HAYVAN KATLİAMINDAN YENİ APİS ÖKÜZÜNE HAYVAN HAKLARI

Prof. Dr. Mahmut Bozan
Epey bir zamandır medyada hayvanlarla ilgili kötü haberler öne çıkmaya başladı. Ekseriyetle de hayvanlara yapılan bed muameleler, işkence ve telefat haberleri sıklıkla işlenmektedir. Meseleyi nasıl değerlendirmek gerekir. Hayvan “mal” mı, yoksa “can” mı üzerinden yapılan tartışmalar TBMM’nin gündemine giren kanun tasarısına nasıl yansır, bu yazıda bu konuya mercek tutmaya çalışacağız.
Öncelikle ait olduğumuz inanç ve kültür değerleri açısından hayvan neye tekabül eder ona bakalım. Değerlerimizin en yaygın dillerinden biri olan Yunus Emre “Yaradılanı hoşgör, Yaradandan ötürü” demiş. Bu ifade bizim tüm mahlûkata karşı bakış açımızın ne olması gerektiğini anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak yaradılanların bir sıralaması da vardır elbette. İnsan, “eşrefi mahlûkat” olarak en üstte yer alır. Daha sonra hayvanlar, sonra bitkiler en sonrada cansız varlıklar gelmektedir. Bu genel sıralamada “mahlûkatın en şereflisi” olarak tanımlanan insan eğer özelliklerini kaybederse hayvandan daha aşağıya düşebilir ki bunun örneklerini ilerideki satırlarda zikredeceğiz.
Peki, varlık sıralamasında en üstte olan insan diğer varlıklar üzerinde nasıl bir tasarruf yetkisi kullanacaktır? Özellikle can ve his sahibi hayvanlara istediği gibi davranabilir mi? Meseleyi beşeriyet ve İslâmiyet açısından değerlendirdiğimizde insanların bu dünyada yaşayabilmelerinin hayvan varlığına bağlı olduğunu, hayvan varlığının da bitki varlığına, onun da yerküre ve fezadaki diğer cansızların varlığına bağlı olduğunu görürüz. Allah kâinatı öyle âhenkli bir şekilde yaratmış ki bu ekosistemde var olabilmemiz için değil hayvan ve bitkileri belki toprak, su ve havayı da korumak mecburiyetindeyiz. Ancak bu mecburiyet insanın emrine verilen diğer canlı ve cansız varlıklar üzerinde hiçbir tasarruf hakkının olmadığı mânasına da gelmiyor. Zaten bu mesele öylede anlaşılmıyor. Elbette insanlar hayvanların etinden, sütünden, derisinden ve sair uzuvlarından faydalanacaklar ve onları muhtelif hizmetlerinde de kullanacaklardır. Bu açıdan bakıldığında hayvanların bir nevi canlı robotlar gibi insanlara hizmet edebilecekleri, eğer “kuş dili” yani hayvan yetenekleri tam olarak bilinse çok geniş bir alanda insanlara yardım edebilecekleri anlaşılır. Nitekim günümüzde köpeklerin sadece bekçilik değil, tıptan asayişe kadar arama-kurtarma, narkotik, bomba arama, hatta hastalık teşhisi gibi pek çok alanda istihdam edildiği görülmektedir. Öyleyse tür ve sayı olarak insanlardan milyonlar kere fazla olan arıdan, kartala, sivrisinekten file, hamsiden balinaya kadar hayatı onlarsız düşünemediğimiz hayvanlara karşı nasıl davranacağız? Bu hususta biri ifrat, diğeri tefrit doğrusu da vasat olmak üzere üç anlayış ve davranış tarzı bulunmaktadır.
Birincisi vasat yani orta yoldur. Aynı zamanda doğru olan bu yol, hayvanlara bizim Yunusumuz gibi bakmak, hayvanlara eziyet ve işkence etmemek, onların hayat hakkına tecavüz etmemek, bilakis yerkürede onların da yaşama hakları olduğuna inanmaktır. Bu çerçevede yabani hayvanların korunması, avlanmalarında devletin belirlemiş olduğu kurallara riayet edilmesi, bunlardan hatalı olduğu düşünülen hususlara karşı da iyileştirme için faaliyet gösterilmesi, bazı türlerin ekosistemden silinmemeleri için koruma tedbirleri alınması, yabani hayvan saldırılarına karşı tedbir alınması ilk akla gelenler olduğu gibi, kedi, köpek gibi yabani hayvanların akrabası olan ve evcilleştirilen hayvanların da haklarının korunması için hukuki düzenlemeler yapılması gerekir. Bu düzenlemeler hem hayvanların haklarını korumak, hem de hayvanlardan insanları korumak şeklinde olmalıdır. Özellikle eti, sütü ve yumurtası başta olmak üzere hemen hemen her şeyinden faydalandığımız hayvanlara karşı sorumluluklarımızın olduğu unutulmamalıdır.
İkinci anlayış ve davranış şekli hayvan haklarında ifrattır. İfratçılara veya hayvan haklarında aşırı gidenlere gelince, bu guruptakiler neredeyse hayvanlarla insanları eşit tutmaya kalkmakta, hayvanlara gösterdikleri ihtimamı insanlardan esirgemektedir. Bu gurubun tarihte ulaştığı nihai nokta eski Mısır’da tapılan apis öküzü ile günümüz Hindistan’ındaki kutsiyet isnad edilen inek statüsüdür. İfratçıların bir kısmı kurdukları dernekler vasıtasıyla önemli gelir kaynaklarına ulaşabilmekte, insanların merhamet damarını kullanarak kendilerine istikbal sağlamakta, reklamlarını da çağdaşlık, modernlik, çevrecilik gibi kavramlar üzerinden yapmaktadırlar. Bu hareketin topluma yansımaları içerisinde en bilinenleri vejetaryenlik ve veganlık gibi hayvan menşeli gıda ve giyim maddelerini kullanmama hareketidir. İşin garip yanı bu hareketin öncülerini (The Vegan Society‘nin kurucularından Donald Watson’a haksızlık etmeden) bir iki asır geriye götürdüğümüzde İngiliz atalarının dünya sömürüsünde neredeyse hayvan türlerini yol edecek bir kıyımın baş sorumluları oldukları gerçeğidir. Yukarıdaki resim bizon başlarından yapılmış tepenin önünde poz veren şahsın Amerikan yerlisi değil, İngiliz işgalcisi olduğunu gösteriyor.
Bu resimle birlikte bir de tefritçilere göz atmak faydalı olabilir. Bu kesimdekiler ise insanı diğer canlılar ve özellikle hayvanlar üzerinde “tepe yırtıcı” olarak gören insanlardır. Bunlara göre hayat bir savaştır, güçlü olan yaşar, zayıf olan doğal seleksiyona uğrar, öldürülür, yok edilir ve hiçbir hakkı yoktur. Bu anlayış sahipleri için sade hayvanlar değil insanlar da tehlikededir; özellikle zayıflar, başka ırktan, başka inançtan olanlar. Nerede kaldı ki hayvanların bir hakkı olsun. Bu kesim kazanç ve hatta zevk ve eğlence uğruna Afrika’da, Amerika’da, Avusturalya’da, Hindistan’da ve gidebildikleri dünyanın her yerinde hayvan katliamları ile nice nesilleri yok ettiler ve bugün de ellerine her fırsat geçişte yok etmeye devam ediyorlar. Bu konuyla ilgili belgeseller ve yayınlar ciddi bir yekûn tuttuğu için detayına girmeye gerek yoktur.
Son olarak gelelim ülkemizin müşahhas hayvan hakları meselesine. TBMM’nin hayvan hakları ile ilgili bir kanun çıkarması normaldir ama bunu Meclis komisyonları sınırlılığından çıkarıp tüm toplum kesimlerinin görüşlerini alarak yapmaları isabetli olacaktır. Özetle görüşlerimizi söylemek gerekirse bu işin çok değil, tek sorumlusu olmalıdır. O da halka en yakın olan belediyelerdir. Belediyeler kesinlikle sokaklarda başıboş dolaşan köpeklere müsaade etmemeli, kısırlaştırma, tedavi, barınaklara toplama ve sair hizmetleri yerine getirmelidir. Başıboş hayvanları kısırlaştırıp aldığı yere iade kolaycılığına kaçmamalı ve kaçamamalıdır. Çünkü ülkemizde sokak hayvanları ile ilgili pek çok mesele bulunmakla birlikte en çok tartışma başıboş köpekler üzerinden çıkmaktadır. Ya başıboş sokak köpekleri insanlara saldırmakta veya tersi olmakta, bazı insanlar hayvanlara eziyet ve işkence etmekte, hatta öldürmektedir. Ayrıca daracık mekânlarda kocaman köpeklere mahkûm hayatı yaşatan ve meskûn mahallerin huzurunu kaçıran müstağrip nevzuhurlara da hürriyetlerinin bir sınırı olduğunun hatırlatılması gerekir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
MESELE BOĞAZİÇİNE REKTÖR ATAMA DEĞİL, SEN HÂLÂ ANLAMADIN MI?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Meselenin özü 02 Ocak 2021 tarihinde 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun 13 üncü maddesi ile 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 2., 3. ve 7. maddeleri gereğince, Cumhurbaşkanı R: Tayyip Erdoğan tarafından Prof. Dr. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanması üzerinden ortaya çıkarılmak istenen sokak hareketidir. Böyle bir sokak hareketini kimler, ne için çıkarmak istiyorlar? Bu hareket mâsum bir gösteri hakkının kullanılması mıdır veya daha fazlası mıdır? Bu hareket bilim aşkından, akademik hürriyetlerin koruma hassasiyetinden mi yoksa bilimin halk nezdindeki itibarının istismar için elverişli bulunmasından mı kaynaklanmaktadır? Bu yazı bu hususlara açıklık getirmek için kaleme alınmıştır.
Öncelikle üniversitelerimizin serencamını özetlemek ve büyük resme bakmak meseleyi anlamak bakımından faydalı olacaktır. Türkiye, Osmanlı Devleti’nden devraldığı o zamanki adıyla Dâr-ül Fünunları yani üniversiteleri maalesef nüfus artış hızı ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmekte başarılı olamamıştır. 1923-1950 arası Cumhuriyet hükümetleri sadece bir üniversite açabilmiştir. Ancak akademik kadro ilk tırpanı da 1933 yılında yemiş, devrimlere destek vermediği gerekçesi ile İstanbul Dâr-ül Fünunundaki öğretim kadrosunun çoğu tasfiye edilmiştir. Dâr-ül Fünundan atılan 92 müderris ve yardımcısının (profesör ve doçent) akademik yetersizliğini hiçbir kimse iddia edemez. Bu da yetmemiş tüm akademik unvanlar ve kurum adları da bu “üniversite reformu” ile değiştirilmiştir. Bu çok şaşırtıcı da değildir zira tek partili totaliter idarenin devrim anlayışı teknik değil ideolojik, sosyolojik ve kültüreldir. Böylece akademi tek sesliliğe kavuşturulmuş, fikri ve vicdanı bir akademisyenlerden müteşekkil bir yapı ortaya çıkmıştır.
Çok partili hayata geçişten sonraki süreç incelendiğinde üniversitelerin ekseriyetle akademik çalışmalardan ziyade vesayetçi güç odaklarının ve darbecilerin akıl hocalığı yaptığı, yenilik, keşif, icat veya patent yerine milli iradeyle mücadele ettiği, ideolojik bir konumlanmayla fikir hürriyetini kısıtladığı görülür. Artan nüfusa paralel olarak yüksek öğrenim talebini karşılayacak sayıda üniversite açılması yerine öğrenim hakkını kısıtlayıcı politikalara ağırlık verilmiş, katsayı uygulaması, başörtüsü yasağı gibi uygulamalar ülkemizin beşeri sermayesinin yurt dışına kaçmasına yol açmıştır.
Turgut Özal’la birlikte vakıf üniversiteleri kurulmaya başlanmış ancak çağ nüfusunun yüksek öğrenim talebini karşılayacak sayıda üniversite açılması 2003 yılından sonra olmuştur.. Ancak bu genişleme ile “tabela üniversiteleri” tartışması başlamıştır. Anadolu’da açılan üniversiteler aşağılanmış, çoğu büyükşehirlerde öbeklenen, öğrenci yetiştirmekten ve ilmi çalışmalar yapmaktan ziyade siyasi iktidarla mücadele etmeyi yeğleyen bu kesimler, memleketin en zeki gençleri görev yaptıkları üniversitelere geldiği halde neden o üniversiteleri dünyanın ilk 100 üniversitesinin arasına sokamadıklarının hesabını vermemişlerdir. Kendilerini diğer gelişmiş ülke üniversiteleri ile değil yeni kurulan üniversitelerle mukayese etme kolaycılığına kaçmışlardır. Akademik kadro, bütçe imkânları ve alınan öğrenci başarısı hep göz ardı edilmiştir.
Bugün 209 üniversite ile yükseköğretimde sayısal hedefler büyük oranda yakalanmıştır. Artık nitelik ve kalite hiç mazeretsiz birinci hedeftir. Yeni açılan üniversiteler de akademik kadrolarını güçlendirmişler ve fiziki mekân ve altyapı sıkıntılarını büyük oranda aşmışlardır. Artık Yüksek Öğretim Kanununun güncellenmesi, YÖK’ün koordinatör birim olarak yeniden yapılanması, Üniversitelerarası Kurul’un bir akademik şûra hüviyetine kavuşması, üniversite yönetimlerinin gücü rektörde toplayan mevcut uygulama yerine, kuvvetler ayrılığı esasına göre düzenlenmesi yani rektörün sadece üniversite yönetim kurulu başkanı olarak yürütme alanı ile sınırlandırılıp üniversite senatosunun kendi başkanını seçmesi, akademik terfilerin liyakat esas alınarak yapılacağı bir sistem getirilmesi, üniversitelerin akredite olması, öğretim kalitesinin denetlenmesi üzerine mesai harcanması gerekir. Akademik terfi, teşvik ve yayın hususunda gerçekten iyileştirmelere ihtiyaç vardır.
Tekrar mevzuya dönecek olursak üniversitelere rektör tayin edilmesi hususunda mer’i mevzuatın uygulanmakta olduğunu görürüz. Boğaziçi Üniversitesi de aynı mevzuata tabi olup bir istisna teşkil etmemektedir. O halde çıkarılan gürültü nasıl izah edilebilir? Eğer “rektör atamaları yeniden düzenlensin, katılımcı bir anlayışla tüm paydaşların görüşü alınarak yapılsın” şeklinde bir öneri getirilecekse buna kimsenin bir diyeceği olmaz, herkesin fikrini beyan etme hürriyeti vardır. Yok eğer “Boğaziçi Üniversitesine mevcut mevzuat uygulanmasın” deniliyorsa bu hukuka da eşitlik kaidesine de aykırı “saçma” bir öneri olur. Ancak saçmalama hakkını kullanmak isteyenler de küçük düşme pahasına bu haklarını kullanabilirler. Üçüncü şık ise şu anda Boğaziçi Üniversitesi önünde yapıldığı şekliyle rektör atamasını bahane edip kargaşa çıkarmaya teşebbüs etmektir ki bu tehlikelidir. Pandemi sebebiyle üniversitelere gidemeyen talebelerin sadece İstanbul’da ve Boğaziçi Üniversitesinde “demokratik hak” kullanmaya koşmaları, aralarına kaos tulumbacılarının, terör gündelikçilerinin ve özellikle de muhalefet partisinden kaşıyıcıların katılması hayra alamet değildir. Biz bu oyunu gezi olaylarında da “çevrecilik” numarası üzerinden yaşamıştık. Ama bu yazıya başlık olan “Mesele Boğaziçine Rektör Atama Değil, Sen Hâlâ Anlamadın Mı?” paralelinde söylenen “Mesele Çevre, Ağaç Değil, Sen Hâlâ Anlamadın Mı?” sloganında sırıtıyordu. Mesele milli iradenin temsilcilerini sandıkta yenemeyeceğini anlayanların demokrasi ve hürriyet istismarı ile kaos çıkararak, sokak hareketlerini yaygınlaştırarak, belirli kesimleri ve özellikle üniversite talebelerini kışkırtarak ülkeyi yönetilemez hale getirme ve kendilerini çare olarak öne sürme operasyonudur. Bu fikrin ABD ve AB bağlantıları da vardır.
Azgın azınlığın kargaşa çıkarma teşebbüslerine âkıl çoğunluğun “sus” demesi bir vecibe olmuştur. Yoksa meydanı boş sananlar çeşitli vesilelerle gürültü çıkarmaktan vaz geçmeyeceklerdir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD YAYINEVİ İKİNCİ E-KİTABINI DA YAYINLADI
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği’nin 2019 yılında kurmuş olduğu BAKAD Yayınevi 2. e-kitabını da yayınladı. Kitapta 2014-2019 yılları arasında ABD’nin operasyon aracı olarak kullandığı bir taşeron yapı olan IŞİD inceleniyor. Esasen kitap akademik bir çalışma sonunda ortaya çıkmış. Kitabın yazarı emekli bir tarih öğretmeni olan Fatma Bozan. Kitap, yapılan bir yüksek lisans tezinden uyarlanmış. Kitapta en çok bilinen adıyla IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) tarihi kökleri, fikrî ve dinî dayanakları, dünyadaki hegemonik güç odaklarının bu örgütle ilişkileri ve taşeron olarak asimetrik harbin bir unsuru olarak kullanma taktikleri açısından masaya yatırılıyor. Ayrıca dini kimlik kullanan radikal örgütlerin İslâm dünyası için neden ve nasıl bir tehdide dönüştüğü, militan temininde itikat ve akidelerin nasıl çarpıtıldığı da dikkatlice analiz edilmiş. Kitapta, Sünni İslâm’ın hâmisi olan Osmanlı Devleti’nin zaafa uğraması ve dağılması ile Rafızi ve Selefi (Bâtıni ve Zâhiri) unsurların küresel güçler tarafından nasıl öne çıkarıldığı, İran ve Suudi Arabistan kutuplaştırması ile Sünnî İslâm’ın nasıl geriletilmeye çalışıldığı da etraflıca açıklanmış. Ve nihayet ABD’nin liderlik ettiği Batı ittifakının medya ve akademi dâhil pek çok unsuru kullanarak İslâm’ı kara propagandaya tabi tutması; terörle, şiddetle aynileştirilmeye çalışması, özellikle Hıristiyanların İslâm’la münasebetlerini baştan kesmek ve Müslüman olmalarını önlemek için İslâmofobi veya İslâm nefretini yaygınlaştırmaya çalışmasını da gözler önüne sermektedir. Kitabın hedef kitlesi sosyal medyayı ve interneti yaygın olarak kullanan üniversite gençliği olmakla birlikte tüm toplum kesimleri için faydalı olacağı düşünülmektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
AZERBAYCAN’IN ZAFERİ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
BAKAD Başkanı
SSCB’nin dağılma sürecinde (1988-1994) Rusya destekli Ermenistan güçlerinin Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ’ı işgal etmesi, katliamlar yaparak halkı göçe zorlaması ve orada kukla bir “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti !” kurması ile ortaya çıkan durum AGİT Minsk Grubu denilen ve zahirde tarafsız, gerçekte Ermenistan destekçisi Rusya, ABD ve Fransa’nın eş başkanlığında güya çözüme kavuşturulacaktı. Ancak aradan geçen zaman içinde Ermenistan geri çekilmediği gibi yeni işgal denemelerine bile girişti. Özellikle2018’de değişim vaadiyle iktidara gelen Başbakan NikolPaşinyan’ın Azerbeaycan’ın Tovuz bölgesine yaptığı saldırı ve son olarak 27 Eylül 2020 tarihli saldırısı üzerine Azerbaycan Ermenistan’a savaş ilan etmiştir.
Yıllarca Karabağ’da askeri yapılanmaya giden Ermenistan Rusya ve Batı desteği ile yine toprak koparacağını düşünürken karşısında profesyonel, teknolojik donanımı mükemmel ve azimli bir Azerbaycan ordusu bulmuştur. Dağlık Karabağ’daki askeri yığınak özellikle Türkiye’nin verdiği İHA ve SİHA’lar tarafından nokta atışlarla kuş gibi avlanmış, Rusya ve ABD’nin arabuluculuğunda yapılan ateşkes numaraları da Ermenistan’ı kurtaramamıştır. Türkiye açık bir şekilde Azerbaycan’ı haklı davasında desteklediğini ilan etmiş ve Azerbaycan’ın sahipsiz olmadığını tüm dünyaya göstermiştir. Rusya ise Kafkasya’daki stratejisine uygun biçimde savaş Karabağ’la sınırlı kaldığı müddetçe tarafsız kalacağını ilan ederek hem Batı yanlısı bulduğu Paşinyan’ı cezalandırmış hem de Kafkasya’daki Türkiye’nin de dâhil olduğu yeni güç dengesine razı olduğunu ortaya koymuştur.
10 Kasım2020 tarihinde yapılan ateşkes anlaşması ile Azerbaycan zaferini ilan etmiş, Ermenistan ise zillet içerisinde mağlubiyeti resmen kabul ederek Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’a iade etme sözü vermiştir. Azerbaycan 44 gün gibi kısa bir zamanda işgaldeki yedi şehirden beşini savaşla teslim almış, kalan ikisi ise birkaç hafta içinde teslim alınmak üzere anlaşma imzalanmıştır. Diğer bir önemli husus ise Azerbaycan-Nahcivan arasındaki bağlantı yolunun açılmasıdır.
Rusya bu savaşta Minsk grubunun diğer üyelerini bölgeye yaklaştırmadan meseleyi kendi patronajında çözme maharetini göstermiş, barış gücünü de tekeline alarak Türkiye’yi dışarda tutmanın hesabını yapmaktadır. Ancak Azerbaycan’ın da diretmesi ile anlaşma şartlarının yerine getirilme sürecinde Türkiye’nin varlığı kolay kolay reddedilemeyecektir.
Sonuç olarak bir asır önceki güç dengeleri değişmeye başlamıştır. Türkiye hem kendisi, hem de İslam dünyası için artık yükselen bir güçtür. Diğer İslâm ülkelerinin de bu kervana katılması, özellikle Arap dünyasındaki otoriter yöneticilerin bundan ders alması en büyük temennimizdir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD WEB SİTESİ YENİLENDİ
Web sayfamızda bir süredir devam eden arıza, yeni bir web sayfası tasarımı ile düzeltildi. Üyelerimiz ve izleyenlerimiz artık web sayfamızdan hem haber ve duyurularımızı takip edebilecekler hem de ülkemizi ilgilendiren konularla ilgili akademik yorum ve analizlere ulaşabileceklerdir. Yeni web sayfamızla ilgili görüş ve önerilerinizi bakad74@gmail.com adresi üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATI’NIN ALTIN VURUŞ ARAYIŞLARI

“Hâfızayı beşer nisyan ile mâluldür” ama devletlerin hâfızası olan tarih unutmaz, geçmişin vesikaları geleceğe ayna tutar. Kim dost, kim düşman; kim harbî, kim sinsi düşman hepsini gösterir. Merhum Âkif’in “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..” diyerek ibret almaya davet ettiği tarih, “okumuşlardan” ziyade Anadolu irfanının şaşmaz hafızasında nisyandan mâlul olmadan muhafaza edilmektedir. Anadolu irfanının temsilcileri olan bağında bahçesinde nafakası için çalışan sıradan bir vatandaşa hangi devletin dost, hangisinin düşman olduğu sorulsa kesinlikle doğru cevaba ulaşılabilir. “Ama o devletle filan yerde müttefikiz, ötekisi de katılmak istediğimiz falan ailenin üyesidir” gibi lafları “çarıklı erkânı harp” asla etmez.
Meseleye bir de dışarıdan bakmayı denersek, içerden bakışın sağlamasını da yapmış oluruz. Dışarıdan kasıt küresel siyasette güya birlikte olduğumuz veya olmayı devlet politikası yaptığımız devletlerdir. Bu “dost ve müttefik” olarak etiketlenen devletlerin ne kadar ve nereye kadar hayırhahımız oldukları neredeyse yaşanan her hâdisede açık ve seçik ortaya çıkmaktadır. Mesela Rusya, harbi ve açık düşmandır, ne bir ittifakta onlarla beraberiz ne de onlarla ortak bir gelecek inşa etme plânımız var, ama ABD ile NATO üzerinden neredeyse 70 yıldır güya dostuz ve de “sıkı” müttefikiz. Bu öyle bir dostluk ki, düşman başına demek gerekir. Türkiye’nin demokrasi serüveninde milli iradeye yapılan her darbede bu sıkı dost ve müttefiklerin bir yerden dahli vardır ve “bizim çocuklar başardı” cümlesi en bilinen örneğidir. Milli iradenin vesayet altına alınmasında, vesayetin kurumsallaştırılmasında, kendilerini değil de milletine kulak veren idarecilerin “bir şekilde” öldürülmesinde hep onların parmağı vardır. Dahası Türkiye “harbi ve açık” düşmanla karşı karşıya geldiğinde veya getirildiğinde bizimle değil düşmanla işbirliği yapması ve kaos çıkarma siyaseti de cabasıdır. Bu durum ABD’nin neredeyse milli siyaseti haline gelmiştir. 1964 yılında Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla yazmış olduğu mektup ile 09 Ekim 2019 tarihinde Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve “Türk ekonomisini mahvetmekten…” bahsettiği tehdit mektubu bunun en çok bilinenleridir.
Bir asır önce bizi “Orta Asya’ya sürme” siyaseti izleyen İngiliz ve Fransızlar da içine girmeye çalıştığımız Batı ailesinin çok “dost canlısı” üyeleridir. 2. Dünya Harbinde Almanya’ya bir ay bile dayanamayan ve daha çok yakınlarda ABD başkanı Trump’tan “Sizi kurtarmasaydık bugün Almanca konuşuyor olacaktınız” dediği Fransa, Akdeniz’in batı yakasından gelip doğusunda Türkiye’ye meydan okuma gafletinde bulunuyor. Bu arada Fransızların medarı iftiharları olan Napolyon Bonapart’a daha sonra asla iflah olamayacağı en ağır tokadı da 21 Mayıs 1799’da Osmanlı kale komutanı Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka Kalesi önünde attığını unutmayalım. Diğer taraftan bunların güya en serinkanlısı gibi duran Almanya ise “Doğu Akdeniz” restleşmesinde -ileri sürdükleri ve feda edilmesinden hiç de üzülmeyecekleri piyonları- Yunanistan’la Türkiye arasında bir yandan arabuluculuk yapıyormuş gibi davranırken perdenin önce arkasında daha sonra da perdenin önünde alenen Yunanistan’ın arkasında olduğunu ilan eder ve Türkiye’ye “yaptırım uygulama” tehditleri savurur. Bir de bunların yedeğe aldığı “kâselisleri” vardır. Asırlarca birlikte yaşadığımız ve kardeşlik hukuku uyguladığımız, fakat Osmanlı’nın vefatı ile ortada kalan ve Batı’nın sömürgesi haline gelen Basra Körfezine sıralanmış bir kısım fabrikasyon devletçikler de maalesef bize karşı İsrail ve Batı ile hulus birliği yaparlar.
Türkiye’nin anavatanı çevreleyen mavi vatandaki enerji kaynakları ile yükselişini hızlandırma ihtimalinden fevkalâde çekinen küresel oyuncular “Büyük Ortadoğu” dedikleri İslâm coğrafyasını dizayn etme siyasetinde bir altın vuruş fırsatı ararken bu kuşatılmışlıkta ne yazık ki içeriden de tenkitler eksik olmamaktadır. Türkiye gücünü arttırmadığı sürece her ne yaparsa yapsın Batı’nın bize karşı bakışı değişmeyecek, düşman azaltma ve dost arttırma önerileri semere vermeyecektir. Beynelmilel münasebetlerde “hak zıpırındır” diyen ve güçten başka araç tanımayanlara dostluk mesajları vermenin bir faydası olmayacaktır. Bu tavrı en son AB’nin dış ilişkiler temsilcisi Josep Borrell dillendirmiştir. Borrell Türkiye, Rusya ve Çin’i kastederek “eski imparatorluklar geri geliyor” beyanında bulunmuş, açıkça Türkiye’yi dost ve müttefik değil, düşman ve öteki olarak ilan etmiştir. Bu yeni duruma karşı AB’nin politika geliştirmesi ve tedbir alması gerektiğini söylemiştir. Nükleer gücü olan Çin ve Rusya çatılamayacak büyüklükte olduğu için “altın vuruş” niyetlerinin Türkiye’ye yöneldiği açıkça belli olmaktadır. Büyümeye fırsat vermeden, Osmanlı’nın azametine erişmeden gerekirse Yunanistan gibi bazı piyonları feda ederek “şah” çekmek. Ancak tarih Batı’nın “döner merdivenin aşağı inen tarafında” olduğunu söylüyor. Biz ve Asya ise merdivenin yukarı çıkan tarafındayız.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler