Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İnsanlık tarihinde insanla beraber var olan müessif vakaların muhtemelen en başta geleni Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir. O günden bu güne insanlar öldürülmektedir. İnsanlar ya vadeleri gelince veya bir kaza sonucu ölebildikleri gibi, insan eliyle kasten de öldürülebilirler. Bunların bir kısmı hukuki bir yargılama sonucu uygulanan idam cezaları ile gerçekleşirken bir kısmı vatan, millet ve mukaddesatın savunulması amacıyla yapılan harpler ve benzeri harekatlar sonucunda vukua gelmektedir. Bu sınıftaki ölümler ve öldürmeler meşru kabul edilmektedir. İslâm’da ise bu uğruda ölme, öldürme veya yaralanma “şehitlik ve gazilik” olarak tavsif edilmekte ve teşvik edilmektedir. Zira bu dünyada değerleri uğruna bedel ödemeyi göze almayanlara hayat hakkı tanımayan kişi, zümre veya devletler de yaşamaktadır. Üzerinde duracağımız husus ise masum insanların muhtelif amaç ve gerekçelerle kasten öldürülmeleridir. İnsan hayatına meşru ve hukuki yollar dışında son verme, cinayet olarak kabul edilmekte ve cânilere karşı kişiler de, kurumlar ve devletler de gerekli tedbirleri almaya çalışmaktadır.
Meseleyi ülkemiz sınırlılığında ele alırsak insan öldürme üç cihetle gayr-ı meşrudur, suçtur ve behemehâl cezalandırılması gerekir. Birincisi, insaniyet adına suçtur, normal bir insan tabiatı, bu fiili meşru göremez. Bu sebeple cinayet insan tabiatından bir sapmadır. İkincisi, cinayet örfen ve hukuken ağır bir suçtur. Bu İki hususta dünyadaki tüm aklı selim insanlar, hukukçu ve hukuklar birleşmektedir. Üçüncüsü, inançlar açısından tüm dinlerde adam öldürmek en ağır suç olarak zikredilmiştir. İslâm inancına göre bir insanı haksız yere öldürmek cinayetlerin en büyüğüdür. Kur’an-ı Kerim’de “yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapan veya bir cana karşılık olmaksızın birini öldüren kimse bütün insanları öldürmüş gibidir, bir canı yaşatan ise bütün insanlara hayat vermiş gibidir (Mâide, 32. âyet) denilerek mesele en üst noktaya taşınmaktadır. Bu sebepledir ki İslâm ülkeleri İslâm hukukunun hükümferma olduğu dönemlerde dünyanın en huzurlu ve emniyetli bölgeleri arasında yer almıştır. Bugün bile sömürgeci ülkelerin çıkardıkları iç harpler ve kargaşalar hariç tutulursa İslâm ülkeleri sair ülkelere oranla daha emniyetlidir.
Bugün Batı ülkeleri idam cezasını kaldırarak cinayetleri teşvik eder bir tutum sergilemektedirler. Maalesef bu kervana bir hiç uğruna Türkiye de katılmıştır[1]. Böyle hayatî ve hayatı ilgilendiren bir konunun halka sorulmadan karara bağlanması son derece yanlış olmuştur. Zira ülkelerde insanlar, adam öldürme dâhil tüm suçluların cezalandırılmasına ilişkin yetkiyi devlete devretmektedirler. Devletlerin bu yetkiyi kullanmak istememesi için halktan müsaade alması gerekir. Maalesef Türkiye’de bu yapılmamıştır. Oysa cânileri cesaretlendiren, mafyalaşmayı teşvik eden ve cinayetleri çoğaltan husus bizatihi idam cezasının kaldırılmasıdır. 1889 İtalyan Ceza Kanunundan iktibas edilerek Şer’i hukukun yerine 01 Temmuz 1926 yılında ikame edilen ve adına Türk Ceza Kanunu denilen uygulama, özü itibariyle mâsumdan yana değil, suçludan yana olan, hukuku teferruat usûl kaidelerine boğduğu için avukatlık mesleğine revaç veren, haklının hakkını almasını sürüncemede bırakan, adaleti geciktiren ve bazen asla temin etmeyen, bu sebeple de “ihkak-ı hak” düşüncesini teşvik eden ve infaz mafyalarının yolunu açan bir sistemdir. Batı’nın ceza hukukuna “kuşların delip geçtiği, sineklerin takılıp kaldığı” bir örümcek ağı eleştirisi boşuna yapılmamıştır. Zira Batı’da umumiyetle suç işleyenler başta krallar olmak üzere kast sisteminin üst sıralarında yer alan derebeyleri, aristokrat sınıflar, sermaye sahipleri ve kilise mensupları olduğu için hep korunmuş, mecbur kalındığı takdirde ise mağdurlara dikenli ispat yolları gösterilmiştir.
İslam’ın cinayetlere bakış açısı gayet berraktır. Kur’an’da mealen “Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız (Bakara, 2/179). Denilerek cinayet işleyenin öldürüleceği bir hukuk kaidesi olarak vaz’edilmektedir. Bunun bazı şartlar dâhilinde tarafların rızası ile diyete çevrilebileceği hususu temel hükmü nakzetmemektedir.
İslam’ın kısas hükmüne razı olmayanları iki guruba ayırmak mümkündür. Birinci gurup İlahi hükümleri veya İslâm’ın ve Kur’an’ın hükümlerini reddedenlerdir. Onlar insan aklına güvenmekte ve beşeri hükümleri esas almaktadırlar. Bu grubun içinde bulunan ve “insan hakları” diye yırtınan kesimler gerçekte katil savunucuları olup maktulleri insan olarak görmeyen kesimlerdir. İkinci gruptakiler ise İlahi hükümleri kabul etmekle beraber ya güçleri yetmediği için veya su-istimal ve uygulama güçlükleri için veya bilgi eksikliği ve cehalet sebebiyle idama karşı olanlardır. Bu gruptakilerden yetki sahibi olanlar yetkilerinin yüklediği sorumluluğu yerine getirmedikleri için mes’uldürler. Zira demokrasilerde milli irade esastır. Böyle ciddi bir mesele halkoylaması ile çözülebilir. Halk oylamasının yolunu ise milli iradeyi temsil yetkisini haiz olanlar açabilirler.
Peki, idam cezası neden olmalıdır? Bu soruya verilecek cevap ‘haksız yere birini öldürenin’ bütün insanlığı öldürmüş gibi olmasıdır. Yani katil için bir insan veya daha fazlası önemli değildir, insanlığın bir ferdini öldüren diğer fertlerini de öldürme istidadındadır ve nitekim öldürebildiği kadar öldürme örnekleri görülmektedir. Özellikle de idam cezası yoksa.
İkincisi, bir kişiyi öldürene en fazla müebbet hapis cezası verilebiliyorsa iki veya daha fazlasını öldürene hangi ceza verilecektir? Yine müebbet hapis ise, bu katile “bir de beş de fark etmez” fetvası mânasına gelmez mi? Yani buradan katile “seri katil” yolu açılmaz mı?
Üçüncüsü, kendisine hapiste de olsa hayat garantisi verilen bir katil buna razı olarak kendisini cinayete ikna edemez mi? “Ucunda ölüm yok ya!” psikolojisine sahip bir katili hangi hukuk kaidesi cinayetten vaz geçirebilir? Teröristler bile müebbet hapsi tercih ettikleri için “çatışmada gebermeyi” kasıtlı infaz olarak propaganda etmiyorlar mı? Bu yüzden PKK’nın siyasi avukatı Sezgin Tanrıkulu SİHA’ları katil ilan etmedi mi?
Dördüncüsü katillere bunca kesim sahip çıkarken maktulün hakkı ne olacaktır? Derinden yaralanan ma’şeri vicdan ve maktul tarafını hangi ilaç tedavi edecektir? Ölmeyi yüz kere hak eden birisine hapishane de de olsa hayat hakkı tanınması, insanları “kendi hakkını kendi eliyle alma” düşüncesine götürmeyecek mi? Zaten hukuka güven yerlerde sürünmekte, suçlu üreten hukuk sistemi ile hapishaneler dolup taşmakta[2], insanlar hukuka ve hukuk sisteminin dağıttığını iddia ettiği adalete güvenmemekte, daha da kötüsü çıkarılan “sözüm ona” aflarla katiller tekrar cemiyete salıverilmekte ve kıdemli katil olarak işlerinin başına döndürülmektedir.
Zaman zaman cemiyeti sarsan cinayetler işlendiğinde iktidar sahipleri “öfke dindirme” kabilinden idam cezasını geri getirme beyanatları ile arzı endam etmekte fakat bunun fiili adımını atmaya yanaşmamaktadırlar.
Sonuç, ya kısas veya bolca cinayettir.
[1] Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik yolunda idam cezasını kaldırma girişimi, önce Anayasa’dan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (07. 05. 2004 tarih ve 5170 sayılı Kanun), sonra da Türk Ceza Kanunu’ndan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (14. 07. 2004 tarih ve 5218 sayılı Kanun) ile nihayete ermiş, ölüm cezası hukuk sistemimizden tamamen kaldırılmıştır.
[2] Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 1 Ocak 2023 itibarıyla Türkiye’de; 279 kapalı, 89 açık, 10 kadın kapalı, 8 kadın açık, 9 çocuk kapalı, 4 çocuk eğitim evi olmak üzere toplam 399 ceza infaz kurumu bulunmaktadır. Bu kurumların toplam kapasitesi 289.974 kişi olmakla birlikte Ocak 2023 sonu itibarıyla cezaevlerinde 341. 497 kişi kalmaktadır. Bu kişilerin 298. 975’i hükümlü, 42. 522’si ise tutukludur. Cezaevi nüfusunun 325.009’u erkeklerden, 13. 977’si kadınlardan, 2.511’i ise çocuklardan oluşmaktadır. Cezaevlerindekilerin 118.738’i açık infaz kurumu, 222. 759’u kapalı ceza infaz kurumunda bulunmaktadır.