Sultan 5. Murad’ın torunu ve Osmanoğulları hanedanının aile reisi Osman Selahaddin Osmanoğlu
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Yavuz Sultan Selim Han’ın hilâfetle taçlandırdığı Osmanlı Devleti, İslâm âleminin şirazesi, Müslümanların dizildiği tesbihin imamesi, ehli salip başta olmak üzere tüm küffar hücumlarına karşı Müslümanların himayesi vazifesini deruhte ediyordu. Vakta ki o şiraze koptu, o ip kırıldı ve o himayeden feragat edildi, o zamandan beri tüm İslâm âlemi cihanşümul siyasetteki en büyük gücünü kaybetmiş oldu. Bizim için hüzün, Müslümanları sömürge idaresi altında tutan ehli salip ve bilumum ecnebiler için sevinç kaynağı oldu. Hilâfetin ilgası o günden bu güne kadar zaman zaman kanayan bir “iç yarası” olarak kaldı.
Hilâfet “kazara” kaldırılmamıştır. Büyük bir hesaplaşmanın sonunda, halkın rağmına olarak batılılaşma yolunda gözünü karartan bir ekip tarafından Türklerin İslâm’la ve Âlemi İslâm’la olan bağlarını kopartmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Hilâfetin ilgası için hazırlanan kanun teklifini vaktiyle Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye âzalığı da yapmış olan Câmî’ül-Ezher mezunu ve Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının vermesi, TBMM’de 158 mebustan Gümüşhane mebusu Mekteb-i Sultani mezunu Zeki Bey hariç hiçbir kimsenin karşı çıkmamış olması da ibretliktir. Hilâfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmanînin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına dair 03 Mart 1924 tarih ve 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesinde “Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.” denilmektedir. Bu karar milli iradenin kararı değil, milli iradeyi hiçe sayan mütegallibe bir zümrenin kararıdır. Zira o dönemin TBMM’si milli iradenin temsilcisi makamında olmayıp, tek parti diktatörlüğünün tasdikçisi kukla bir insan kalabalığından ibarettir. Ayrıca yargı da bağımsız değildir. Tek parti rejiminin İstiklâl Mahkemeleri[1]denilen ve hukuktan ziyade emirle hareket eden, her muhalif hareket ve hatta görüşü “Hıyaneti Vataniye” Kanunu kapsamında değerlendirilerek kelle hasadı yapan siyasi bir infaz çetesinin varlığı sadece halkın değil sair rical-i devlet ve hatta sözde mebusların da korku kaynağıdır.
Bugünlere geldiğimizde hilâfet müessesesi zaman zaman gündem olmakta, tartışılmakta ancak adeta bir tabu, bir yasak alan muamelesi görmektedir. Bunun sebepleri arasında belki de en önemlisi seçilmemiş muktedirlerin halen Türk siyasi hayatı ve iktidarı üzerindeki mestur güçlerinden kaynaklanmaktadır. Meselenin akademik seviyede tartışılması bile son derece sınırlı kalmaktadır. Bu durum şüphesiz akademik camianın ayıbı olduğu kadar tartışma zeminini batağa dönüştüren bazı mevzuatın vücudu ile kâmil bir fikir ve ifade hürriyetinin olmamasıyla da ilişkilidir. “Fincancı katırları” ürkmek için teyakkuzdadır. Ayasofya mevzuu gibi meselenin hâriçten ziyade dâhilde endişeli bedhâhları mevcuttur. Hariçte ise durum bambaşkadır. İngiltere’de tacın aynı zamanda kilisenin “başpapazı” olarak Kanada’dan Avustralya’ya kadar pek çok ülkede hükümferma olması, hatta laik Fransa’nın devlet başkanına Papa tarafından Vatikan’da tertip edilen bir törenle papazlık unvanı verilmesi hiçbir tenkidata medar olamaz. Lâkin Türkiye’de bir devlet başkanı en ufak bir dini temayül içerisinde görülse dâhildeki “mestur güçler”” tarafından derhal hilâfet hatırlatmaları yapılarak psikolojik baskı çarkları döndürülmeye başlanır, koroya hariçten de “Bremen mızıkacıları” türünde çeşitli ton ve renkte sesler iştirak ettirilerek o hareket bastırılmaya çalışılır. Bunun en bariz örneklerinden birisi Fâtih Sultan Mehmed Han’ın fethin akabinde camiye çevirdiği Ayasofya için kurduğu vakfiyede “cami hüviyetinin devamlılığı ile ilelebet muhafazası” vasiyetinin yerine getirilmesinde çıkarılan gürültülerdir.
Acaba Ayasofya için çıkarılan bu patırtı, hilâfet meselesi gündeme geldiğinde nasıl bir yankıya sebep olacaktır? Meseleyi özel bir TV programında kendisine sorulan bir soru üzerine Sultan 5. Murad’ın torunu ve Osmanoğulları hanedanının aile reisi olan Osman Selahaddin Osmanoğlu mealen şöyle cevaplamıştır. “Halifeliği kaldırarak Batı’ya iyilik yaptık. Türkiye’de bir halife olmalı mı denirse, olmalı derim ama ‘Halife kim olmalı?’ derseniz; nasıl Katolikler seçiyor. Her ülkeden biri olur, 5 sene Endonezyalı 5 sene Pakistanlı 5 sene bir Türk olur. O zaman bir böyle İslâm’ın adını kirleten bir olay organizasyon olursa onlara ‘höt’ diyecek birisi olmalı.” Osmanoğlu’nun hilâfetin lüzumu hususundaki fikrine iştirak etmekle beraber tarzı teşekkülü hususunun müzakereye muhtaç olduğu kanaatindeyim. Zira bu mesele iki açıdan değerlendirilmeye muhtaçtır. Birincisi hilâfet meselesi nasıl gündeme getirilecek, ikincisi ise İslâm dünyasına nasıl bir model sunulacaktır?
Bu iki sorudan birincisinin cevabı elbette ki Türkiye olacaktır. Zira tüm âlem-i İslâm’ın müttefikan kabul ettiği hilâfet müessesesi 03 Mart 1924 senesinde “Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğu” şerhi düşülerek ilga edilmiştir. Binaenaleyh TBMM ilgili kanunla ilga edilen hilâfet makamını yeni bir kararla ihya edebilir. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Nitekim mesele bir şekilde gündeme geldiğinde merhum başbakan Adnan Menderes de TBMM’nin milli iradeyi temsil gücüne atıfla 29 Kasım 1955’teki grup toplantısında mebuslara “siz isterseniz hilâfeti tekrar ihya edebilirsiniz” demiştir. Hilâfetin ihyası TBMM’nin yetkisi dâhilinde olduğuna göre birinci adımın atılması zahiren kolay ancak kritik eşiğin aşılması bakımından da bazı zorlukları muhtevidir. Zira böyle bir adımın atılması için halkın musır talepleri olmalı ve milletten siyasi irade üzerine böyle bir baskı gelmelidir. Buna ilave olarak akademik dünyada ciddi tartışmalar yapılmalı, meselenin zaman ve zemin bakımından müsbet ve menfi tarafları incelenmeli, dış çevre analizi yapılarak fırsat ve muhtemel tehditler ortaya konulmalıdır.
Meselenin ikinci ayağı da birincisi kadar önemlidir. Bu dahi, hilâfetin anatomi ve fizyolojisinin, yapı ve işleyişinin nasıl şekillendirileceği meselesinin halli ile ilgilidir. Bunun için İslâm ülkeleri ile istişare ve onlara bir model sunumu zarureti vardır. İşte bu noktada Osman Selahaddin Osmanoğlu’nun teklifi çözüm önerilerinden biri olarak dikkate alınabilir. Ancak bu meselede ciddiye alınacak başka görüşlerde bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en dikkate değer olanı Bediüzzaman Said Nursi’nin hilâfetin mer’i olduğu dönemde serdettiği “hilâfetin yeniden yapılandırılması” hakkındaki görüşleridir[2]. Öncelikle Üstat, Osmanlı Devletinde saltanat ve hilâfetin birbirinden ayrılamayacağı kanaatindedir. Binaenaleyh, padişah hem sultan hem halifedir ve âlem-i İslâm’ın bayrağıdır. Saltanat itibarıyla Osmanlı Devleti sınırları içindeki halkın idaresini deruhte ederken, hilâfet itibarıyla da tüm İslâm âleminin istinatgâhı ve medetkârı olmaktadır.
Üstat Said Nursi, 20. Yüzyılın başlarında hilafet meselesini ele alırken dikkatli bir analiz yapmakta mevcut yapıdaki zaafiyetlere dikkat çekerek, içtimaî ve siyasî münasebetlerin arttığı, uluslararası ilişkilerin yoğunlaştığı bir dönemde Meşîhatın[3] bir şahsın içtihadına terk edilemeyeceğini savunmakta ve yeniden yapılandırılması gerektiğini ifade etmektedir. O’na göre bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Bunun için de Meşîhatın ferdi tasarruftan çıkartılarak yüksek bir ilmî şûrâya dayandırılması gerekir. Üstat o dönem için çok önemli diğer bir tespitte bulunarak zamanın “cemaat zamanı” olduğunu, fertlerin dâhi de olsa, cemaatin şahsı mânevisine karşı etkisiz kalacağını, şûrâya dayanan bir şeyhülislâmın sözünün en büyük bir dâhiyi de içtihadından vazgeçirebileceğini ve böylece İslâm âleminde içtihat anarşisine son verilebileceğini ifade etmiştir. Ayrıca böyle bir şûrâya şiddetle ihtiyaç olduğunu, eğer Merkez-i Hilâfette tesis olunmazsa, ihtiyaç sebebiyle başka yerde teşekkül edebileceğini, bunun da başka sıkıntılara yol açacağını hatırlatmıştır. Unutulmasın ki aynı meridyen hattı ve saat dilimi içerisinde bulunan Müslüman devletlerde Ramazan bayramı farklı günlerde idrak edilmiş, ortaya çıkan kargaşayı izale için Türkiye’nin öncülüğünde “rü’yet-i hilâl” konferansı toplanmış olmasına rağmen mesele halledilememiştir.
İslâm dünyasında fetva bekleyen meseleler gün geçtikçe artmakta, her meseleyle ilgili “her kafadan bir ses” çıkmaktadır. İşin daha vahim tarafı küresel güçler tarafından “dar-ül harp, cihat, hilâfet, imamet, riba/faiz” gibi bazı meseleler istismar edilerek Şia-Vahhabi kutuplaşması ve çatışması çıkarılmakta, ehl-i sünnet yolu zayıflatılmak istenilmektedir. Dâhilde bunlar olurken hâriçte de “İslamofobi” kılıfında İslâm nefreti körüklenmekte, câmi ve mescitlere saldırılmakta, Kur’an’a karşı çirkin tahrikler yapılmakta, Müslümanlar ayrımcılığa ve bed muamelelere maruz kalmaktadır. Tüm bu hareketlere karşı İslam’ın yekvücut bir sese ihtiyacı vardır. Bu ses hilâfetin zaruretini ortaya koymaktadır. Nitekim Selahaddin Osmanoğlu ‘da bu ihtiyaca dikkati çekmekte, hilafetin yokluğunun ecnebileri sevindirirken Müslümanları üzdüğünü söylemektedir.
Hilâfetin gerekliliği hususunda büyük oranda mutabakat olmakla birlikte nasıl yapılanacağı konusunda da farklı fikirler bulunmaktadır. Hilâfetin ihyası ve tarzı teşekkülü hakkında Selahaddin Osmanoğlu seçim yolunu salık vermekte, münavebeli olarak beşer yıllığına İslâm ülkelerinden bir halifenin seçilerek gelebileceğini söylemektedir. Bediüzzaman Said Nursi ise hilâfetin değil, halifeye bağlı olan Meşîhatın uluslararası bir meclis şeklinde teşekkülünden yanadır. Bu fikri serdettiği dönemde zaten 2. Abdülhamid Han halifeydi, binaenaleyh halifenin kim olacağı meselesinden ziyade Hilâfet müessesesinin omurgasını teşkil eden Meşîhat dairesinin müessiriyetini arttırmak için nasıl yapılandırılması gerektiği meselesi tartışılıyordu. Bu hususta Üstat o dönemde oldukça dikkati çeken bir teklifte bulunuyor ve Osmanlı Devleti’nin son döneminde mühim bir maksat için tesis edilen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin genişletilerek, âlem-i İslâm’dan on beş, yirmi kadar Müslümanların dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehap/seçilmiş ulemasının bu meclise üye yapılmasını teklif ediyordu. Böylece hilâfet vazifesini doğrudan doğruya deruhte edecek, hâlis İslâmî bir şûra, günümüz anlayışıyla ifade etmek gerekirse tıpkı TBMM gibi bir Hilâfet Meclisi öneriyordu.
İslâm dünyasının dini meselelerini halletmek, ihtilaflı hususları karar bağlamak ve İslâm’a yapılan saldırıları bertaraf etmek için bir Hilâfet Meclisi kurulması gayet mâkul ve gerçekçidir. Bu hususta İran dışında pek itiraz ortaya çıkmamakla birlikte, halifenin kim olacağı hususunda farklı görüşler olabilecektir. Hilafet merkezi için en uygun yer İstanbul olmakla birlikte muhtemelen bu hususta da farklı görüşler ortaya atılabilecektir. Ayrıca hilâfeti kimin deruhte edeceği hususu halli en müşkül mesele olarak ortada durmaktadır. Bize göre hilâfeti kimin temsil edeceğine Hilâfet Meclisi karar verebilir. İslâm dünyasından seçilerek teşekkül eden bir Hilâfet Meclisi 5 ila 7 yıl gibi muayyen bir süre için bir kişiyi halife olarak seçebilir. Hilâfet Meclisinin altında tıpkı Meşîhatta olduğu gibi komisyonlar teşekkül ettirilebilir.
Sonuç olarak “sancak düştüğü yerden kalkar” fehvasınca konuyu efkârı ammeye mal edecek adımların öncelikle Türkiye tarafından atması, siyasetten akademiye ve sivil topluma kadar hem milli hem de milletlerarası seviyede müzakere zeminleri oluşturması, tarihi iklim coğrafyamızdan destek ve müzaheret temin etmesi, dâhil ve hâriçten bu hareketi baltalayacak teşebbüslere karşı gerekli tedbirlerin alması ve hilâfetin ihyasını tedrici olarak tahakkuk ettirecek bir strateji geliştirilmesi gerekir.
[1] İstiklâl Mahkemesi 1920 yılında milli mücadele döneminde bozgun, yağma ve casusluk gibi vatana ihanet niteliğinde kabul edilen suçları önlemek amacıyla Millet Meclisi tarafından özel kanunla ihdas edilmiştir. Mahkeme azaları aynı zamanda mebus olup birisi hariç hiçbirisi hukukçu değildir. Mahkeme reisi Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya bir askerdir. Diğer üyelerinden Kılıç Ali olarak bilinen Süleyman Âsaf Emrullah da askerdir. Diğer üyelerden Reşit Galip hekim, Necip Ali ise hukukçudur. Özellikle Üç Ali’ler olarak bilinen bu çetenin yaptığı infazlar yakın tarihimizin karanlık sayfalarından birisi olarak halen aydınlanmayı beklemektedir.
[2] Bkz. B. Said Nursi. Sünuhat, Tuluat, İşârat, RNK. s. 49-53. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sunuhat/kur-an-in-hakimiyet-i-mutlakasi/50.
[3] Osmanlı Halifesi’ne bağlı olan ve Bâb-ı Fetvâ veya Fetvahâne de denilen Meşîhat çeşitli dairelerden teşekkül etmekteydi. Detaylı bilgi için bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/bab-i-mesihat