyasi üslubu ve kısa sürede yaşadığı yıpranma sebebiyle geriye çekilirken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş öne çıkmaya başlamıştır. Ancak Mansur Yavaş’ın da başarılı bir belediye başkanı olduğunu söylemek mümkün değildir. Sadece daha az konuştuğu için daha az hata yapmaktadır. Yoksa seçim öncesi vaatlerinden hiçbirini gerçekleştirebilmiş değildir. Ankara’da halkın önemli bir kesimi aldatıldığını düşünmektedir. Kısaca Mansur Yavaş da o makama başarıları sebebiyle değil halkın AK Partiye ceza kesmesi sebebiyle gelmiştir. Her iki belediye başkanı da cumhurbaşkanlığı adaylığında geriye itilmektedir.
Peki, CHP’nin İzmir, Eskişehir ve Antalya gibi başka büyükşehir belediye başkanları da vardır. Neden Cumhurbaşkanlığı için onların adı geçmemektedir? Hâlbuki onlar öz CHP’lidir. İmamoğlu ve Yavaş gibi milliyetçi ve muhafazakâr geçmişleri de yoktur. Millet İttifakının en büyük ortağı ve belirleyicisi olan CHP’nin kendi öz evlatlarını aday göstermesi daha mâkul olmaz mı? Hayır! Bu hususta Kılıçdaroğlu gerçekçi davranmaktadır. Türkiye’deki seçmen profilini doğru okumak gerekir. O da Türkiye’de sol, sosyalist, Marksist, laiklikle yatıp kalkan kesim dâhil klasik CHP’nin oy oranı %25 civarındadır. Cumhurbaşkanı seçimi ise %50+1 gibi salt çoğunluğun oyunu mecbur etmektedir. Demek CHP’nin kendi oyu kadar daha bir oya ihtiyacı vardır. Nitekim İstanbul ve Ankara’da bu sebeple kendi “öz evlatlarıyla” değil, muhafazakâr kökü olan adaylarla seçime girmiş ve başarılı olmuştur. Aynı senaryoyu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de oynamaya çalışmaktadır. CHP’nin iç baskıları sebebiyle Kılıçdaroğlu aday olabilir ancak siyasetin gerçekliği dikkate alınırsa Millet İttifakı içinde ikinci bir aday zarureti ortaya çıkar. Kılıçdaroğlu kadar bu ikinci adayın kimliği de şimdilik müphemdir. Bu bilinmezlikler içinde acaba Millet İttifakı’nın adayı kim olacaktır?
Millet İttifakının 6 benzemezi adayın adını değil de evsafını tarifle iktifa etmektedirler ama adayın adını sır gibi saklamaktadırlar, gerekçe de adayın “yıpratılmaması” olarak gösterilmektedir. Bana göre Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı veya adaylarından birisi çok büyük bir ihtimalle Abdullah Gül’dür. İttifakta Abdullah Gül’e “hayır” diyecek tek ortak Meral Akşener iken o da kendisini müstakbel başbakan olarak ilan ettiğine göre 2018’de yaşanan pürüz giderilmiş olmaktadır. Hatırlanacak olursa 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül muhalefetin adaylık teklifini kabul etmiş, fakat mâlum sebeplerle bu adaylık gerçekleşememişti.
Abdullah Gül tecrübeli, milliyetçi ve muhafazakâr seçmenden oy alabilecek, mevcut belediye başkanlarıyla da mukayese edilemeyecek kadar artıları olan bir şahsiyettir. Buna kim, neden hayır desin? Kamuoyu yoklamalarının ne işe yaradığını Türkiye’de bilmeyen mi var? Bana göre Millet İttifakında son kertede de olsa mecburi istikamet Abdullah Gül’dür. Ancak karşısındaki de 20 yıldır ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan’dır. Belli ki çetin bir mücadele olacaktır.
Her ne kadar seçimlere bir yıl gibi siyasette tahmin yapmayı zorlaştıran uzun bir süre bulunuyor olsa da seçime ilişkin kanaatimi söylemeden yazıyı noktalamayacağım. Nasıl ki büyükşehir belediyelerinde başkanlıkları muhalefet, meclis çoğunluğunu ise iktidar yanlıları kazandı. Ülke çapında galiba bu işin tersi olacak. Cumhurbaşkanlığını Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis çoğunluğunu ise muhalefet kazanacak gibi görünmektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYENİN EN ZOR YILI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Evet, 2022 yılı mali açıdan Türkiye’nin en zor yılı olarak anılacaktır. Tüm iktisadi göstergelerin dibe vurduğu bir zaman diliminin içindeyiz. Enflasyondan faiz oranlarına, câri açıktan dış borca, emtia fiyatlarına, çarşı pazardaki etiketlere varıncaya kadar hangi tarafa bakılsa içimizi karartan rakamlarla karşılaşmaktayız. Covid 19 pandemisi ile başlayan iktisadi daralma, Rusya-Ukrayna harbi ile başka bir safhaya evrildi. Son iki yılda üç tane Hazine ve Maliye Bakanı ve üç tane de Merkez Bankası Başkanı değişti ama durum iyiye gitmedi. Hazine ve Maliye Bakanı olarak tavzif edilen Berat Albayrak 28 ay, Lütfi Elvan 13 ay dayanabildi. Geleceğe yönelik ümitli konuşan Nureddin Nebati ise 4 ayını doldurdu ama işler iyiye gitmiyor. Enflasyon tırmandıkça tırmanıyor, döviz ve faiz oranları yükseliyor, emtia fiyatları adeta zıplayarak artıyor, dış borç yükü ağırlaşıyor. Bu duruma iktidarıyla, muhalefetiyle, meclisiyle, akademisiyle çare aranması gerekirken, iktidar umut dağıtıyor, 2023 seçimlerine göz diken muhalefet bloğu çözüm önermek yerine “hemen sandık” istiyor. İş dünyası parsa toplama peşinde, tüccar-esnaf her zamanki gibi fırsatçı ve “ağlak”, akademide iktisatçılardan sadra şifa bir fikir duyulmuyor, medya ise farfaracı, halkı bilgilendirme yerine kutuplaştırıcı halat oyunu ile “reyting” peşinde.
Tablo böyle ama bu işin mes’uliyetinin siyasi iktidarın üzerinde olduğu gerçeği değişmiyor. Evet, ABD liderliğindeki Batı blokunun Tayyip Erdoğan üzerinden ülkemize yaptığı tasallut, gezi hadisesi, PKK’nın çukur eylemleri ve çukura gömülme süreci, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile beraber Covid-19 salgını ve nihayet Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi iktisadi daralmayı netice veren ve tüm ülkeleri etkileyen bir kriz durumu var ama bu sefer kriz “teğet geçmemekte” hatta süpürerek geçmekte ve bu durum bizi daha çok sarsmaktadır.
Şimdi “Türkiye’nin en zor yılı” dedirten ahvali iktisadiyeyi daha iyi anlamak için bazı tablo ve grafiklere bir göz atalım. Tablo 1’de 2003-2021 yılları arası dünya ortalaması, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile Türkiye enflasyon oranları mukayeseli olarak görülmektedir.
Tablo 1: Türkiye ve Dünyada Enflasyon
Kaynak: IMF, TÜİK
2003 yılında %18 ile devralınan enflasyon kontrol altına alınarak tek haneli rakamlara indirilebilmiş fakat orada tutulamamıştır. Özellikle Ülkemize dört bir yandan çullanıldığı, terörün azdırıldığı, darbeye teşebbüs edildiği 2016 yılından itibaren enflasyonun çift haneli rakamlara yöneldiği, 2021 yılında da zirve yaptığı görülmektedir.
Enflasyonun fiyat endekslerine nasıl yansıdığını görmek için son 5 yıllık TÜFE ve ÜFE’deki değişime bakmak gerekmektedir. Tablo 2 incelendiğinde 2018’deki çıkış hâriç tutulursa 2017-2021 arası özellikle TÜFE’de bir sürdürülebilirlik dikkati çekmektedir. Ancak 2021 yılı sonunda ciddi bir sıçrama görülmekte ve 2022 yılı ise bu artış bir tufana dönüşmektedir.
Tablo 2: TÜFE ve ÜFE Yıllık Değişim Oranları (%) 2017-2022
Kaynak: TÜİK
TÜİK’e göre 2020 yılında enflasyon TÜFE’de %11,86 iken bir yıl sonra %61,14 olarak ilan edilmiştir. Bu oran bazı ekonomi çevrelerince gerçekçi bulunmamakta ve TÜFE’de enflasyonun %140 civarında olduğu iddia edilmektedir. Nitekim Ocak ayı sonunda TÜİK Başkanı Sait Erdal Dinçer ile iki yardımcısının da görevden alınması bu iddiaları güçlendirmektedir.
Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) değerlerine bakıldığında da benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde ÜFE değerleri üzerinden enflasyonun 2020 Mart ayında %8,50’den 2022 Mart ayına kadar %114,97 oranına çıktığı görülmektedir. Ekonomi çevrelerinde bu değere de itirazlar yükselmektedir. TÜİK’in üzerinde şaibe bulutlarının dolaşması Hükümetin şeffaflık ve hesap verebilirlik politikaları ile uyuşmamaktadır. TÜİK’e olan itimadın behemehâl sağlanması zaruridir. Her zaman olduğu gibi günümüzde de vatandaşın güveneceği yönetim, halkın yanıltılma şüphesi duymayacağı yönetimdir. Bu sebeple şüpheler bertaraf edilmelidir.
Ekonomik göstergelerde ikinci başlık yıllarca ülkemizin baş belası olmuş câri açık[1] meselesidir. Burada da dikkate alınması gereken artışlar yaşanmaktadır. Merkez Bankası Ocak ayı istatistiklerine bakıldığı zaman câri açığın geçen yıla göre 5,34 milyar dolar artarak 7,11 milyar dolar olarak gerçekleştiği görülmektedir. Türkiye’nin 12 aylık câri işlemler açığı 21,84 milyar dolar olmuştur. Yani ödemeler dengesi sıkıntılıdır.
Ekonomik göstergelerde üçüncü başlık döviz kurları ve özellikle Türk Lirasının ABD Doları karşısındaki durumudur. Zira Türk Lirasının alım gücü dolar karşısındaki durumuna bağlıdır ve halkın TL’den kaçışı ve ABD dolarına yönelmesi hayra alâmet değildir. Hatta birçok mefsedetin tetikleyicisidir. Hatta bir kısım paragöz esnafın fiyat etiketlerini keyfi katlamasında önemli bir rolü bulunmaktadır. Tablo 3’de de görüldüğü üzere 2018 yılında bir ABD Doları 4 TL iken 2021 yılı sonunda 17 TL’ye çıkmış, yoğun çabalara rağmen 2022 yılında ancak 15 TL civarında tutulabilmiştir.
Tablo 3: Türk Lirasının ABD Doları Karşısındaki Değeri (2018-2022)
Kaynak: https://tr.tradingview.com/symbols/USDTRY/
TL’deki erime 5 yılda 4 kat artmış, halk elindeki TL’yi ya altına veya dövize veya emlake çevirmeye başlamıştır. Bunu önlemek için Hükûmet dövize endeksli TL mevduat hesabı açılmasını teşvik etmiş ve döviz kurlarını birkaç puan aşağı çekmeyi başarmıştır ancak TL’ye dönüş için enflasyonun düşürülmesi, hayat pahalılığının önlenmesi, piyasadaki keyfi zamların ve fırsatçılığın engellenmesi ile fiyat istikrarının sağlanması gerekmektedir. Bu arada altı çizilmesi gereken husus ise Hükümetin, üretici ile tüketici arasındaki aracı denilen vurguncuları bir türlü ortadan kaldıramamasıdır. Özellikle tarımda sağlıklı kooperatifleşememek, soğuk hava depoları ile ulaşım zinciri kuramamaktan kaynaklanan sıkıntı, aracı-tefeci taifesinin meydan almasına yol açmaktadır. Üreten değil satan aracılar kazanmaktadır. Tarımdaki sıkıntı bakan değişimine yol açmıştır ama bakalım isabetli tarım stratejilerinin uygulanmasını sağlayacak mıdır?
Ekonomik göstergelerde dördüncü başlık dış borç meselesidir. Maalesef bu başlık altında da diğer göstergelerle paralel olarak borç yükü artmaktadır. Türkiye’nin toplam dış borç stoku 2002 sonunda yaklaşık 130 milyar dolardı ve dış borç GSYH’nin %54.4’üne tekabül ediyordu. 2022 yılı itibariyle dış borç toplamı 450 milyar dolara yükselmiş, dış borcun GSYH’ya oranı da %57 olmuştur. Tablo 4 incelendiğinde özel sektör ağırlıklı bir dış borç artışı dikkati çekmektedir.
Tablo 4: Yıllara Göre Toplam Brüt Dış Borç Stoku (Milyar $)
Kaynak: T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı
Diğer yandan kısa vadeli dış borçlarda da sıkıntılı bir durum yaşanmaktadır. 2022 Ocak sonu itibarıyla kısa vadeli dış borç stoku 173,7 milyar dolar seviyesine gelmiştir. Bu durum 2022 yılının iktisadi açıdan zorlu geçeceğinin bir başka işaretidir.
Son olarak da Gayrisafi Milli Hâsıla (GSMH) ile Mili Gelir durumuna bir göz atalım. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 3.608 dolar iken Tablo 5’te de görüldüğü üzere 2013 yılında 12.582 dolara yükseltilebilmişti. Bu Türkiye’de refah seviyesinin yaklaşık 4 kart arttığını ve hayat standardının yükseldiğini açıkça gösteriyordu. Buradan geriye dönüş olmamakla birlikte sonraki dönemde bu durumun korunamadığı da bir vakıadır.
Tablo 5: Kişi Başına Düşen GSYH (ABD $)
Kaynak: TÜİK
Diğer yandan ülke genelini alakadar eden GSYH rakamları da önemli göstergelerden birisini teşkil etmektedir. Vakıa Türkiye dünyada G20 olarak adlandırılan 20 büyük ekonomi içerisinde yer almaktadır ancak son dönemdeki döviz kuru artışları Türkiye’nin sırasını geriye itmektedir. Tablo 6’da Türkiye’nin 22. Sıraya gerilediği görülmektedir.
Tablo 6: Dünyanın En Büyük Ekonomileri GSYH Sıralaması-2022 (Trilyon $)
Kaynak: IMF
Her ne kadar satın alma gücü paritesi üzerinden yapılan sıralamada 2021 yılı değerleriyle Türkiye 11. Sırada gözükse de nominal dolar değerlemesinde dışarıda kalmaktadır. Bunun sebebi de doların normal olmayan bir tarzda değer kazanmasıdır. Bu normal olmayan tarz ülkemizin muhatap olduğu siyasi ablukaları ve iktisadi ambargolarla birlikte yarışta ben de varım diyen yeni ülkelerin varlığını da göstermektedir.
Sonuç, Türkiye’nin iktisadi açıdan en zor yılı olan 2022, siyasi açıdan bir dönüm noktası olan 2023 seçimlerinin akıbetini de büyük ölçüde tayin edecektir. Siyasi iktidar için zor bir imtihandır fakat Türkiye’nin aydınlık geleceği için bir mânia değildir. Türkiye güçlenerek yoluna devam edecektir.
[1] Câri işlemler dengesi olarak da tanımlanan câri denge, ödemeler dengesi bilançosunun dış ticaret, hizmet alım-satımları, yatırım gelirleri ve câri transfer dengelerinin toplamından meydana gelir. Bir ülkenin câri işlemlerden elde ettiği gelirler, câri işlemlere yapılan giderlerden daha büyükse bu durum câri fazla, daha küçükse câri açık olarak ifade edilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
R. TAYYİP ERDOĞAN’IN İBRESİ YÜKSELİYOR
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş, dünya siyasetinde öncelikleri değiştirdi. ABD liderliğindeki Batı ittifakı husumet önceliğini Rusya’ya çevirdi. Türkiye ikinci plânda kaldı. Hatta Batı ittifakı Türkiye ile müttefikliğini yeniden hatırladı, Rusya ile takıştırmaya yönelik taktikler denedi, sahte gülüşlerle hayırhahımız olduğuna dair işaretler verdi. Ama Türkiye Batı ittifakının kendisine biçtiği rolü değil, kendi siyasi aklının gereğini yaparak “aktif tarafsızlık” stratejisini tercih etti. Savaşan her iki tarafın da komşusu olduğunu, binaenaleyh her iki tarafla da dostluğunu sürdüreceğini, savaşın durdurulması için gayret göstereceğini ifade etti. Barışın kaybedeni yoktur, “aslah tarik musalahadır” diyerek kamplaşmalarda tarafsız kaldı.
Türkiye’nin bu tavrı hem Rusya’dan hem de Ukrayna’dan destek gördü. Nitekim Rusya ve Ukrayna müzakere masasını 10 Mart 2022 tarihinde Antalya’da kurarken her iki ülkenin dışişleri bakanları müzakerelere Türkiye’nin de iştirakini talep ettiler. Bu gelişme adeta bundan sonra yapılacak müzakerelerin adresini de belli etmişti. Bu sebeple “Türkiye’ye minnet duyan” iki ülkenin 30 Mart 2022 tarihinde müzakere masasını İstanbul Dolmabahçe Sarayında kurması kimseyi şaşırtmadı.
Ama müzakerelerin başlangıcında Recep Tayyip Erdoğan’ın müzakerecilere hitabının Rus ve Ukrayna delegeleri tarafından ayakta alkışlanması epey bir sükse yaptı. Batı dünyasında kıskançlıkla izlenen bu durum Türkiye’de muhalefet cephesinde duygu karışıklığına sebep oldu. Hâdiseyi nasıl değerlendireceklerini bilemediler. Oysa mesele gayet basitti. Dışı eli, içi de içeriden bazılarını yakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iki kimliği vardı. Birincisi ve herkesi alâkadar eden en önemlisi Cumhurbaşkanı kimliğiydi ve o kimlikle Türkiye Cumhuriyeti’ni ve hepimizi temsil ediyordu. Alkışlar da Türkiye’nin cumhurbaşkanına idi. Bundan muhalif-muvafık herkesin memnun olması gerekirdi. Zira Türkiye doğru bir siyaset ve strateji takip ediyor, kendi siyasi aklını kullanıyordu. Çok şükür ki öyle yapıyordu. Elbette bu strateji, seçimle gelen ve milli iradeyi temsil eden siyasi iktidarın “ortak aklı” kullanmasının bir neticesi idi. Tayyip Erdoğan’ın ikinci kimliği ise temsil ettiği makamdan ayrı olarak özel şahsiyeti olup, hususi kimliğine muhabbet etmek veya etmemek bir tercih işiydi ve başka bir meseleydi.
Şu kadar var ki Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi kimliği ve temsil ettiği makam iç içe geçebilmektedir. Özellikle 2023 başkanlık seçimlerinde Cumhur İttifakı’nı temsilen yeniden aday olacağı önceden ilan edilmesi sebebiyle, ibresi yükselişe geçen Tayyip Erdoğan muhalefet cephesinde endişelere yol açmaktadır. Nitekim kamuoyu yoklamaları da bu yükselişi teyit etmektedir. Henüz cumhurbaşkanlığına aday çıkaramayan Millet İttifakı’nın işi biraz daha zorlaşmış gibi görünmektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
1915 ÇANAKKALE KÖPRÜSÜ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İstanbul Boğazından sonra Çanakkale Boğazına da pırlanta bir gerdanlık takıldı. İsmi, destanlaşan bir harbi, gırtlağımızı sıkmaya gelen düşmanların müthiş hezimetini çağrıştıran, renklerinden ayaklarına uzunluğundan genişliğine farklı farklı mânalar yüklenen “1915 Çanakkale Köprüsü” olarak konuldu. Dedem Korkut gelse, “soy soylasa, boy boylasa” idi adı yine aynı olurdu. Tarih derinliği ve şuuru olan bakış Çanakkale zaferinin 107 seneyi devriyesinde bize işte bunları söylüyor.
18 Mart 2017 tarihinde temeli atılan Çanakkale Köprüsü 18 Mart 2022’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hizmete açıldı. Köprü yapısı itibariyle birçok sembolleri de içerisinde barındırıyor. Lastik tekerlekli araçların geçebildiği köprünün orta açıklığı 2.023 m, toplam uzunluğu 3.563 m’dir. Bu orta açıklık uzunluğu ile köprü, dünyanın en uzun asma köprüsü unvanını ele geçirmiştir. Orta açıklığı cumhuriyetin 100. yılına atfen 2.023 metre olarak belirlenmiştir. Yan açıklıklar ve yaklaşım viyadüklerinin uzunluğu ile birlikte köprünün toplam uzunluğu 4.608 metredir. Köprünün kule yüksekliği 318 metre olup bu rakam 1915 Çanakkale Harbi’nin yapıldığı Mart ayının 18. Gününü sembolize etmektedir. Kulelerin üzerine Seyit Onbaşı‘nın savaş sırasında tek başına kaldırdığı top mermilerini temsilen 16 metre uzunluğunda mermi figürleri yerleştirilmiştir. Bununla köprünün toplam yüksekliği 334 metreye ulaşmıştır. Kulelerde Türk bayrağına atfen kırmızı ve beyaz renkler kullanılmıştır.
Dünyanın en değerli toprağını vatan yapan ve iki denizin kavşağındaki İstanbul’u payitaht eden ecdadımıza hayrul halef olan yeni nesiller elbette o şehrin boğazına inciden gerdanlıklar takacaklardı. Birinci köprü (Boğaziçi Köprüsü, daha sonra adı Şehitler Köprüsü oldu) Süleyman Demirel tarafından yaptırıldı ve 1973 yılında hizmete açıldı. Başta Bülent Ecevit olmak üzere sol çevrelerin “mutlu azınlığa köprü yapılıyor” muhalefeti unutuldu gitti. “Sel gider, kum kalır.”
İstanbul Boğazına ikinci köprü rahmetli Turgut Özal tarafından yaptırıldı. 29 Mayıs 1985’de temelleri atılan ve 3 Temmuz 1988 tarihinde hizmete açılan dünyanın en uzun 5. Köprüsünün adı “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” oldu. Boğaziçi köprüsüne karşı yapılan itirazların şiddeti, yaşanan mahcubiyetler sebebiyle olacak ki ikinci köprüde sönükleşmişti.
İstanbul Boğazına üçüncü köprü ise Recep Tayyip Erdoğan tarafından yaptırılmıştır. Asya ve Avrupa’yı üçüncü defa birleştirenYavuz Sultan Selim Köprüsü’nün temeli İstanbul’un fethinin 560. yıl dönümüne denk getirilerek 29 Mayıs 2013’te atılmıştır. Adını 9. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’den alan köprü, birçok özelliği bakımından Türkiye ve dünya mühendislik tarihi için büyük bir kilometre taşı olma niteliği taşımaktadır. Dünyanın en geniş köprüsü unvanını taşıyan Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 26 Ağustos 2016’da hizmete açılmıştır.
İstanbul Boğazı’nı denizin altından demiryolu ile geçen ve 2004 yılında temeli atılarak 2013 yılında hizmete açılan Marmaray Tüneli ile 2011 yılında temeli atılan ve 2016 yılında hizmete açılan Avrasya Tüneli de en az boğaz köprüleri kadar hayati önem taşımakla birlikte konu sınırlılığı açısından burada teferruat verilmemiştir.
Yukarıda arz edilen muhteşem tablo ve gür sedanın yanında sinek vızıltısı kabilinden bazı sesler de işitiliyor ki, bu sesleri ne zaman duysam işlerin yolunda gittiğinin işareti sayarım. Bu sadece bana ait bir kanaat da değildir, zira bu “sivrisinekleri” memleketimizde bilmeyen yoktur. Bu sivrisineklerin kim olduğunu merak edenler yakın dönem gazete arşivlerini tarayabilirler. Memlekette taş üstüne taş konulsa hemen birilerinin “alerjik reaksiyonları” nükseder. Peki, bunlar niye görmezden gelinmez denilemiyor, zira hak etmedikleri konumlarda bulunuyorlar ve temsil ettikleri makamlar önemsiz değil.
Sadece bir misal zikredip gerisini merak edenlere bırakmak istiyorum. Bugün de aynı yerde duran, hesap ve hendeseden ziyade iflah olmaz bir ideolojik körlükle mâlul, müzmin muhalif kimliğini koruyan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin 1968 yılında Boğaz Köprüsü yapılmaması için “Boğaz Köprüsü, Türkiye ve İstanbul’un başına gelen en büyük felakettir” diyerek dava açmasını unutmayalım. Bu oda daha yakınlarda da Kanal İstanbul projesinin yapılmaması için dava açmıştı. Bu dava açmayı hafife almamak gerekir zira yargıdaki yoldaşları ile vaktiyle gayet güzel paslaşırlar, memleket hayrına yapılan her işi oradan iptal ettirirlerdi. Eh, papaza her gün yahni yedirmiyorlar.
Üstelik bu güruhun ölçüsü batıdır. Ne varsa örnek alınacak şey batıdadır. Paris’i, Roma’yı, Londra’yı anlata anlata bitiremezler. Yollarını, hava limanlarını, köprülerini, ışıltılı meydanlarını vs. dillerinden düşürmezler. Ülke insanlarına “bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam” tiplemesi yapan ve adeta “haşere” gibi bakan bu müstağriplerin halka hizmet gibi bir duygularının olmasını beklemek de beyhudedir. Bu sebeple Avrupa’yı kıskandıran hava limanları, köprüler, yollar, hastanenler, üniversiteler onlar için hep müttehemdir. Hizmette gözleri yoktur ama isim takmaya pek meraklıdırlar. “o köprünün adı Yavuz Selim olmamalıdır, havalimanın adı Atatürk olsun” gibi kenardan müdahil olmayı da ihmal etmezler.
Sadede gelecek olursak, ülkemiz istikbale emin adımlarla ilerlemektedir. Yapılan her köprü, yol, tünel, açılan her hava limanı, inşa edilen her hastane, her üniversite, geliştirilen her iha, siha, tiha teknolojisi geleceğin Türkiye’sini kurmada bir önemli adımdır. Sadece eser değil, teknoloji terakümüdür, ümitsizliği öldüren ve ümidi takviye eden bir nefhadır, bedeviyetten medeniyete geçiştir, gerisi laf-u güzaftır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ANTALYA DİPLOMASİ FORUMUYLA CEMRE AKDENİZ’E DÜŞTÜ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Antalya Diplomasi Forumu 2021 yılında kurulmuş olmasına rağmen belki ihtiyacın âcilliğinden olacak, uluslararası alanda oldukça yoğun bir teveccühe mazhar olmuş ve kendisinden bahsettirmeyi hak etmiştir. Biz de bu yazımızda adeta “beşikteyken konuşmaya başlayan” Antalya Diplomasi Forumu’nun ne mânaya geldiği üzerinde duracağız.
İkincisi gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’la siyasi baharın müjdecisi olan cemre Akdeniz’de suya düşmüştür. Dışişleri Bakanlığı tarafından organize edilen ve 11-13 Mart 2022 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirilen diplomasi formu bir formdan öte mânalar taşımaktadır. Küresel siyasetin nabzı daha önce hep Batı merkezlerinde atar; siyaset, medya, iş veya akademik çevrelerden o toplantılara iştirak eden kişiler de bunu bir iftihar vesilesi sayarak onu kendileri için bir ayrıcalık olarak takdim ederlerdi. Batı politikalarının demokrasi, insan hakları, çevre vb. ambalajlarda pazarlandığı bu toplantılar zımnen Batı üstünlüğünün berdevam olduğu intibaını uyandırırdı.
İşte Antalya Diplomasi Forumu dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin müzakere edildiği merkezlere bir yenisini ekleyerek adres doğrulaması yaptı. Zira dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin kısmı ekseri Türkiye coğrafyasının etrafında cereyan etmektedir. “Eski Dünya”nın kesişme noktasında yer alan Türkiye, enerji savaşlarından ticaret yollarına, medeniyetlerden dinlere kadar pek çok konuda tartışmaların kenarında veya uzağında değil tam da merkezinde yer almaktadır.
Nitekim Rusya’nın Ukrayna’yı işgal sürecindeki kutuplaşmada tarafsızlığını koruyan ve akıllı bir siyaset takip eden Türkiye, yanı-başındaki bu harpte aktif tarafsızlıkla barışın yanında olduğunu göstermiş ve her iki ülkenin de itimadını kazanmıştır. Müzakere için hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın Türkiye’yi tercih etmesi ve müzakereye Türk Dışişleri Bakanının da iştirak etmesini istemeleri yürütülen politikanın doğruluğunu göstermektedir.
Diğer taraftan Antalya Diplomasi Forumu pek çok farklı ülkelerden önemli sayıda siyasetçiyi, akademisyeni ve diplomatı da kendisine çekmiştir. Üç gün süren forumda önemli meseleler müzakere edilmiş, bunun yanında ikili görüşmeler yapılmıştır. Foruma iştirak analiz edildiğinde İslâm ülkelerinden ve Batı kibrinden rahatsız olan diğer ülkelerden daha fazla katılım olduğu, foruma kıskançlıkla bakan Batılı ülkelerden ise hem merak, hem de görüşlerini ifade için sınırlı sayıda iştirak olduğu görülmüştür.
İkinci Dünya Harbi galiplerinin kurguladığı dünya siyasetinin sürdürülemez olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış, iki kutuplu ve tek kutuplu dünya dayatmalarının beyhudeliği iyice anlaşılmıştır. Türkiye bir taraftan “Dünya Beşten Büyüktür” diyerek Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesini istemekte, diğer yandan da ihtilafların hallinde silah yerine diplomasi ve müzakere masasının daha isabetli olduğu fikrini savunmaktadır. Bu dostça yaklaşım gün geçtikçe daha fazla taraftar toplayacak ve belki de üçüncü Antalya Diplomasi Forumu ile cemre Türkiye’de toprağa düşecektir. Ancak devletlerde zamanın saatin akrebi gibi devletlere göre döndüğünü de unutmamak ve acûl olmamak gerekir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
PUTİN YİNE SAHNEDE
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Putin yine sahnede ve hiç inmeyecekmiş gibi. BAKAD Günlükleri adlı kitabımızda Soljenitsin’in SSCB’nin dağılma arifesinde Gorbaçov’a önerdiği “SSCB’nin kontrollü dağılması” olarak tanımladığı “Rusya’yı Kurtarma” plânının detaylarını vermiştik. Putin için bir nevi vasiyet olan ve 18 Eylül 1990 yılında Moskova’da yayımlanan Literaturnaya Gazeta’daki makalesinde Soljenitsin, kanlı ve savaşa dayalı bir dağılma tehlikesinin Rusya’yı Knezliğe çekeceği tehdidine karşı şöyle bir strateji önermekteydi. “Mademki SSCB bölünerek çökmeye mahkûmdur, mademki başka çaresi yoktur, o zaman kafamızı boşuna yormayalım. Önemli olan bu bölünmenin faturasını asgariye indirmektir. İşte kanaatimce şunu derhal, çekinmeden ilan etmeliyiz. Üç Baltık cumhuriyeti, üç Kafkasya cumhuriyeti, dört Asya Cumhuriyeti ve Moldavya, evet bu 11 cumhuriyet kesin olarak ayrılacaklardır. Kazaklar da yoğun olarak yaşadıkları bölge sınırları içinde isterlerse ayrılabilirler. Ve yalnız bu 12 cumhuriyet dışında kalan arazi, işte asıl Rus toprakları (Rus kelimesi yüzyıllar boyu Ukraynalılar, Ruslar ve Beyaz Rusların ortak adıydı) ki,18. Yüzyıldan başlayarak Rusya diye tesmiye olunmuştur. Şimdiyse Rusya Birliği demek daha doğru olacaktır.”
Soljenitsin Osmanlı Devleti gibi savaşarak dağılan bir Sovyet imparatorluğunun payına ancak Moskova-Petersburg hattında bir knezlik düşeceğini gördüğü için, “kontrollü bir dağılma” plânı uygulamasından bahsederek bugünkü Rusya Federasyonu’na ilave olarak Ukrayna, Belarus ve Kazakistan’ın Rus yoğun kesimlerini içerde tutacak bir plânda ısrar etmişti.
Görüldüğü üzere Soljenitsin bugünkü Rusya Federasyonu’nu, Belarus ve Ukrayna ve Kazakistan’ın Rusların yoğun olduğu bölgelerini birlikte ve bir devlet çatısı altında düşünmektedir. Ayrılma sürecinin behemehal uygulanmasını, hatta bu 12’liden ayrılmak istemeyenlerin de zorla ayrılmasını tavsiye ederken dikkate aldığı husus, kan ve şiddetin Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’de olduğu gibi SSCB’yi atomize etmesini engellemek, özellikle Rus boyunduruğu altında kalan Müslüman, Türk ve akraba milletlerin istiklâliyetine fırsat vermemek ve kontrollü şekilde Rusya’nın varlığını garantiye almaktı. Bu plânın garantiye almaya çalıştığı çok önemli diğer bir husus ise Rusya’nın hayatiyetini sağlayan ve can damarını teşkil eden petrol, gaz ve diğer yeraltı zenginliklerini ki -bunların neredeyse tamamı Türk veya Müslüman milletlerin yaşadığı bölgelerden çıkarılmaktadır- elinde tutmaktı.
Putin, 2000 yılında Rusya Federasyonu’nun başına geçtiğinde önce selefi Boris Yeltsin’le bağımsızlık antlaşması imzalayan Çeçenistan Devlet Başkanı Çahar Dudayev’i suikastla ortadan kaldırmış ve Çeçenistan’ı yerle bir ederek yüksek sesle bağımsızlık talebinde bulunan Dağıstan, Tataristan, Başkurdistan ve Yâkutistan’a gözdağı vermiştir. Daha sonra ABD’de yaşayan Aleksandr İsayeviç Soljenitsin’i Moskova’ya getirerek devlet nişanı vermiş ve O’nun SSCB’nin dağılma plânının doğru olduğunu ancak o dönemde Rusya’nın zayıf olduğu için ABD ve Avrupa’nın zorlaması ile Rus halklarından olan Ukrayna ve Belarus’tan vazgeçmek zorunda kaldıklarını ifade etmiştir. Burada verilen mesaj açıktır. Ukrayna, Belarus ve muhtemelen Kazakistan’ın yarısı tehlikededir.
Putin fırsat eline geçtiğinde bu ülkeleri işgalden çekinmeyecektir. Nitekim bu ülkelerde zaman zaman ortaya çıkan huzursuzluklar, kargaşa ortamları bunun işaretlerini vermektedir. Dün Ukrayna’dan koparılan Kırım Rusya’ya ilhak edilmişti, bugün yine Ukrayna’dan koparılan Donetsk ve Lugansk’ın bağımsızlığının Rusya tarafından tanınacağı ilan edilmiştir. Putin bu bölgelerin Rusya’dan koparılarak oluşturulduğunu, hatta Ukrayna adında bir devletin de Lenin tarafından kurulduğunu, daha önce olmadığını ifade ile bu sayfanın henüz kapanmadığını ifade etmiştir.
İşte bu sebeple biz istihbarat geçmişinin pratiğinde pişen, Almanya’nın bütünleşmesine şahit olan ve ikinci bir dağılma dönemecinde Rusya’nın başına geçerek ülkesini derleyip toparlayan ve 2036 yılına kadar Kremlin’de oturmayı garantileyen Putin’i daha çok konuşacağız.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE’DE HAYAT NEDEN PAHALANIYOR?
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
2021 Kasım’ında Türkiye normal olmayan bir iktisadi gelişme yaşadı. Aniden Dolar kuru yaklaşık 8 TL’den 18 TL’ye sıçradı. Bu ani sıçramayı açıklayacak ciddi bir iktisadi hareket bulunmuyordu. Bu ani sıçramayı Hükümetin enflasyonla mücadele stratejisinin hatalı olmasıyla izah etmek mümkün değildir. Nitekim Cumhurbaşkanı karşı bir harekâtla bir gecede ABD Dolarını 18 TL’den 12 TL’ye düşürebilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki mesele iktisadi olmaktan ziyade sosyo-psikolojik çökertme harekâtıdır ve arkasında kimlerin olduğu meçhul değildir.
Meselenin arka plânına bakıldığında ABD başkanı Joe Biden’in başkan olmadan önce yaptığı “Türkiye’de iktidarı devirme” plânından başlamak üzere ABD ve müttefiklerinin Türkiye’de Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ı “diktatör” olarak hedef tahtasına oturtmaları ve güya Türkiye’nin iyiliğini düşünüyormuş gibi bir tavırlarla darbe teşebbüsleri ile muvaffak olamadıkları amaçlarına başka araçları kullanarak ulaşma çabaları olduğu açıkça görülmektedir. Bu “başka araçların” başında Türkiye’yi iktisaden çökertmeye çalışmak, muhalefeti örgütleyerek tek çatı altında birleştirmek, mahalli idare seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin önemli bir kısmını AK Partinin kaybetmesi sebebiyle “Erdoğan iktidarı artık sona yaklaşıyor” propagandalarını ABD ve Avrupa başkentlerinde bildik düşünce kuruluşları vasıtasıyla yaymak gelmektedir.
ABD’nin savunma sanayimiz ile mali sistemimizi hedef alan katsa (CAATSA) yaptırımları devam etmekte, F35 savaş uçağı ortaklığından çıkarıldığımız gibi, bedelini ödeyerek satın aldığımız F35’ler de bize verilmemektedir. ABD ve müttefikleri Türkiye’nin savunma sanayii başta olmak üzere yüksek teknoloji gerektiren alımlarını engellemeye çalışmakta, Suriye ve Irak’ta PKK ve PYD/YPG’yi destekleyerek Türkiye’ye karşı kullanmaktadır. Yunan ve Rumlara arka çıkarak Türkiye’yi Mavi Vatan’ın dışına itmeye çalışmaktadır. Karabağ ve Libya’da Türkiye’nin oynadığı rol onları hepten çileden çıkarmıştır. Tüm bunlar ABD ve müttefiklerinin neden iktidardan hazzetmediklerini ortaya koymaktadır.
AK Parti’nin beceriksizliklerine gelince, halkın öfkesini çeken memur alımlarında hakkaniyet yerine “mülakat” adıyla yandaşlarından başka kimseye fırsat tanımaması, ehliyet ve liyakat yerine parti sadakatini koyması, halkla bağlarını zayıflatması, müdahin ve dalkavukların meydan alması, tenkit ve eleştirilere kulağını kapaması, halkın yerine işadamlarını ve esnaf kesimini öncelemesi gibi parti yetkililerinin de gayet iyi bildiği bir yığın mesele sayılabilir.
İşin siyasi tarafına gelince Millet İttifakı adı altında seçim ittifakına giden muhalefetin içinde AK Partiden ayrılan eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu ile eski bakanlardan Ali Babacan’ın da bulunması, daha önce AK Parti kurucularıyla yol yürümüş olan Temel Karamollaoğlu’nun mevcudiyeti ibretliktir ve R. Tayyip Erdoğan’nın başarısızlık hanesine yazılan puanlardır. Neticede halk nezdinde %20 civarında teveccühe mazhar olabilen CHP, Erdoğan’ın yanında tutamadıklarını da yanına alarak şimdi millete umut olmaya çalışmaktadır. Millet ittifakına Batı siyasetinden ciddi destekler sağlanmakta, İstanbul’u yönetemeyen Ekrem İmamoğlu’na Batı başkentlerinden 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylık teşvikleri yapılmaktadır.
İşin tuhaf yanı Millet İttifakının halka en büyük vaadi de “güçlendirilmiş” denilerek parlamenter sisteme geri dönmedir. Yıllarca milletin canını yakan ve siyasi istikrasızlığın kaynağı olan iki başlı yönetimi parlatmaya çalışmak mevcut muhalefetin ülke idaresinde projesi olmadığını ortaya koymak demektir. Bu hususu önceki yazılarımda ele aldığım için burada tekrar detayına girmiyorum.
Evet, Türkiye’de hayat pahalanmıştır. Bunda birinci sorumlu siyasi iktidar olmakla birlikte, iktidar değişikliği özleminde olan uluslararası güçlerin payı da yabana atılmamalıdır. Oyun büyüktür. İktidar iktisat üzerinden vurulmak istenilmektedir. Siyasi iktidarın bakan ve başkan değiştirmekle, istatistiki verilerle oynayarak enflasyonu düşük göstermekle bu iktisadi krizi çözmesi mümkün değildir. Siyasi iktidarın temel gıdada KDV oranını %8’den %1’e düşürmesi doğru bir harekettir ancak bin türlü cambazlıklarla bu indirimi fiyatlara yansıtmayan esnafların da bu işte büyük vebali vardır. Piyasa onların insafına bırakılmamalıdır. Toplum kesimlerini esnaf üzerinden okumaya çalışan ve siyaseti “esnaf ziyareti” olarak algılayan siyasetçilerin kulakları çınlasın.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE’NİN MÜLTECİ POLİTİKASI; BIRAKINIZ GELSİNLER, BIRAKMAYIZ GİTSİNLER
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler sonucu dünya adeta büyük bir şehre dönüştü. Ülkelerdeki hayat standardı, zenginlik-fakirlik, gelişmişlik, geri kalmışlık, iç harpler, terör, despot yönetimler, insanca yaşama gibi pek çok konuda insanlar kolayca fikir sahibi olmaya başladı. Özellikle Batılı ülkelerin sömürüsü, hâkimiyetlerini devam ettirmek için çıkardıkları iç harpler, icad edilen ve çok yönlü olarak kullanılan terör örgütleri büyük bir göç hareketini tetikledi. Yaşadığı ülkede can korkusu yaşayan, gelecekle ilgili umutlarını yitiren, insanca bir hayata özlem duyan pek çok insan hayat standardı yüksek, can ve mal emniyetinin olduğu gelişmiş ülkelere gitmenin yollarını armaya başladı.
İkinci Dünya Harbi mağdurlarının kısmı azamı Hıristiyan veya Yahudi olduğu için o dönemde çıkarılan “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi” gerçekten mültecilere çok iyi imkânlar sağlamaktaydı. Ancak aynı sözleşme hükümleri Sovyetlerin dağılmasından sonra “terörist ve düşman” olarak yaftalanan, ülkeleri işgal edilen, iç harplere maruz bırakılan Müslümanlar için uygulanmak istenilmedi. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen ve daha pek çok İslâm ülkesinde çıkardıkları kargaşa ve kaostan kaçan insanlara kendi yaptıkları anlaşma hükümlerini uygulamamak için bin dereden su getirmeye başladı.
Avrupa ülkelerinin göçmen politikası temelde Müslümanların Avrupa’ya girişine her ne şekilde olursa olsun engel olmak şeklinde belirlenmiştir. Ancak Cenevre Sözleşmesi onlar için ortadan kaldıramadıkları uluslararası bir hukuki belge olarak ortada durmaktadır. Bunu geçersiz kılmak için politikalar geliştirmeye başladılar. Bu politikaların birincisi sınırları tahkim ederek, fiziki engeller, tel örgüler ve güvenlik güçleri ile mültecileri caydırmak. İkincisi, göçü kaynağında durdurmak için ülkelerle anlaşmalar yapmak. Üçüncüsü ise bir şekilde ülkelerine giren Müslümanları belirli kamplarda sefalete mahkûm ederek, geldiklerine bin pişman etmek.
Türkiye gerek iç harplerle istikrarsızlaştırılan coğrafyanın merkezinde olması, gerekse Avrupa’ya geçiş güzergâhı olması sebebiyle yoğun bir göç dalgasına maruz kaldı. Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere tüm iç harplerin yaşandığı İslam ülkelerinden yola çıkan mültecilerin adeta hücumuna uğradı. Mültecilerin hedefi öncelikle Türkiye değildi. Onlar Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine gitmek istiyorlardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin eline muazzam bir dış politika kartı da vermiş oluyordu. Zira Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye’ye sadece Avrupa’dan gelenler “mülteci” olarak kabul edilebilirdi. Suriye, Irak, İran, Afganistan veya diğer ülkelerden gelenler mülteci sıfatını haiz olmadıkları için Türkiye’nin bu insanlara karşı herhangi bir hukuki sorumluluğu yoktu. Bu sebeple ülkemize girenlere mülteci denilemezdi, nitekim onlar için “geçici misafir” “sığınmacı” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı.
Peki, Türkiye Avrupa’ya yönelen bu yeni “kavimler göçünü” doğru yönetebildi mi? Maalesef ki hayır. Avrupa ülkelerini dehşete düşüren göçmen istilasına karşı göçmen deposu olmayı kabul etti. Hem de uluslararası diplomatik kartın adını değiştirerek, yanlış bir şekilde “ensar” rolüne bürünerek heba etti. Daha da kötüsü Avrupa Birliği ile “Geri Kabul Anlaşması” imzaladı. Alman Şansölyesi Merkel ülkesini ve patronluğunu yaptığı Avrupa Birliği’ni göçmen istilasından kurtardı. Karşılığında bize sadece vaat ve yalanların dışında hiçbir şey vermedi. AB’de serbest dolaşım vaadi yalan çıktı, iki sene içinde altı milyar avro yardım yalan çıktı. Ama Avrupa ve Almanya o zamanki göğüsleyemeyeceği göç istilasından yakasını sıyırdı. Türkiye ise hedef ülke konumuna düştü. AB “Geri Kabul Anlaşması” ile ülkelerine gelen ve ihtiyaç duydukları vasıflı elemanları içeri alırken, diğerlerini Türkiye’ye itme hakkını kazandı.
Türkiye İçişleri Bakanı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı sunuş yazısında Türkiye’nin göç politikasını şöyle tarif ediyordu: “Türkiye, göç krizinin başından itibaren ortaya koyduğu irade ve uyguladığı açık kapı politikasıyla göçü yönetme noktasında ciddi bir başarıya imza atmıştır. Göçün hem ekonomik hem sosyal maliyetini deyim yerindeyse tek başına yüklenen ülkemiz, tarihinden gelen tecrübesini bu konuda etkin şekilde kullanmış ve komşusu olduğu coğrafyada yaşanan gelişmelere sadece maddi açıdan değil insani açıdan da yaklaşarak 21.yüzyılın medeniyet değerleri için tek başına bir yüz akı olmuştur.” Evet bu tablo bir iftihar vesilesi olabilir ama kesinlikle iyi bir uluslararası politika anlayışı değildir. Dahiliye ve Hariciye bakanlıklarının ortak bir siyaset kurgulayamadıklarının bir işaretidir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Stratejik Plânında Ülkemize gelen 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı için enteresan bir tespit de yapılmakta, “Türkiye’nin artan ekonomik gücünün ülkemize yönelik göç hareketleri için bir çekim unsuru” olduğundan bahsedilerek, “daha önce göç hareketleri açısından ülkemiz bir geçiş ülkesi konumunda iken; artan ekonomik gücü ve istikrarıyla birlikte yabancılar tarafından giderek hedef ülke konumuna geldiği” ifade edilmektedir. Bu ifadeler yine bir övünme vesilesi olabilir ama beynelmilel siyaset açısından bir davet gibi de algılanabilir veya algılatılabilir. Bu da daha fazla yabancının gelmesi demektir.
Dünyada göç hareketleri henüz doruk noktasına ulaşmamıştır. Türkiye nüfusu kadar bir insan seli akmaya hazır beklemekte iken, Türkiye’nin ciddi bir göç idare politikası maalesef bulunmamaktadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı incelendiğinde strateji bir yana doğru dürüst bir PESTLE analizi ve SWOT analizinin bile yapılamadığı açıkça görülmektedir. Göçün haklı olarak hedefi olan ABD ve AB ülkeleri mültecilerden kurtulmak için politikalar geliştirirken, Türkiye’yi göçmen deposu yapma niyetlerine sâfiyane çanak tutmak anlaşılır bir siyaset değildir. Bugün başta petrol, doğal gaz ve stratejik önemi haiz madenleri sömürülen, bu uğurda iç savaşlar çıkarılan, terörist gruplar üzerinden terbiye edilmeye çalışılan Müslümanların bu işin faili olan Avrupa ve ABD’ye göçlerini kuvvetle destelemek gerekirken dalgakıranlık yapmak ancak “bırakınız gelsinler, bırakmayız gitsinler” garip politikasıyla isimlendirilebilir.
Uyandığınızda ise “ba’de harab-ül Basra” olur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler