2023 SEÇİMLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Türkiye 14 Mayıs 2023 tarihinde yeni Cumhurbaşkanını ve 28. Dönem milletvekillerini seçecek. Cumhurbaşkanı ilk turda seçilemezse ikinci oylama 28 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak. Konuyla ilgili Cumhurbaşkanı kararı 10 Mart 2023 tarih ve 32128 sayılı Resmi Gazete’nin mükerrer nüshasında yayımlanmıştır.
Kararın ardından cumhurbaşkanı adayları da ortaya çıkmaya başlayacaktır. Ancak başkanlık seçiminin iki aday arasında geçeceği kesindir. Birisi Cumhur İttifakı’nın adayı Recep Tayyip Erdoğan, diğeri ise Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Diğer muhtemel adaylar şimdilik bu analizin konusu dışındadır.
Dikkat edilirse başkanlık seçimi, TBMM seçimlerinden daha fazla önemsenmekte, daha fazla konuşulmaktadır. Bu hal milletvekili intihabının önemsizliğinden değil, Türkiye’nin beş yıllık geleceğinde devlet başkanının hayati bir rolü haiz olmasından ileri gelmektedir. Nitekim TBMM beş yıl için önemli kararlar alma yetkisini elinde tutsa da her konuda yeni baştan kararlar alacak değildir. Neticede anayasa ve kâfi miktarda hatta mebzul miktarda kanun mevcuttur. Önemli olan kanunların icra edilmesi, daha önemli olan da nasıl icra edileceği hususudur. Aynı anayasa ve kanunlar iki farklı iktidarda farklı şekillerde uygulanabilir. Tek partili şefler dönemi ile Menderes döneminde olduğu gibi. Kaldı ki devlet başkanının kararnâme çıkarma yetkisi de icrayı teşri gücünün önüne getirmektedir.
Analize geçmeden önce Tayyip Erdoğan’ın adaylığına yapılan itiraza bir satır açalım. İddia odur ki, Tayyip Erdoğan daha önce iki kere cumhurbaşkanlığı yaptığı için anayasanın 101.maddesindaki “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” hükmü gereği üçüncü defa aday olmaması gerekir. Acaba öyle midir? El-cevap; kesinlikle öyle değildir. Zira Anayasada değişiklik yapılmış ve başkanlık sistemine geçilmiştir. Bu yeni durumda Tayyip Erdoğan sadece bir dönem başkanlık yapmış olmaktadır. Muhaliflerin bu yaklaşım ve yorumu bazılarının “tadı damaklarında kalan” Sabih Kanadoğluvâri[1] hasretle bir iç geçirmesinden ibarettir. 1950 yılından beri tek başına iktidara gelemeyen CHP darbe anayasaları ile yüksek yargı ve cumhurbaşkanlığı gibi vesayet için kurgulanan kurumları kullanarak milli iradeyi temsil eden hükümetleri alt etmeyi başarabilmiştir. Onlara göre CHP dışındaki partiler İktidara gelebilirler ama “muktedir” olamazlar ve olmamalıdırlar.
Analizimize dönecek olursak, öncelikle halkın TBMM ve cumhurbaşkanını seçme hakkını büyük bir nimet olarak gördüğümüzü ifade edelim. Zira Sünnî İslâm’da “icmayı ümmet” edille-i şer’iyyedendir. Yani ümmetin bir hususta verdiği karar meşru ve makbuldür. Bunun adını ister demokrasi isterse başka şekilde ifade edelim, sonuç değişmez. Yeter ki şaibe, hile, hud’a olmasın. Siyasi partiler ve adaylar eşit şartlarda ve haksız rekabet olmadan yarışabilsinler.
İkinci olarak, seçimler meşru bir zeminde eşit şartlarda yapılacağına göre halk kimi seçerse herkesin ona rıza göstermesi gerekir. Bu ikinci kabulü biraz açarsak, sosyolojik olarak Türk milletinin yaklaşık %70 kadarı dindar demokrat mânasında muhafazakâr seçmen yapısına sahipken, yaklaşık %30’u da sosyal demokrat, sosyalist ve daha uç eğilimlere sahiptir. Bu sosyolojik gerçeklik sebebiyle sosyal demokrat ve sosyalist kimliğe sahip olan CHP’nin Türkiye’de tek başına iktidara gelmesi 1923-1950 yılları arasındaki icraatları sebebiyle muhaldir ve iktidara gelememiştir ve gelemeyecektir. Ancak askeri darbelerin sağladığı imkânlar veya koalisyonlar yoluyla zaman zaman iktidar yüzü görmüştür.
Peki, 2023 seçimlerinde CHP cumhurbaşkanlığını kazanabilir mi? Buna “evet” demek mümkün değildir. Fakat CHP’nin cumhurbaşkanı adayı aynı zamanda 6-7 partinin de cumhurbaşkanı adayıdır. Yani CHP’nin tek başına iktidar olma ihtimali yokken, teşkil ettiği “6’lı masa” vasıtasıyla bir umut ışığı yanmıştır. Bu ışığa fer sağlayan partilerden HDP hariç tamamı muhafazakâr halk tabanına hitap etmektedirler. O halde nasıl oldu da düşünceleri, değerleri ve parti programları CHP’den farklı olan diğer partiler CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına razı oldular? Bu sorunun birinci cevabı, mahalli idare seçimlerinde AK Parti’nin İstanbul ve Ankara’yı kaybetmesini sağlayan senaryonun tekrarlanması ihtimalidir. İkincisi ise 6’lı masadaki her parti için farklı olmakla birlikte R. Tayyip Erdoğan muhalifliği, hatta nefretinde ittifak etmiş olmalarıdır. Ancak bu muhaliflik ve nefrette hârici ortakları da bulunmaktadır. Onlardan birisi ABD’nin mevcut başkanı Joe Biden’dır. O zat seçilmeden önce 15 Temmuz 2016’da darbe ile deviremedikleri Tayyip Erdoğan’ı “muhalifleri organize ederek sandıkta yenmeyi” vadetmişti. ABD ve başkanı elinden geleni bugüne kadar ardına koymadı; teröristleri desteklemekten iktisadi darbelere, küstah tavırlarla ilan edilen yaptırım ve ambargolara, ortağı olduğumuz F35 savaş uçağı projesinden Türkiye’yi çıkarmaya ve hatta parasını ödediği savaş uçaklarını bile vermemeye, Yunanistan’ı boydan boya üslerle donatıp silahlandırmaya, diğer ülkelerle iş birliği gereği yapılan teknoloji transferlerini yasaklamaya kadar her türlü düşmanlığı yaptı. Bu hususta Fransa, Hollanda, İngiltere ve Almanya ve bazı Avrupa ülkeleri de ABD ile hulus birliği içerisinde oldu. Hülasa ABD liderliğindeki Batı’nın Tayyip Erdoğan nefreti ile 6’lı Masa ve PKK elebaşlarının Kandil’den yaydıkları Erdoğan nefreti birleştirilerek bakıldığında halkımızın 14 Haziran’da oyunu nasıl kullanacağının ipuçları ortaya çıkacaktır.
İçinde bulunduğumuz şartların nazikleştirdiği seçimlere gidilirken başkanlık sistemine geçişin sağlanması ile önemli bir tehlikenin bertaraf edilmiş olması ülkemiz için bir kazançtır. En azından yönetimde istikrar garanti altına alınmış, idareyi zaafa düşüren koalisyon tehdidi bertaraf edilmiştir. Her ne kadar muhalifler parlamenter sistemi “güçlendirilmiş” sıfatı ile yeniden getirme arzusunda olsalar da bu kapının kapandığını yakın bir zamanda onlar da anlayacaklardır. Başkanlık sisteminde düzeltilmesi gereken seçim sistemi ve siyasi partiler kanunu ile alâkalı bir takım noksanlıklar vardır ancak padişahın olmadığı yerde taçlı demokrasilerin sistemlerini talep etmek ya kasıt ya da siyaset bilmezlikten öte bir mâna taşımaz.
Yazıyı noktalamadan bir taaccübümü de ifade etmeden geçemeyeceğim. Haydi, AK Parti’de uzunca bir müddet Başbakanlık ve bakanlık gibi tepe noktalarda bulunmuş Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın doku uyuşmazlığı ve muhalif tavırlarını kurdukları siyasi partilerle ortaya koymalarını bir hak olarak kabul edelim, 6’lı Masanın diğer ortaklarını da siyasi geleceklerini devam ettirmek için uygun buldukları bir tercih olarak anlayalım, Yeni Asya’ya ne oluyor da kraldan fazla kralcı oluyor? Olmasında bir beis de olmayabilir ama afyonlanmış veya hipnoz edilmiş gibi Süreyya’yı serada arıyorlar. İşin daha da vahimi bu siyasi tavırlarını okudukları Risalelere izafe ediyorlar. Merak ediyorum, Üstad’ın İttihat ve Terakki Fırkasına muhalif olmakla beraber 2. Meşrutiyet’in ilanından sonraki sükûtunu soranlara Sünuhat[2]’ta verdiği cevabı hiç okumuyorlar mı? Okuyorlarsa nasıl anlıyorlar? Anlamlarına yardımcı olmak için onlara Muhakemat’tan İkinci Mukaddemenin son paragrafını okumalarını tavsiye ediyorum. Özellikle istişare ederken çok ihtiyaçları olacak. Aksi halde “tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedel mühendise müracaat eden” hastanın akıbetine düşmek ihtimali kaviyyen memuldür.
[1] Abdullah Gül 2007 yılında cumhurbaşkanı adayı olarak ilk tur oylamada kullanılan 357 oydan 352’sini alarak TBMM’ce cumhurbaşkanı seçilmişti. Anayasa’nın 102. maddesine göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için, ilk iki turda nitelikli çoğunluk (367 oy), sonraki iki turda ise salt çoğunluk (276 oy) aranıyordu. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu 367’nin sadece karar yeter sayısı değil aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğu iddiasını ortaya atmış, bu iddiaya sarılan CHP konuyu Anayasa Mahkemesine götürmüş, AYM bir hukuk rezaleti ortaya koyarak cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Meclis Genel Kurulu’nda en az 367 milletvekilinin bulunması gerektiğine hükmetmiş, bu danışıklı döğüş ve muvazaa sonucu Abdullah Gül cumhurbaşkanı olamamıştı.
[2] Sünuhat’daki pasaj şöyledir; Dediler: ‘İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?’ Dedim: ‘Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatidir.” “Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik (dönemin Ermeni terörist başı) ile beraber Enver’e, Venizelos (dönemin Yunan başbakanı) ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYE’NİN ÇİFTE DEPREMLE İMTİHANI
Türkiye’nin Deprem Haritası
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Ülkemizin 06 Şubat 2023 tarihinde birisi gece saat 04:17’de 7.7 büyüklüğünde diğeri de aynı gün 9 saat sonra 13:24’de 7,6 büyüklüğünde üst üste yaşadığı Kahramanmaraş merkezli iki büyük zelzele tüm halkımızı endişe ve heyecana gark etti[1]. Zira zelzelenin kapsadığı alan 10 ili içine alacak ve Suriye’yi de etkileyecek kadar geniş ve dağınık bir sahada, kış mevsiminin en soğuk günlerinde ve herkesin evinde olduğu gece vaktinde vukua gelmişti. Son yüzyılın en büyük depremleri içinde mütala edilen Kahramanmaraş merkezli çfte zelzele, bazı alan uzmanlarının değerlendirmelerine göre patlayıcı enerji eş değeri açısından 130 atom bombasına eşit seviyededir. Coğrafi büyüklük olarak da kabaca Almanya kadar bir alanı kapsamaktadır. Bu sebeple zelzele Türkiye’nin en zor imtihanlarından birisi olduğu söylenebilir. Aşağıda son yüzyılın en büyük depremleri ve ortaya çıkan enerjinin patlayıcıya eşdeğerlerinin bir tablosu verilmiştir.
Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki depremlerin büyüklüğü ile şiddeti aynı şeyi ifade etmemektedir. Mesela Kahramanmaraş depreminde olduğu gibi yüzeye yakın (6-7 km) bir depremle 2011 yılında Japonya’da okyanus tabanında (32 km) olan bir depremin (9 büyüklüğünde, 9 şiddetinde ve en yakın şehre 130 km mesafede) şiddeti ve yıkıcı gücü aynı değildir. Bazı uzmanlar Kahramanmaraş depreminin Japonya Tōhoku depreminden daha şiddetli (11 ) ve daha yıkıcı olduğunu söylemektedir.
Onca depremlerle[2] tecrübe kazanan hükümet ve bürokrasi hâdiseye anında müdahale etmekle beraber, diğer depremlerdeki alanların kat kat büyüklüğünde ve şiddetinde olduğu için ilk gün kifayetsiz kaldı. Bu sebeple hârici yardım ve desteklere kapılarını açma mecburiyetini hissetti. Vatandaşların deprem bölgelerinden aynı anda uzaklaşma isteği trafiği kilitlerken, yıkılan binaların ve bazı yerlerde depremle kırılan yolların çıkardığı güçlükler, elektrik kesintisi, haberleşme hatlarının çalışmaması da AFAD, Kızılay, arama ve kurtarma ekiplerinin müdahalesini güçleştirdi. İlk gün kamu bürokrasisi organizasyon açısından iyi bir imtihan veremedi. Kriz masalarının kurulmasında, gerekli tedbirlerin alınarak koordinasyonun sağlanmasında gecikmeler yaşandı. Bu hususun daha sonra Hükümet tarafından esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulacağını umuyoruz.
Bilindiği üzere sair âfetlerde olduğu gibi depremlerde de zamana karşı yarış söz konusudur. Arama-kurtarmadan, yaralılara müdahaleye, vefat edenlerin defnine, ısınma, barınma, iaşe ve ibateden, iletişim ve sağlıklı bilgilendirmeye kadar her husus kritik önemi haizdir. Tüm bu mes’uliyetleri ifa için vâliler, kaymakamlar, belediye başkanları başta olmak üzere hem merkezi hükümet ve taşra kuruluşları, hem mahalli idareler hem de sair destek birimlerinin yek âhenk olarak, koordineli biçimde deprem sahasına müdahale etmesi gerekir. Durumun gecikmelere ve hatalara tahammülü yoktur. Bu hassasiyet içinde hizmetlerin yürütülmesi şarttır.
Devletin âfet bölgesi tanımlaması ve 10 ilde geçerli olmak üzere üç ay süre ile olağanüstü hal ilan etme kararı isabetlidir. Sokakta kalan vatandaşlar için çadırlar kurulması, tâtil beldelerindeki otellerin devreye sokulması, durumu âcil olan yaralıların hastanelere sevki, depremzedelere ilk anda 10.000 TL yardım yapılması, Cumhurbaşkanının âfet bölgesine giderek halka en kısa sürede evlerinin yeniden yapılacağı müjdesini vermesi de yerinde bir harekettir. Diğer yandan âfet bölgesini rahatlatacak tüm kararlar alınmakta, ilk anda yaşanan kargaşa hali düzene sokulmaktadır. Halkımızın da bu hususlarda devlet kurumlarının çabalarına destek vermesi, yardım ve bağışlarla kolaylaştırıcı olması takdire şayandır.
Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, önceleri nadirattan olan âfet ve krizler günümüzde sıklaşmaya ve hatta ânileşmeye başlamıştır. Kamu yönetimi bölümlerinde verilen risk, kriz ve âfet yönetimi dersi daha bir önem kazanmaya başlamış, seçmeli olarak verilen bu dersler mecburi olmaya başlamıştır. Ancak kriz ve âfet yönetiminde teorik olarak eğitilen öğrencilerin hem stajlarla takviye edilmesine hem de Âfet ve Âcil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ve belediyeler başta olmak üzere ilgili kamu kuruluşlarında görevlendirilmelerine ihtiyaç vardır. Ayrıca AFAD’ın gönüllü personel yapısının da güçlendirilmesi gerekir.
Meselenin diğer boyutu ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve belediyelerle birlikte tüm ilgili tarafların depreme dayanıklı evlerin yapılması hususundaki zayıf yönleri güçlendirmede elbirliği, görüş birliği ve uygulama birliğine gitmeleri, ehliyetsiz, kifayetsiz ve sırf para kazanma odaklı sözde müteahhitlere tüm kapıları kapatmaları, özellikle de denetim konusunda azami hassasiyeti göstermeleridir. Bu hususlarda mevcut mevzuat güncellenmeli ve aksaysan hususlar düzeltilmelidir.
Son bir mesele de depremlerin halkın psikolojisine yaptığı menfi tesirlerin bertaraf edilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı ve akademisyenlerin yapacağı telkin ve bilgilendirme faaliyetleridir. Dünyanın bir imtihan yeri olduğu, depremde kaybedilen malların sadaka hükmüne geçtiği, vefat eden masum insanların ebedi hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehit hükmünde oldukları gibi hususlar açıklanarak, fay hatları üzerine bina yapmamanın, bina yapımında belirlenen mevzuat hükümlerine uymanın da hem Allah’ın fıtri şeriatına inkıyad hem de önemli bir vatandaşlık ve insanlık vazifesi olduğu, deprem esnasında nasıl hareket edilmesi gerektiği hususunda da gerekli bilgilendirmeler yapılmalıdır. Bu husus muhtelif çevrelerce tartışma konusu yapılmakta, bazıları materyalist bir anlayışla tamamen işi tesdüflere havale ederken bir kesim de Allah’ın kainata koyduğu kanunlara riayetin de bir kulluk vazifesi olduğu hususunu gözden kaçırabilmektedir. Doğrusu bir kesimin materyalist felsefe anlayışı ile “tabiat kanunu” dedikleri gerçekte ise kainattaki nizamın zembereği olan İlahi kanunlara-ki İslam ıstılahatında buna şeriat-ı fıtriye denilir-itaat farzdır. Biraz daha açıklık getirmek gerekirse Allah’ın iki tür şeriatı yani kanunu vardır. Birisi insanların davranışlarını düzenlemek için vahiy yoluyla gelen, Yahudi, Hıristiyan veya İslam şeriatıdır. Bu şeriatlara uymayanlar için hesap verme çoğunlukla ebedi alemde olur. Diğeri ise insanların dışında olan dünyamız ve içindekilerden tut, güneşlere, ay ve yıldızlara kadar tüm kainattaki varlıkların ahenk içinde çalışmasını sağlayan yine İslam ıstılahatında sünnetullah, adetullah veya şeriat-ı fıtriye denilen kanunlardır ki buna hata olarak tabiat kanunları da denilir. Bu kanunlara uymamanın cezası peşin ve dünyadadır. Uymayan her kim olursa cezasını çeker, uyanlar ise ondan kısmen veya tamamen korunmuş olurlar. Mesela ateşin yakması, suyun boğması insanları ayırt etmez. Allah’ın yer küreye verdiği özelliklerin -yanardağlardan zelzelelere kadar- pek çok hikmetleri vardır. İnsanlara düşen güçleri nisbetinde şeriat-ı fıtriyeye itaat etmesi, gerekli tedbirleri alması; gücünü ve boyunu aşan durumlarda da tevekkül ve teslimiyet göstermesidir.
Türkiye’nin bu çifte zelzele imtihanından başarı ile geçeceğine inanıyoruz. Cenab-ı Allah’dan vefat edenlere rahmet, yaralılara âcil şifalar ile geride kalanlara ve milletimize sabır, sükun ve başsağlığı diliyoruz.
[1] AFAD, 06 Mart 2023 tarihi itibariyle depremde 11 vilayetimizde 50.096 kişinin vefat ettiğini, 107.204 kişinin yaralandığını, 35.355 binanın yıkıldığını, 179.786 binanın ağır hasarlı, 40288 binanın da orta hasarlı olduğunu açıklamıştır. Bölgeden yaklaşık 5 milyon kişinin diğer illere göç ettiği, maddi zararın ise 104 milyar ABD Dolarını geçtiği ifade edilmiştir. Suriye’de ise yaklaşık 8.476 kişinin öldüğü, 14.803 kişinin de yaralandığı tespit edilmiştir.
[2] Türkiye’de adını unutturmayan en büyük depremlerin başında 1939’daki yaklaşık 33 bin kişinin öldüğü, 100 bin kişinin yaralandığı 7,9 büyüklüğündeki Erzincan Depremi gelmektedir. Daha sonra peş peşe gelen 7 büyüklüğündeki Erbaa (1942) ve 7,6 büyüklüğündeki Lâdik (1943) depremlerinde de binlerce insan ölmüş, birkaç katı insan yaralanmış ve kasabalar haritadan silinmişti. Keza Varto depremi (1966) ile Muradiye depremi (1976) de vefiyatların çok yüksek olduğu depremlerdi. Yakın tarihlerde ise Gölcük’te yaşanan 7,4 büyüklüğündeki (1999) depremde Kocaeli, Gölcük, Düzce, Sakarya, İstanbul ve Yalova’da 17 bin 118 kişi ölmüş, 25 bine yakın kişi de yaralanmıştı. Gölcük depreminin hemen ardından Düzce’de 7,2 büyüklüğündeki (1999) depremde 894 kişi ölürken, 2 bin 679 kişi yaralanmıştı.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BENZEŞİK ASIRLAR: İKİNCİ MEŞRUTİYET VE İKİNCİ CUMHURİYET
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Mehmed Âkif Ersoy
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Merhum şairimize göre “ibret alınırsa tarih tekerrür etmez,” ancak beş bin senenin yaşanmışlıklarından yarım hisse bile alınamadığı için benzeri hâdiseler tekrar tekrar yaşanmaya devam edecek, tekerrür çemberi dönecektir. Edvar-ı tarihiye üzerine çok farklı görüşler bulunmaktadır. Biyolojik ve sosyal Darvincilere göre zaman bir hat üzere hareket eder, İbn Haldun sosyal hadiseleri yorumlarken “asabiyet- hadariyet” veya “asabiyet-medeniyet” kutupları arasında bir devri daimden söz eder. Yakın dönemde akademik câmianın henüz tam farkına varamadığı Said Nursi ise “zaman hattı müstakim üzerine hareket etmiyor ki mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın, belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor”[1] diyerek tarihi hâdiselerin anlaşılmasında farklı bir tefekkür penceresi açar. Bu vesile ile bu kavramlara yabâni olanların onu “Hurufilikle” suçlamasını uzun dilli nevzuhur ulemanın ne kadar meydan aldığının bir tezahürü olarak kaydedelim.
Bu yazının kaleme alınmasına sebep olan hâdise, son günlerde “meşrutiyet-cumhuriyet” mukayeseleri ile kimilerinin mevcut cumhurbaşkanını tenkit bâbında “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” naraları atarak kendilerine siyasi alan açma çabalarıdır. Gerçekten de zaman düz bir çizgi gibi hareket etmediği için İkinci Meşrutiyet dönemindeki siyasi tablodan dersler çıkarılabilir. Abdülhamid Han ile İttihat Terakki arasındaki iktidar mücadelesi günümüze ne kadar ışık tutabilir ne kadar görüş keskinliği sağlayabilir bakmak lâzımdır. Bu yazıda seçim sathı mailine giren ülkemizdeki siyasi tablo ile bir asır önce Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasi hareketler mukayese edilecek, her iki dönemde de dünya siyasetinde hükümferma olmak isteyen ülkelerin ülkemiz hakkındaki politika ve stratejileri incelenecektir.
Öncelikle Devleti Âliye-i Osmaniye’deki manzarayı umumiyeye bir göz atalım. Padişah 2. Abdülhamid tahttadır ve uzunca bir süredir devam eden saltanatın yorgunluğu üzerine çökmüştür. Devlet idaresinde en vazgeçilmez nokta-yı istinat olan dâhilde asayiş ve ittihat sarsılmakta, bürokratik mekanizma fikir ayrılıkları sebebiyle verimsizleşmekte, askeri bürokrasinin siyasete müdahalesi ülke emniyetini tehlikeye atmakta, kapitülasyonlar başta olmak üzere teknolojik gerilik ve süreklilik kazanan harp ekonomisi sebebiyle devletin gelirleri giderlerini karşılayamamakta, hâsılı Osmanlı Devleti en zor günlerini yaşamakta ve tüm bunların müsebbibi olarak da Padişah suçlanmakta, siyasetlerinde ayrışan “jöntürkler” 2. Abdülhamid’e darbe konusunda ittifak etmekte, hatta merhum Âkif bile “ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer, âkıbet çok kötü..” diyebilmektedir. Ermeni teröristlerin “Kızıl Sultan” diyerek 1905 yılı Temmuzunda saatli bomba ile tertipledikleri su-i kasttan Padişah’ın kurtulmasına en çok hayıflanıp üzülen de maalesef bugün Ankara’da bir mektepte ismi yaşatılan Tevfik Fikret olacaktır. Bir Lâhza-i Ta’ahhur (Bir anlık gecikme) adlı şiirinde Fikret, aydın ihanetinin bugün de yaşanan örneklerinden birisini sergileyecek, Ermeni komitacılarını “Ey şanlı avcı!” diye alkışlayacak, muvaffak olamamalarına kahredecek ve “Damını (tuzağını) bihûde kurmadın. Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!” Diye adeta dövünecektir.
Abdülhamid Han’ın hal’inden sonra iktidarı ele alan İttihat ve Terakki fırkası, meşhur 31 Mart Hâdisesi ve sonrasında Beyazıt’tan Beşiktaş’a kadar kurduğu darağaçları ile istibdadın ne olduğunu, hak nedir, hürriyet nasıl bir şeydir dünya âleme gösterecektir.
Dâhildeki bu tablo Abdülhamid Han’ın devlet idaresinde hiç hatası olmadığı mânasına gelmeyeceği gibi, muhaliflerin tenkitlerinin, hatta su-i kast ve ölüm temennilerinin de haklı olduğu anlamına gelemez. Zira devlet idaresinde kocaman bir bürokratik çarkın işlemekte olduğunu, bunun tepesinde oturan zatın siyasi sorumluğu olsa bile tüm kabahatin ona yüklenmesinin de bir haksızlık olacağını ifade etmek gerektir. O zaman doğru ölçü, hatâ-savab cetveli denilen iktidarın artı ve eksilerine bakılarak bu soruya cevap verilmesidir ve geçen zaman bu soruya cevap vermiştir. Zira “uçak siste iken” yapılan yorumlar ile tayyarenin yere inmesinden sonra yapılan yorumlar farklıdır. Zaman Abdülhamid’i haklı çıkarmıştır. “Şanlı avcı” diye teröristlere övgüler dizen Tevfik Fikret, İttihat ve Terakki fırkasının iktidar günlerinde yazdığı bir şiirde (1912) yağma ve çapul düzenini “Han-ı Yağma” şiirinde İttihatçıların aleyhinde ve onları aşağılayan ifadelerle ortaya koymuştur[2]. Keza dönemin şiddetli Abdülhamid münekkitlerden Rıza Tevfik, nam-ı diğer Filozof Rıza “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı mersiye tarzı şiirinde “Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz/Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz/Sade deli değil, edepsizmişiz/Tükürdük atalar kıblegâhına” diyerek özür dileme gereği duymuştur[3].
Abdülhamid Han dönemi ile ilgili mevzu sınırlılığında bu kadar ile iktifa ederek meselenin bir de hârici boyutuna bakmak lüzumu vardır. Zira Osmanlı Devleti tabii ömrünü tamamlamaktayken dünya siyasetinde Hıristiyan dünyayı temsilen ortaya çıkan zinde güçler bulunmaktadır. O dönemde gücünün zirvesinde olan İngiltere, rekabet halinde olduğu Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti’ne ölüm döşeğindeki “hasta adam” olarak bakmakta ve gizli anlaşmalarla mirasını nasıl paylaşacaklarının plânlarını yapmaktadır. Yunanistan’a bağımsızlık verilmesiyle açılan kapıdan Balkan milletleri birer birer girmekte, Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla gayr-ı Müslimlere tanınan ayrıcalıklar eski Osmanlı tebası olan milletlerin her birine bir devlet hediye etmektedir. Ortaya çıkan her fabrikasyon devlet de işe yüzyıllarca beraber yaşadığı Müslüman ahaliyi öldürmek ve tehcire zorlamakla başlamaktadır. Devleti Âliye-i Osmaniye’de kiliseleri, mezhepleri, gelenek ve görenekleri mahfuz olan; din, dil, ibadet, seyahat ve benzeri her türlü haktan faydalanan, askerlikten muafiyet sebebiyle nüfusları sürekli artan ve ticaretle uğraşarak zenginleşen Yunan, Bulgar, Sırp, Hırvat gibi Balkan milletleri istiklâliyetlerine kavuşunca Müslüman ahalinin varlığına tahammül edememiş, mallarını yağmalamış, câmilerini yerle yeksan etmiş, geriye kalan mektep, medrese ne varsa yıkmış, hatta kabristanlarını bile ortadan kaldırmışlardır. Kuyrukta bekleyen “Millet-i Sâdıka” denilen Ermenilerin” Harb-i Umumide yaptıkları izahtan varestedir. Hatta Yahudiler bile bir devlet “satın alma” hayali ile vâdedilmiş topraklar için pazarlıklara girişmektedir.
Bir asır sonrasına yani günümüzdeki tabloya bakacak olursak hariçte değişen pek bir şey olmadığını, sadece devlet isimlerinin değişmiş olduğunu görürüz. İngiltere’nin başrolünü ABD almıştır ama İngiliz senaryo yazmaya devam etmektedir. Fransa yardımcı oyuncu rolünde, Almanya yediği dayaktan sonra terbiyeli maymunu oynamakta, Rusların Kafkas ve Türkistan’a olan tahakkümü halen devam etmekte, Yunanistan kışkırtılarak Türkiye’nin hızı kesilmek istenmekte, ırkçılık oyunu tekrar sahaya sürülerek Kürt halkı üzerinden yeni tezgâhlar kurulmakta, devşirilen teröristler taşeron olarak kullanılmakta, bu oyunda Ermeni ve Yahudi kartı da hiç ihmal edilmemektedir. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu projesi” adını verdikleri İslâm dünyasını parçalama ve dünya siyasetinden silme stratejilerini hayata geçirmeye çalışmakta, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Fas’tan Basra körfezine kadar Türkiye’nin de içinde olduğu 22 devletin sınır ve haritalarının değiştirileceğini beyan etmekte bir beis görmemektedir. Halen ABD başkanı olan Joe Biden 15 Temmuz 2016 tarihindeki başarısız darbeye rağmen plânlarından vaz geçmediklerini ikraren Türkiye’de AK Parti iktidarını sona erdirmek için yapacaklarını seçim vaadi olarak ilan edebilmektedir.
İç siyasetteki gelişmelere bakıldığında muhafazakârlarla sosyalistlerin ana damarları teşkil ettiği aynen bir asır önceki ayrışmaya benzer şekilde Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı adını alan bu iki siyasi hareket muhtemelen Mayıs ayı ortalarında halkın seçimine muhatap olacaktır. Altılı Masa olarak da anılan Millet İttifakı’nın üyelerinden Meral Akşener’in siyasi tabloyu Padişah Abdülhamid ile İttihat ve Terakki arasındaki mücadeleye benzeterek, Cumhurbaşkanı’nı müstebit, kendilerini ise hürriyetçi olarak ilan etmesi mânidardır. İşte burada tarih tekerrür etmektedir.
Ancak ibret alındığı için olsa gerektir ki bir asır önce yaşanan talihsizlikler artık yaşanmıyor. Osmanlı Devleti’ni hasta adama benzetenler şimdi kendileri iyice yaşlandılar. Osmanoğlu ise sağlıklı, geleceğe umutla bakan, azimli bir delikanlı oldu. Sadece kendi halkının değil, neredeyse tüm İslâm âleminin umudu haline geldi. Akif’i yine rahmetle analım ama artık “yıkık bir köprü için Belçika’dan kalfa” gelmiyor. Türkiye inşaat sektöründe dünya ikincisi olarak dünyaya yol, köprü, baraj ve havalimanları yapıyor. Mühendislerimiz, hekimlerimiz bir asır öncesindeki tabloyu çoktan tersine çevirdiler. Ülkemizi korumak, gerekirse düşmanlara haddini bildirmek için her türlü silahı hem de en ileri teknolojiyle donatarak kendimiz yapabiliyoruz. Ecnebilerin savaş korkusu bizim gençlerimizin yanından bile geçemiyor. Onların taşeron devletlere, terör örgütlerine veya özel şirketlere devrettikleri muharebeyi bizim Mehmetçiklerimiz iman şuuru ile yapıyorlar ve bu sebeple dünyanın en iyi ordusu durumundalar. Bir asır önce belimizi büken fukaralık bugün üstesinden gelinecek kadar küçüldü, gelir dağılımında adaletin sağlanmasıyla daha da küçülecektir.
Dünün mütegallibeleri ise ellerinden kaçmakta olan dünya siyasetini tanzim etme pozisyonunu kurtarma telaşı içindedirler. Fitne ve fesatla, zulüm ve kanla mazlum milletlerden gasp ettikleri servetlerin üzerine kurdukları refah adacıklarında keyif çatma dönemi sona ermeye başladı. Sömürülen ülkelerin çocukları dört bir yandan üzerlerine gitmeye, alacaklarını istemeye başladılar, mültecilerden kurtulmayı baş siyasetleri haline getiren Avrupa ülkeleri “ihtiyar tilki” numaraları ile bu işten sıyrılamayacaklardır. Hayal edilen tek kutuplu dünya yerini çoktan çok kutuplu dünyaya bırakmaya başlamıştır. O çok kutup içinde Türkiye de bulunmaktadır. Türkiye tırmanma şeridinde duraksamayacak, muhtemelen 14 Mayıs 2023’te yapılacak Başkanlık ve TBMM seçimlerinde halkın şaşmaz iradesi en doğru kararı verecektir.
Sonuç; her çıkışın bir inişi vardır, her nefis gibi her devlet de er-geç ölümü tadacaktır. Önemli olan şey, insaniyetin gereği olarak haysiyetli ve hakkaniyetli bir sistem inşa etmektir. Tıpkı ecdadımızın vaktiyle yaptığı gibi.
[1] Konuyla ilgili bkz; Nursi, B.S. Hutbe-i Şam’iye, s. 43. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/hutbe-i-samiye/arabi-hutbe-i-samiye-eserinin-tercumesi/43.
[2] Bkz; Fikret, T. Anonim, https://www.antoloji.com/han-i-yagma-siiri/
[3] Bkz; Tevfik, R. Anonim, https://www.antoloji.com/sultan-abdulhamid-han-in-ruhaniyetinden-istimdat-siiri/
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD Yayınevi Üçüncü Kitabını Yayınladı
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği bünyesinde 2019 yılında kurulan BAKAD Yayınevi üçüncü kitabını da yayımladı. E-pub kategorisinde yayımlanan bu kitap aynı zamanda BAKAD Günlükleri şeklinde planlanan serinin ikinci yayını olarak “Türkiye ve Dünya Siyasetine Akademik Bakış” adını taşıyor. Kitapta 2020 yılından günümüze kadar ülkemizde ve ülkemizle alakadar olarak dünyada yaşanan önemli hadiselerin analizini ihtiva etmektedir. BAKAD’ın web sayfasında yayımlanan bu analizler, gelecekte geçmişe dönük değerlendirmeler için bir hatıra ve BAKAD’ın yayın politikası açısından tarihe not düşmeyi amaçlamaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
İRAN DEVRİMİ MİADINI DOLDURDU
Tahran’da başörtüsü altından saçı göründüğü gerekçesi ile 13 Eylül 2022 tarihinde ahlâk polisi tarafından gözaltına alınan ve bu sırada gördüğü şiddet nedeniyle de üç gün sonra ölen Mahsa Âmini, uzun müddetten beri biriken öfkeyi açığa çıkardı. Önce kadın direnişi olarak kendini gösteren hareket öfkeli kalabalıkları ve her türden muhalifleri de bünyesine katarak siyasi bir meydan okumaya dönüştü. Belki de İran, 1979 yılında şahlık rejiminin Âyetullah Humeyni tarafından yıkılması ve yerine Şia mezhebine dayalı İslâm Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana en ağır imtihanını vermektedir. Kadınların başörtüsü üzerinden başlayan bu hareket aynı zamanda tersinden okunduğunda 28 Şubat 1997 yılında Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin başörtülerini zorla çıkarmaya çalışan post-modern darbecilere karşı yapılan mücadeleyi hatırlatmaktadır. Türkiye’de darbeciler kaybetmiştir, belli ki İran devriminin Besiçleri de, Devrim Muhafızları (pasdaran) da, mollaları da kaybedecektir. Zaten Türkiye’de ne yaşanırsa 20-30 yıl ara ile diğer İslâm ülkelerinde de benzeri hâdiseler yaşanmaktadır. İran’da ‘nevi şahsına münhasır’ bir cumhuriyet vardır, ama demokrasi yoktur. İran’da devleti milli iradenin yönetmesinin önünde çok büyük engeller bulunmaktadır. Bu engellerin başında da Şia’nin ‘hilafet’ anlayışı gelmektedir. O kadar ki devlet idaresini imanın rükünleri arasına sokan Şia anlayışı aynı zamanda Sünni İslâm ile en büyük ayrışmayı tam da burada yaşamaktadır.
Şiilik İran’da ortaya çıkmamıştır. Ancak İran’ı Şiiliğin en önemli merkezlerinden birisi yapan husus, Fars milli gururunun Hz. Ömer tarafından kırılmasıdır. Roma kimliğinin Hristiyanlığı dönüştürmesi gibi Fars milliyetçiliği de İslam’ı kendileştirme yoluna gitmiştir. Bu hususu analiz eden Bediüzzaman şu tespiti yapmaktadır. “Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; ‘Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir.’ olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlardır[1].
Yani, İslam’ın zuhuru döneminde dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olan Sasaniler Hz. Ömer’in hilafeti döneminde fethedilince bunu milli gururlarına yedirememişler, Hz. Ali’nin hilafeti dönemindeki ihtilaf üzerinden Hz. Ömer’e olan öfkelerini Hz. Ali muhabbeti şeklinde tezahür ettirmişlerdir. İran siyasetinin teferruatına girmeden önce İran hakkındaki bilgileri kısaca hatırlamaya ihtiyaç vardır. Zira İran, bir yandan İslâm dünyasında Şiiliğin liderliğini yaptığı gibi, diğer yandan da Sünni İslâm’ın liderliğini yapan Devlet-i Âli’ye ile tarih boyu rekabet içinde olmuş, bugün de o rekabeti Türkiye’ye karşı devam ettirmektedir.
İran’ın tarihi incelendiğinde kadim bir millet, eski bir medeniyet ve oldukça güçlü devletler karşımıza çıkar. Şüphesiz en temel kırılma İslam’a geçişle yaşanmıştır. 800 yıllık Arap hâkimiyetinden sonra Türk hanedanlarının riyasetinde Şah İsmail ve Şah Abbas vasıtasıyla güçlü bir merkezi hükümet kurmayı başarmışlardır. İran’da Safeviler devlet kuruncaya kadar Şia hâkim mezhep değildi. Safevilerle birlikte Şia İran’ın resmi mezhebi olmuştur. Şiiliğin resmi devlet dini olarak kabul edilmesiyle bu durum ideolojik bir çerçeveye oturtulmuş ve İran kimliğiyle birleştirilmiştir. Bugün İran aristokrasisi ile derin devletinin İslâm ve Şia inancını Pers milliyetçiliğine bir kılıf olarak kullandıklarını söylemek mübalağa sayılmamalıdır.
1979 yılında Humeyni tarafından gerçekleştirilen “İnkılabı İslâmi” ile Pehlevi hanedanı yıkılmış, şahlık rejimi yerine bugünkü siyasi rejimin temelleri atılmıştır. Devrim sonrası batının kışkırtmasıyla başlayan Irak-İran savaşı (1980-1988) her iki ülke için de yıkım olmuş, daha sonra bölge ABD ve İsrail politikalarına göre yeniden şekillendirilmiştir. İran’daki mevcut devlet düzenini, Humeyni tarafından geliştirilen Velayet-i Fakih teorisine dayanarak oluşturulan bir tür anayasal “Dini Liderlik” rejimi olarak tanımlamak mümkündür. Anayasaya göre dini lider iki kademeli de olsa halk tarafından seçilmektedir. Önce halk, dini liderin seçiminde “ikinci seçmen” olarak görev yapan ve din adamlarından meydana gelen Meclis-i Hobregan’ı (Uzmanlar Meclisi), Meclis-i Hobregan ise dini lideri -hayatta kaldığı sürece görev yapmak üzere- seçmektedir. Dini liderin sahip olması gereken özelliklerin kimde bulunduğunu (Âyetullah ve Mercii-i Taklit olma), kimin bu nitelikleri ve şartları taşıdığını da ancak din adamları belirlemektedir.
Şia, seçilmiş hilâfet yerine irsi imâmeti savunduğu ve 12. imamın kayıp olduğu inancı sebebiyle devlete mesafeli durmuş ve bir devlet teorisi geliştirememiştir. Bu sebeple Şiiler yaşadıkları yerlerde devletten uzak durmak, vergi vermemek, ihtilafları kendi içinde çözmek ve zaman zaman da devlet iradesiyle çarpışmak durumunda kalmışlardır. Osmanlı Devletindeki Şahkulu (m. 1511) ve Celâli isyanları (m.1519), hatta 1937 yılında yaşanan Dersim Hâdisesi buna şahittir.
Şiiliğin devlet doktrini olarak uygulanmasında İran’da iki ana akım bulunmaktadır. Bunlardan usuliler (içtihat) ve ahbariler (kitap, sünnet ve imamlara uyma) arasındaki mücadelede liderliğini Humeyni’nin yaptığı usuliler galip gelmişlerdir. Usuliler devletin irsi olarak ehli beyt imamları tarafından yönetilmesi gerektiğine kâni olmakla beraber 12. imam olarak kabul ettikleri Mehdi’nin kayıp olduğuna ve yokluğunda onun yerine Âyetullah’ın velayet hakkını kullanması ve halkın ona tabi olması gerektiğine karar vermişlerdir. Usuli gelenekten gelen Humeyni velayeti fakih anlayışını tevhit doktrini olarak yeniden kurgulamıştır. Buna göre en üst otorite Allah’a aittir. Hükmü icra 12. imam olan Mehdiye ait olup o gelinceye kadar velayeti fakih tarafından vekâleten kullanılacaktır. Siyaset ile din müttehittir. İhtilaflar usuli geleneğine göre içtihatla çözülecektir. İslâmi olmayan yönetimlerle (bu muğlak ifadenin içine halkı Müslüman olan devletler de girmektedir) zafere kadar savaşılacaktır.
İran İslâm Cumhuriyeti sistemini diğer devlet düzenlerinden farklı kılan en önemli birim, Dini Liderlik (Velayet-i Fakih) kurumudur. Rejiminin meşruluk kaynağı Velayet-i Fakih ilkesi ve onu uygulayan önderlik makamında toplanmıştır. Anayasa’ya göre nihai otorite, Mehdi gelene kadar Dini Lider’e aittir. Son karar verme mercii olarak önderin tüm güçler üzerinde sıkı bir denetimi vardır. İslâmi devletin egemenlik araçları olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üzerinde hep önderlik makamı vardır. Dini lider, Meclisi Hobregan tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Meclisi Hobregan’a kimin seçileceği kararı ise 6 üyesi Dini Lider, diğer 6 üyesi de Meclis tarafından seçilen Şura-yı Nigehban-ı Kanunu Esasi adlı 12 kişilik bir derin yapı tarafından verilmektedir. Böylece halka gitmeden birbirini seçen kurumlar oluşmakta ve bu tek kale oyunun tüm oyuncuları da imam-ı mâsum addedilen veya onun yetkilerini vekaleten kullanan Dini Lider tarafından belirlenmektedir. Sünni inancında ismet (masumiyet) sıfatı sadece peygamberlere mahusus olup bunun dışındaki tüm insanların hata ve günahtan hâli olmadığı kabul edilir.
İran 1979 yılından beri veliy-yi fakih (dini lider) Âyetullahlar tarafından yönetilmektedir. Dini lider hem yasama, hem yürütme hem de yargı üzerinde mutlak yetkilere sahiptir. Özellikle ordu yönetiminin subaylardan ulemaya aktarılmasıyla ordunun vazifesi, sadece İran’ı korumak değil, Allah’ın kanunlarını geçerli kılmak (gerçekte İran devrimini ihraç etmek) için cihat etmek olarak tanımlanmıştır. Dünyadaki Müslümanların %90’ı Sünni İslâm inancında olduğu için İran’ın cihat anlayışının hedefinde de maalesef gayrı Müslimler değil Müslümanlar bulunmaktadır. İran’ın neden Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı desteklediği, Osmanlı döneminde sürekli Avrupa devletleri ile ittifaklar kurarak işbirliği yaptığı, bugün de Türkiye’ye hasım çevrelerle, hatta terör örgütleriyle yakınlaştığı, bu siyasetinden de hiç vazgeçmeyeceği kolayca anlaşılabilir.
İran’ın bu zaafı küresel güçler tarafından gayet iyi bilinmekte ve ustaca kullanılmaktadır. Özellikle Hindistan yolunu kontrol etmek isteyen İngilizlerin Arabistan’da tahrik edip destekledikleri Vahhabi hareketinin tefritçiliği (zâhirilik), İran Şia’sının ifratçılığı (bâtınilik) İslâm dünyasında vasatın (ehli sünnet) zayıflatılması için bir kutuplaştırma aracı olarak kullanılmış, bugün de Hizbullah ve Haşdi Şâbi gibi örgütlerle el Kaide, IŞID ve benzeri örgütler üzerinden kullanılmaya devam edilmektedir. ABD’nin Irak ve Suriye’ye müdahalesi ile İran’ın önü açılmış, nüfuz alanı Irak, Suriye ve Lübnan’dan Yemen’e kadar uzatılmıştır. Bu sebeple zâhirdeki gerek İran-ABD gerekse İran-İsrail münafereti bir kayıkçı kavgası hissi uyandırmakta; Azerbaycan’a karşı ABD, Rusya ve Fransa safında yer alması ile Türkiye’ye karşı PKK desteğinde yine benzer pozisyonda olmasının mantıklı bir açıklaması bulunmamaktadır. Son tahlilde İran Şii kimliği sebebiyle Sünni İslâm’a karşı Batılı güçler tarafından eskiden olduğu gibi bugün de kullanılmaya devam edilecektir.
[1] Nursi, B. Said, Mektubat, s. 354, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-sekizinci-mektub/354
Konuyla ilgili daha teferruatlı bilgi için bkz;. Nursi, Said (1976). Lem’alar, s. 18-21, Sözler Yayınevi.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATININ KİRLİ SİLAHI; TERÖR
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
İkinci Dünya Harbinin galipleri tarafından şekillendirilen dünya siyaseti miadını çoktan doldurdu. ABD liderliğindeki batı ittifakı tarafından kurulan başta Birleşmiş Milletler ve altındaki diğer uluslararası kuruluşların küresel siyaseti belirleme ve kontrol etmede örtülü bir yapı olarak batı ittifakına nasıl hizmet ettiği ayan beyan ortaya çıktı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra rakipsiz kalan ABD ve küçük ortakları “düşmansız yaşanmaz” sosyo-psikolojisini işleterek Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinden mülhem güvenlik mimarisini yapılandırmada yeni düşman olarak İslâm’ı seçtiler. Bu kapsamda NATO vizyonunda önce “fundamentalizm” sonra “cihadizm” en sonunda da “İslâmî terör” etiketleri ile medyadan akademiye tüm iletişim kanallarını kullanarak İslâmofobi veya daha doğru bir ifade ile İslâm nefretini yaydılar. Daha sonra da işgal, iç harp ve vahşi sömürü metotları uyguladıkları İslâm ülkelerini “yeni tehdit” olarak pazarlamaya çalıştılar.
Meseleyi ülkemiz açısından ele alırsak, her ne kadar NATO ve Avrupa bağlantılı birçok kuruluşun içinde yer alsak da ABD liderliğindeki batı ittifakının “ötekileri” listesinde olduğumuz, hatta “düşman” olarak görüldüğümüz bir gerçektir. Sovyet tehdidine karşı içine girdiğimiz NATO’nun bizim için ne denli bir tehlike olduğu, yaptırdıkları darbeler; kurdukları, kurdurdukları ve kullandıkları terör yapıları ile geç de olsa anlaşıldı. Truva atı olarak kullandıkları demokrasi heykelinin içinde ne tür melanetler sakladıkları alenen ortaya çıktı. İslâm dünyasını parçalamak, etkisiz hale getirmek ve başta enerji kaynakları olmak üzere diğer zenginliklerini sömürmek için kullandıkları taşeron terör yapılarına ilave olarak Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi kurmaca devletleri de vekaletler savaşının parçalarına dönüştürdükleri görüldü.
13 Kasım 2022 tarihinde İstanbul Taksim’de patlatılan bombanın ardında ABD ve onun kullandığı terör aparatlarının var olduğu ortaya çıktı. Emniyet ve istihbaratımızın hâdiseyi kısa sürede çözmesi, failleri yakalamadaki hızı ve başarısı takdire şâyandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun; “ABD’nin taziyesini kabul etmiyoruz, verilen mesajı anladık, misliyle mukabele edeceğiz!” demesi ve bir hafta sonra Irak’ın güney doğusundan Suriye’nin kuzey batısına kadar 650 km’lik bir mesafede ABD’nin terörde stratejik ortakları olan PKK ve PYD’nin kafalarının kırılması, diğer yandan da Yunanistan’a “bir gece ansızın..” mesajı verilmesi girişilen mücadelenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Türkiye bu harekatta kendi savaş makine, teçhizat ve mühimmatlarını kullanarak açık bir güç gösterisi yapmış, güvenlik boyutunda Batı’ya olan teknoloji bağımlığının sona ermek üzere olduğunu herkese göstermiştir.
Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki Batı ittifakı hükümranlığını ileri teknoloji tekeline bina etmişti. Artık ileri teknoloji üstünlüğüne dayandırdıkları küresel hegemonyanın son kullanım tarihi geçmek üzeredir. Japonya’dan Çin’e, Güney Kore’den Hindistan’a kadar dünyanın pek çok ülkesinde Batı’nın teknoloji tekeli kırılırken Batı hegemonyasına meydan okuyan milletlerin elinde “enerji ve gıda” gibi batıya diz çöktürecek iki stratejik silahla dünyada neredeyse tekel oluşturdukları da son “tahıl krizi” ile belirgin hale gelmiştir. Tek kutuplu dünya ile birlikte teknoloji tekeli de yıkılırken, Batı’nın muhtaç olduğu pek çok alanda dünya siyasetini yeniden belirleyecek yeni güç odakları ve kutuplar ortaya çıkmaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLÂTI VE YAVUZ SULTAN SELİM’İN RÜYASI
“İhtilâf u tefrika endişesi, kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz, ittihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.”
Yavuz Sultan Selim
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin zirve döneminin üç büyük padişahından birisi olan Yavuz Sultan Selim, oldukça kısa sayılabilecek (8 yıl) bir padişahlık döneminde İslâm dünyasını birleştiren nadir hakanlardan birisidir. Selahaddin Eyyubi’nin Mısır’daki Şii Fatımi devletine son vererek o dönemde bir iç ihtilafı çözmesi gibi Yavuz Sultan Selim de Şah İsmail’i bertaraf ederek Osmanlı Devleti’nin ayaklarına dolanan bir gaileyi aşmış, Mısır’la birlikte tüm Arabistan’ı da aynı sancak altında toplayarak İslâm birliğini gerçekleştirmişti. Hilâfet, Osmanlı padişahlarının uhdesinde tüm Müslümanlar için emniyetli bir sığınağa dönüşmüştü. Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin vefatı ile o sığınak yıkıldı ve bir asırdır Müslümanlar dünya üzerinde müstevlilerin katl, sömürü, soygun ve tuzakları altında iç çekişmeler, birbiri ile mücadeleler ile Yavuz Selim Han’ın endişelerinin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi.
İslâm ülkeleri, kendi aralarında ihtilafları bertaraf ederek birlikler kurmak yerine, ecnebilerin kurdukları birliklerin pasif üyeleri olarak kaldılar, üstelik onların siyasetlerinin finansmanı için üyelik aidatı ödediler. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere neredeyse tüm uluslararası teşkilatların bir tanesinin bile tepe yöneticisi olamadılar, siyasetlerinin belirlenmesinde söz sahibi olamadılar, uysal üyeler olarak bütçelerine cömertçe katkı sağladılar. Ecnebilerin çıkardığı veya körüklediği ihtilafların halli için yine ecnebilerin kurdukları masalardan medet umdular.
21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’nın yakılması ile gözlerini yarı aralayan İslâm ülkeleri ilk defa birlik kurma ihtiyacı hissettiler ve İslâm İşbirliği Teşkilatı böylece doğdu. Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyesi olan (57 ülke) İslâm İşbirliği Teşkilatı maalesef kendinden bekleneni bir türlü veremedi. Zira halkı Müslüman olan bu üye ülkelerin bir kısmının yöneticileri ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin vesayeti altında bulunmaktadır. Dünya enerji kaynaklarının yaklaşık üçte ikisini elinde tutan İslâm dünyası sadece petrol ve gaz üzerinden geliştireceği bir strateji ile küresel bir siyasi güç olma imkânına sahipken bu kartı bile doğru-dürüst kullanamamaktadır. Bu petrol ve gaz zengini ülkeler sadece İslam’ın farz bir emri olan zekâtlarını fakir İslâm ülkelerine verseler İslam dünyasında fukaralık kalmayacakken bugün dünyanın en sefil, aç, fakir insanları yine bu tarafta yaşamaktadır. Ne siyasi ne de iktisadi bir rol oynamaktan uzak olan İslâm İşbirliği Teşkilatı ne yazık ki “kalıbının adamı” olmaktan hayli uzaktadır.
Keza 15 Haziran 1997 tarihinde Başbakanı Necmettin Erbakan tarafından İstanbul’da temelleri atılan D-8 Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı da neredeyse unutulmuş durumdadır. Türkiye, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya ve Pakistan’ın üye olduğu D-8 İslâm İşbirliği Teşkilatı için bir lokomotif olabilecekken, “şeytan taşlamaktan bir türlü tavafa fırsat bulamamaktadır.”
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991’de dağılması ile yeni bir umut ışığı doğmuştur. Yine Türkiye’nin liderliğinde Türk Devletleri Teşkilatı’nın temeli 1992 yılında Ankara’da ilki düzenlenen “Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi” ile atılmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkan Türk devletleri ile yakın münasebetler kurmuş ancak ilişkiler istenilen hızda gelişmemiştir. Nihayet SSCB’den bağımsızlıklarının 30. Yılında Türk Devletleri Teşkilatı sahayı vücuda gelebilmiştir.
Türk Devletleri Teşkilatı üyesi Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan cumhurbaşkanları 9. Zirvesi 12 Kasım 2022 tarihinde Semerkant’ta toplanarak önemli kararlar almıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rus-Ukrayna savaşında ortaya koyduğu arabuluculuk, özellikle dünya gıda krizini önlemede önemli bir yer tutan, Ukrayna ve Rusya’nın tahıl ürünlerini Karadeniz üzerinden dünya pazarlarına ulaştırabilmesi için imzalanan ‘Tahıl Koridoru Anlaşması’nın 4 ay daha uzatılmasını sağlamada ortaya koyduğu liderlik takdir edilmiştir.
Toplantıya gözlemci üye sıfatıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (Neden adı Kıbrıs Türk Cunmhuriyeti olmaz ki?) Macaristan ve Türkmenistan da iştirak etmiştir. Özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir uluslararası kuruluşa gözlemci üye olması “dünya bizden sorulur” havasındaki bazı ülkelerin hoşuna gitmemiştir. Macaristan’ın durumu ise sükûtla geçiştirilmektedir. Türkmenistan’ın üyeliği ile 4,5 milyon km2 lik bir coğrafyada 180 milyonluk bir nüfus ve Satınalma Gücü Paritesi ile 4,5 trilyon dolarlık bir iktisadi güce tekabül eden Türk Devletleri Teşkilâtı haklı olarak “Biz birlikte daha güçlüyüz” demektedir.
İnşallah Türk Devletleri Teşkilâtı önceki örneklerden farklı bir çizgide ilerler ve diğer işbirliği teşkilatlarına da hüsnü misal olur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
GRİZU SADECE TÜRKİYEDE Mİ PATLAR?
GRİZU SADECE TÜRKİYEDE Mİ PATLAR?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Bartın’ın Amasra ilçesindeki kömür ocağında 15 Ekim 2022 tarihinde meydana gelen grizu patlaması sonucu 41 madencinin ölümü üzerine dikkatler maden ocaklarında yaşanan kazalara ve grizu patlamalarına çevrildi. Bu can yakıcı ve elim kazaların neden önü alınamıyor, gelişmiş ülkelerde de kömür ve diğer madenler çıkarılırken neden bizdeki kadar ölüm olmuyor, grizu sadece Türkiye’de mi patlıyor şeklinde sorulara cevap aranmaya başlandı. Biz de önce grizunun ne olduğunu kısaca açıklayarak konuyu ele alalım. Fransızcadan dilimize geçen grizu, metanla havanın karışımını ifade eden bir gaz ihtilatıdır. Yeraltı çalışmalarında patlayıcı ortama zemin hazırlayacak miktarda metan gazı çıkma ihtimalinin olduğu yerler ise grizulu alan olarak tarif edilmektedir. Renksiz, kokusuz ve yanıcı bir gaz olan metan, yeterli miktarda oksijenin, patlayıcı gazın (CH4) % 4’ün üzerine çıkması ve bir tutuşturucu kaynağı ile teması sonucunda gerçekleşmekte ve şiddetli patlamalara yol açmaktadır. Mamafih madencilik sektöründeki teknolojik gelişmeler grizu patlamalarının sebep olduğu ölüm ve yaralanmaları asgari seviyelere indirmiş durumdadır.
Kömür çok eski ve en temel enerji kaynaklarından biridir. Elbette kendi kaynaklarımızı kullanarak enerjide önemli bir yer tutan kömürde dışa bağımlılığı asgariye indirmek zaruridir. Dünyada kömür istihsali ile ilgili genel duruma bakıldığında Türkiye’nin kömür üretiminde 11. sırada yer aldığı görülür. Tablo 1’de de görüldüğü üzere 2020 yılı itibariyle Türkiye’de 708.000.000 ton kömür çıkarılmıştır.
Tablo 1: Dünya Kömür İstihsali Ülke Sıralaması (Milyon Ton)
Sıra | Ülke | 2020 | 2019 | 2018 | 2017 | 2016 | 2015 | 2014 | 2013 |
1. | Çin | 3,902.0 | 3,846.3 | 3,697.7 | 3,523.2 | 3,411.0 | 3,747.0 | 3,874.0 | 3,974.3 |
2. | Hindistan | 756.5 | 753.9 | 760.4 | 716.0 | 692.4 | 677.5 | 648.1 | 608.5 |
3. | Endonezya | 562.5 | 616.1 | 557.8 | 461.0 | 434.0 | 392.0 | 458.0 | 474.6 |
4. | ABD | 484.7 | 640.8 | 686.0 | 702.3 | 660.6 | 812.8 | 906.9 | 893.4 |
5. | Avustralya | 476.7 | 504.1 | 502.0 | 481.3 | 492.8 | 484.5 | 503.2 | 472.8 |
6. | Rusya | 399.8 | 440.9 | 441.6 | 411.2 | 385.4 | 373.3 | 357.6 | 355.2 |
7. | Güney Afrika | 248.3 | 258.4 | 250.0 | 252.3 | 251.2 | 252.1 | 260.5 | 256.3 |
8. | Kazakistan | 113.2 | 115.0 | 118.5 | 111.1 | 102.4 | 106.5 | 108.7 | 119.6 |
9. | Almanya | 107.4 | 131.3 | 168.8 | 175.1 | 176.1 | 183.3 | 185.8 | 190.6 |
10. | Polonya | 100.7 | 112.4 | 122.4 | 127.1 | 131.1 | 135.5 | 137.1 | 142.9 |
11. | Türkiye | 70.8 | 87.1 | 83.9 | 99.8 | 70.6 | 58.4 | 65.2 | 60.4 |
Kaynak: Statistical Review of World Energy 2021, 70th edition.
Türkiye kömür üretimi açısından önemli bir yerde olmakla birlikte, kömür istihsalindeki kaza oranlarında da maalesef ön sıralarda bulunmaktadır. Bizden çok daha fazla kömür üreten ülkelerle mukayese edildiğinde onlardan çok fazla can kaybı ve yaralanma yaşanmaktadır.
Maden kazaları ve bu kazalarda yaşanan can kayıplarının son yıllarda gelişen teknoloji ve maden çıkarmada kullanılan yeni teknikler ve kazalara karşı geliştirilen tedbirler sayesinde giderek azaldığı görülmektedir. Aşağıdaki grafikte de görüldüğü üzere son 40 yılda maden kazalarındaki ölen madenci sayısının yüzbin kişi başına 200’lerden 30’lu sayılara gerilediği görülmektedir.
Grafik 1: Yıllara Göre Dünyada Madenci Ölümlerinin Sayısı ve Oranı (1983 – 2021)
Kaynak: https://wwwn.cdc.gov/NIOSH-Mining/MMWC/Fatality/NumberAndRate
İş kazaları üzerinden konuyu daraltarak ABD, Polonya ve Türkiye’deki iş kazası sayılarına bakılacak olursa Türkiye’nin yine kabul edilemez bir noktada olduğu görülür. Grafik 2’de 2010-2019 yılları arasında iş kazası geçiren madenci sayıları verilmektedir. ABD ve Polonya’da yıllar içinde bir iyileştirme olduğu görülürken Türkiye’de dalgalı bir seyir ve artma müşahade edilmektedir.
Grafik 2: Türkiye, ABD ve Polonya İş Kazası Geçiren Madenci Sayıları (2010-1019)
Kaynak: TMMOB (2021). Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, s.14.
Eğer ölüm oranlarına bakılacak olursa durumun daha da vahim olduğu ortaya çıkar. Grafik 3’de Türkiye, ABD, Avustralya, Ukrayna ve Polonya’da 2010-2019 yılları arasında hayatını kaybeden madenci sayıları görülmektedir.
Grafik 3: Türkiye, ABD, Avustralya, Ukrayna Ve Polonya’da Yaşanan Madenci Ölüm Sayıları (2010-2019)
Kaynak: TMMOB (2021). Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, s. 16
Tüm bu veriler Türkiye’de yanlış giden bir şeyler olduğunu açıkça göstermektedir. Konunun uzmanları mevzuat açısından bir eksiklik olmadığını fakat icraat noktasında ciddi noksanlıkların olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca denetim, hesap sorma, hesap verme, cezaların caydırıcılığı hususlarında da eksiklikler bulunmaktadır.
Dünya genelinden Türkiye özeline indiğimizde Cumhuriyet dönemine ait sağlıklı istatistiki verilere ulaşılamadığını, ancak 1941 yılından bu yana 3 binden fazla insanın maden kazalarında öldüğünü söyleyebiliriz. Madenlerde en çok görülen kaza sebepleri arasında grizu patlamaları başı çekmektedir. Tablo 2’de 1983’den günümüze yaşanan maden kazalarının listesi görülmektedir.
Tablo 2: Türkiye’de Maden Kazaları ve Grizu Patlaması İle Ölen Madenci Sayısı
Yıl | Yer | Ölü |
1983 | Zonguldak/Armutçuk | 103 |
1983 | Zonguldak/Kozlu | 10 |
1983 | Karaman/Ermenek | 12 |
1986 | Erzurum/Oltu | 6 |
1988 | Kütahya/Gediz | 6 |
1990 | Amasya/Yeniçeltek | 68 |
1992 | Zonguldak/Kozlu | 263 |
1995 | Yozgat/Sorun | 40 |
1996 | Çankırı/Yapraklı | 5 |
2003 | Erzurum/Aşkale | 7 |
2003 | Karaman/Ermenek | 10 |
2005 | Kütahya/Gediz | 18 |
2007 | Balıkesir/Dursunbey | 17 |
2009 | Bursa/Mustafakemalpaşa | 19 |
2010 | Balıkesir/Dursunbey | 17 |
2010 | Zonguldak | 30 |
2013 | Zonguldak/Kozlu | 8 |
2014 | Muğla/Soma | 301 |
2022 | Bartın/Amasra | 41 |
Kaynak: Resmi raporlardan derlenmiştir.
Türkiye, maden kazaları sonucu yaşanan ölümlerde dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Her kazadan sonra yoğun tartışmalar yapılmakta, ancak hiçbir iyileştirme yapılmadan günler geçirilmekte, bir sonraki kazada “ucu nereye kadar varırsa..” iddialı davalar açılmakta, soruşturmalar yapılmakta ama için ucu bir türlü bulunamamakta, sonuç hiç değişmemektedir. Amasra’da yaşanan maden kazasında da değişen bir şey olmayacaktır. Bir hafta sonra konu unutulmaya bırakılacak, önceki maden kazalarında akıbet ne olduysa burada da aynısı olacaktır. Çünkü meseleye yaklaşım tarzı sonucun nasıl olacağını ortaya koymaktadır.
Sonucu değiştirmeyen tartışmalar bıkkınlık vermekte, hele maden kazalarındaki ölümlerin sorumluluğunu kadere yükleyerek kurtulma kolaycılığı pes dedirtmektedir. Temel iman esaslarından olan kader meselesi artık tüm suçluların cankurtaran simidine dönüşmüş durumdadır. Katili, cânisi, hırsızı-uğursuzu sözüm ona hep “kader mahkûmudur.” Kendisi mâsumdur! Acaba bu iddiaların gerçekle bir alâkası var mıdır? Bu konuya kısa bir açıklama getirerek mevzuyu sonlandırmak isterim.
İşin özü şudur. Kadere iman, herşeyin ilm-i İlahi dahilinde olduğuna, hayır ve şerrin Allah’ın yaratması ile olduğuna, iman demektir. Peki, Allah hayrı yaratıyor, ama şerri niye yaratıyor? Şer olarak gördüğümüz şeylerin yaratılması şer midir? Bu konuyu merak edenlerin Said Nursi’nin Kader Risalesini ve onun bir nevi izahı hükmünde olan merhum Mehmed Kırkıncı’nın Kader Nedir isimli kitabını okumalarını tavsiye ederim. Bu kitaplara internetten kolayca ulaşılabilir. Konuyu kısaca özetlemek gerekirse anahtar kelime “halk-ı şer, şer değil; kesb-i şer, şerdir.” Yani Allah’ın yarattığı (biz hayır olarak veya şer olarak görelim) her şey; kömür olsun, gaz olsun, maden olsun, ateş olsun, su olsun, her ne olursa olsun varlığı ve yaratılışı hayırdır. Ancak varlıkların insan hayatını tehdit edecek ve ölüme yol açacak şekilde kullanılması şerdir. Mesela ateş ve su insanlığın istifade ettiği en değerli nesneler iken insan kaynaklı hatalardan meydana gelen sel felaketi veya yangın afeti birer şerdir ve adresi de insandır. Binaenaleyh madencilikte ortaya çıkan grizu felaketleri de insan hatasının bir neticesidir, mes’ulü de insanlar ve sorumlu kişilerdir. Ancak “güç yetmez, takat getirilemez” çaptaki insan gücünü aşan zelzele, kasırga, tayfun, tusunami, volkan patlaması vb. gibi her türlü kazada beşer olarak elden gelen yapıldıktan, gerekli tedbirler alındıktan sonra kadere boyun bükmekten başka çare de yoktur. Zaten bu hususta tüm ülkeler eşit duruma gelmekte, kimseye de bir şey söylenmemektedir. Bu ince nokta gözden kaçırıldığında tartışma yanlış yerlere gitmekte ve kaza-bela hususunda ülkemiz liste başı olmaktan kurtulamamaktadır. Hülasa “deveyi sağlam kazığa bağlamadan tevekkül etmek” doğru değildir. Kul cüzi iradesiyle, güç ve takati yettiğince gerekli tedbirleri alacak, sonra külli iradeye yani iradeyi İlahiye tevekkül ile teslimiyet gösterecektir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KRALİÇE 2. ELİZABET’İN ARDINDAN
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Ülkemizde İngiltere kraliçesi olarak bilinen 2. Elizabeth 96 yaşında 70 yıllık saltanatın ardından 8 Eylül 2022 tarihinde öldü. Saltanatının şümulüne bakıldığında sadece İngiltere değil aralarında Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da olduğu İngiliz Milletler Topluluğu üyesi 16 ülkenin de 1952 yılından beri kraliçesi idi. 2. Elizabeth sadece bir kraliçe değil aynı zamanda İngiliz kilisesi demek olan Anglikan kilisesinin de başı idi. Yani bir nevi Osmanlı Devletindeki Halifenin benzeri bir konumu ve nüfuzu vardı. Binaenaleyh Birleşik Krallık veya bizim ifademizle İngiltere ne bir cumhuriyet ne de laik bir ülke idi. Ölümünün başta İngiltere ve İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olmak üzere tüm dünyadaki yankılarına hepimiz şahit olduk. İngiltere hemen matem havasına bürünürken TV sunucuları siyahlar giymiş ve ülkemizden hızını alamayan bir hanım haber sunucusu da o gün siyahlar giyerek o mateme iştirak etmişti.
2. Elizabeth 10 gün süren matemin ardından 19 Eylül 2022 tarihinde Windsor Kalesi’ndeki St. George Şapeli’ne (küçük kilise) gömüldü. Anadolu Ajansının haberine göre Yaklaşık 2000 davetlinin katılımıyla düzenlenen cenaze töreninde 500’e yakın ülke lideri ve üst düzey isim yer aldı. R. Tayyip Erdoğan cenazeye haklı ve isabetli olarak katılmadı, çünkü bazı devlet başkanlarına özel arabalarıyla cenazeye iştirak sağlanırken Türkiye’nin de içinde bulunduğu “diğer” ülke başkanlarına cenazeye otobüsle gelebilecekleri şeklinde bir ayrım yapılmıştı.
2. Elizabeth’in ölümünün ardından bizimle de alakalı bazı sorulara cevap aramak gerekmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti de Birleşik Krallık gibi cihanşümul bir devlet idi, ikisi de dağıldı. Osmanlı Devleti isyanlar, ihtilâller ve nihayet 1. Dünya Harbi ile atomize oldu ve bünyesinden 30 küsur devletçik çıktı. Sadece dağılmakla kalmadı, bu devletçiklerden özellikle de halkı Müslüman olanlarla araya onulmaz bir husumet girdi. Pay-i Tahtın hilafet yetkisi de ortadan kaldırılınca İslâm dünyasında Türkiye’ye karşı bir küskünlük doğdu. Totaliter bir cumhuriyet rejiminin “batılılaşma ve modernleşme” adına halka rağmen yaptığı devrimler ile Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı tipte bir laiklik anlayışıyla içeride İslâmî değerleri tezyif etmesi, sadece hariçte değil dâhilde de bir soğumaya yol açtı. Hakaret ve aşağılamalar sadece saltanata değil, hilafete de üstelik devlet kurumları eliyle yapıldı. İslâm ülkeleri ile ticaret bile yapılamaz oldu. Çok zengin enerji kaynaklarına sahip olan İslâm ülkeleri Batı’nın sömürgelerine dönüştü. Bir asır sonra bile Osmanlı düşmanlığı şeklinde özetlenebilecek bu hastalıklı anlayışın İzmir belediye başkanı ağzından tezahür edebilmiş olması düşündürücüdür. Bizdeki bu anlayışa karşılık yıllarca sömürdüğü ülkelere güya bağımsızlık verildikten sonra bile üzerlerine İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) adıyla yeniden oturan ve hakiki batılı olan İngiltere ne yaptı? Tacı mı bıraktı? Hayır. Bir nevi hilafet uygulaması olan Anglikan kilisesinin başı olmaktan mı vaz geçti? Yine hayır. Avrupada yüzyıllarca süren din savaşlarının acısınını hatırlayarak laikliği mi kabul etti? Yine hayır. Peki, İngiltere demokratik, modern ve batılı bir devlet vasfını kayıp mı etti? Yine hayır. O zaman sormazlar mı 2. Abdülhamid’in 1876’da kurduğu ve 1908’de yeniden yapılandırdığı meşrutiyetin Birleşik Krallıktaki yapıdan idari mânada ne farkı vardı ki üzerine bu kadar kin kusuldu ve reddi miras edildi? Neden hâlâ bir kesimde bugün bile İngiliz hayranlığı ile Osmanlı düşmanlığı devam ediyor?
Tüm bunlar milletimizin ne isteği, ne de günahıdır. Enerjimizi tüketen ve sürekli bir iç kanamaya yol açan geçmiş ve tarih düşmanlığının kökünde itiraf etmek gerekir ki ülkemizde vaktiyle köşeleri tutmuş batıcı egemen kesimlerin İslâm nefreti yatmaktadır. Bugün dışarıda sıkça rastlanan İslâmofobinin onlardan geri kalmayanı fosilleşmeye başlasa da içimizde yaşamaktadır.
İkinci temel soru ise İngiliz tahtının gücüdür. İngiliz tahtının gücü bugüne kadar nasıl korunabilmiştir? Biz ise neden mahrum bırakıldık? Kim iyi yaptı, kim kötü yaptı? Saltanat sembolik hale getirilip Hilafetle devam edebilirdi veya en azından hilafet devam edebilirdi. Bunun tartışılmasına bile rıza göstermeyen azgın azınlıkların var olduğu elbette sır değil. Ayrıca saltanat İslâmın mecbur ettiği bir idare tarzı da değil. Ancak hariç de değil. Aslolan ma’şeri vicdanın rızası (biatı veya bugünkü manada oy vermesi) ile idarecilerin ve meşveret meclisinin teşkili, ülke idaresinde adalet ve devlet umurunun ehil ellere tevdi edilmesi yani liyakatten taviz verilmemesidir. Devletlerin adı veya idare tarzı şu veya bu olabilir. Nitekim monarşi ile idare edilen İngiltere’nin demokrasisi cumhuriyetle idare edilen Fransa’dan geri sayılmıyor. Osmanlı DEvletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte yapılan hatayı İngilizler yapmamıştır. Bugün İngiliz kralı olan 3. Charles anası gibi Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda başta olmak üzere 16 devletin de devlet başkanıdır. Bu devletlere başbakan atamaktadır. Birleşik Krallığın parçası sayılan bu 16 devlet Britanya Kraliyet ailesinin yönetimindedir. Bu ülkelerden biat alan Kral 3. Charles devlet başkanı görev ve yetkilerini, kendisi tarafından atanan genel valiler aracılığı ile sürdürmektedir. Bunun yanında kralın Anglikan kilisesinin başındaki dini liderliği de devam etmektedir. Ayrıca kral 37 ülkeden müteşekkil İngiliz Milletler Topluluğunun da başkanıdır. İngiliz Milletler Topluluğunun ekseriyeti Britanya İmparatorluğu’nun eyaleti veya sömürgesi olmuş ülkelerdir ve kendi rızalarıyla bu topluluğun bir parçası olarak kalmaya devam etmektedirler. Biz ise yanı başımızdaki Suriye, Irak, Mısır, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri ile bile ihtilaflarımızı halledemedik. Oralarda da İngiliz’in ABD’nin ve diğer batılı ülkelerin parmakları, güçleri ve etkileri bizden daha fazla.
Kim iyi yapıyor? Kim kötü yapıyor?
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Devletin varlık sebeplerinin ilk beşi arasında bulunan halkın eğitim ihtiyacının karşılanmasında en temel unsur olan öğretmenlik mesleğine yönelik nihayet beklenen adım atıldı ve Öğretmenlik Meslek Kanunu RG’nin14.02.2022 tarih ve 31750 sayında yayımlanarak meri-ül icra oldu. Kanunu detaylandıran Aday Öğretmenlik ve Öğretmenlik Kariyer Basamakları Yönetmeliği de RG’nin 12.05.2022 tarih ve 31833 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece öğretmenlik, eğitim ve öğretim ile bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği olarak tanımlandı ve aday öğretmenlik döneminden sonra öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağına ayrıldı. Çok gecikmiş olmakla birlikte Öğretmenlik Meslek Kanununun çıkarılmış olması eğitim camiası başta olmak üzere tüm ülkemiz için büyük bir kazançtır. Ülkelerin en büyük gelir kaynağı ve sermayesi para veya değerli madenlerden önce eğitilmiş, nitelikli beşeri sermayesidir. İkinci dünya harbinden sonra yerle bir edilen Japonya ve Almanya’yı bugün dünyanın ilk beş büyük iktisadi gücü arasına sokan kaliteli insan gücü ve beşeri sermayesi olmuştur.
Ancak bu kanun ve yönetmelik öğretmenlik mesleğinin tüm sıkıntılarını bertaraf etmiş değildir. Daha yapılması gereken çok idari düzenleme ve iyileştirme çalışması vardır. Bunların başında da neredeyse her meslek grubuna öğretmen olma hakkı tanınmasına bir son verilmesidir. Eğer bir gün eğitim sendikaları ve öğretmenler greve gideceklerse veya hükümetlerle pazarlık masasına oturacaklarsa en öncelikli ve en vazgeçilmez talepleri eğitim fakültesi mezunu olmayan kişilerin öğretmenlik mesleği dışında tutulması olmalıdır. Eğitim sendikalarının müştereken bir oda kurmaları ve tıpkı tabipler odası, barolar birliği gibi bir hüvviyet kazanarak mesleklerine sahip çıkmaları zaruridir. Nasıl aynı alanda eğitim alan mesela bilgisayar sistemleri öğretmenliği mezunu olan bir kişiye mühendislik hakları verilmiyor, bilgisayar mühendisi olması için asgari mühendislik tamamlama eğitimine tabi tutuluyorsa aynı kural diğer meslek mensupları için de cari olmalıdır. Aksi takdirde mesela 5 yıl tarih öğretmenliği eğitimi alan bir kişinin önüne daha düşük puanla edebiyat fakültesi tarih bölümünde 4 yıl okuyan ve uyduruk bir pedagojik formasyon eğitimi alan bir kişi geçebilmektedir. Eğer o kişi gerçekten tarih öğretmeni olmak istiyorsa aynı isteği duyanlarla en başta üniversite sınavında yarışmalı ve tarih öğretmenliği eğitimi almalıdır. Bu örneğin diğer öğretmenlik alanlarında da pek çok misali vardır ve öğretmenlik eğitimi almayanların öğretmenlik haklarından faydalanmaları yerden göğe haksızlıktır.
Bu düzenlemeyi yapanların iyi niyetlerinden de her zaman şüphe etmek gerekir. Siyasi rant dağıtmakta siyasetçiye alternatifler sunan bu tip düzenlemeler adalet ve hakkaniyet duygusunu zedelemektedir. Geçmişte bunun daha acı örnekleri de yaşanmıştır. Kısa bir tarih turu yaparak bu örneklerden iki tanesine bir göz atalım. Bunlardan en talihsizi ve eğitimsistemine en zarar verici olanı, öğretmen okullarını kaldırdıktan sonra açığa çıkan öğretmen ihtiyacını karşılamak için dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in bulduğu çözümdür. Ecevit sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için 2 yıllık eğitim enstitülerini kurmuş ve 1978 yılında lise mezuniyetleri bile meçhul, referans yoluyla toplanan 76.000 kişiyi 45 günde öğretmen olarak atamıştır. Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel “40 günde kabak yetişmiyor, bu kişiler nasıl öğretmen yapılır?” diye isyan etmiş ama sonuç değişmemiştir. Bu miktar, o dönemdeki toplam öğretmen sayısının %40’ına tekabül ediyordu. Bu kişiler ki -birçoklarına bizzat şahit oldum- şiveli konuşan, düzgün Türkçe konuşamayan, siyasi tarafgirlikten öte bir özelliği olmayan, eğitim altyapısı oldukça yetersiz kişilerdi. ANAP iktidarında Milli Eğitim Bakanı olan Vehbi Dinçerler bu 40 günlükleri (fasulye, kabak değil bunlar öğretmen sıfatıyla sınıfa ve derse giren kişiler) hizmet içi eğitimle mesleğe kazandırmak istediyse de o makamda fazla kalamamış, hizmet içi eğitim işi de kadük olmuştu. Merhum Akif bu tehlikeye yıllar önce dikkatleri çekmiş ve şöyle haykırmıştı:
“Muallim ordusu derken, çekirge orduları,
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!
‘Muallimim’ diyen olmak gerektir imanlı,
Edepli, sonra liyakâtli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük..”
O dönem öğretmen olanlar hiç kusura bakmasınlar, açıp arşivleri baksınlar. O dönem açılan eğitim enstitülerinin arşivleri daha sonra birer birer yakıldı, tüm kayıt evrakı imha edildi. Ordudaki darbe heveslisi paşaların vesayet için terör biriktirdiği yıllarda ideolojik olarak paylaşılan şehir ve semtlerde ne kadar militan varsa eğitim enstitülerine dolduruldu ve öğretmen edildi. Her ne kadar bunlardan yaklaşık 5 bin kadarının diploması 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından iptal edilmiş olsa da büyük kısmı “muktesep hak” olarak eğitimin içinde kaldı.
Bu darbeyi 1996 yılında 22.075 sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için yapılan en kötü tercihlerden birisi takip etti. Aşçısından dişçisine, veterinerinden iktisatçısına, ziraatçısından işletmecisine açık öğretiminden uzaktan öğretimine kadar her yükseköğretim mezununa hiçbir sınava veya formasyon eğitimine tabi tutulmadan sınıf öğretmenliği hakkı tanıyan kararla tabuta son çivi de çakılmış oldu. Öğretmenlik mesleğinin en narin, en nazik, en kırılgan ve şahsiyet teşekkülünün birinci basamağındaki yavrularımıza tokatların en gaddarı atıldı. Kim bilir nice çocukların psikolojileri ağır yaralar aldı ve belki de hâlen o yaralarla yaşıyorlar.
Eğitim üzerindeki bu hoyrat siyaset Türkiye’ye, milletimize ve eğitim camiasına pahalıya patladı. Eğitim müfredatındaki sıkıntılara hiç girmiyorum bile. Orası da başlı başına bir problem yumağı. İdeolojik eğitimin “kurşun asker” kalıplarına çocukların döküldüğü, “şahsiyet ve yetenek geliştirme değil kimlik dönüştürme potası” olarak kullanıldığı bu alana ne zaman el atılır bilemiyorum.
Özel okullarda ve dershanelerde çalışan öğretmenlerin örgütlendiği Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyelerinin 30 Ağustos 2022 tarihinde Ankara’daki yürüyüşleri bir gerçeği daha gündeme getirdi. O da özel okul ve kurslarda çalışan öğretmenlerin uğradığı haksızlıklar, sömürüler ve başıboşluklardı. Hükümetin acilen bu meseleye el atması ve aynen vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin maaş ve özlük haklarının devlet üniversiteleri ile eşitlenmesi gibi, özel okul ve kurslarda görev alan öğretmenlerle devlet okullarında görev alan öğretmenlerin özlük haklarının da eşitlenmesidir. Böylece nâehil kişilerin hem eğitim sektörüne girmeleri ve öğretmenleri sömürmeleri engellenecek hem de özel okullardaki eğitimin kalitesi artacaktır. Ayrıca devlet eğitim yükünü özel teşebbüsle paylaştığı için yükü hafifleyecek hatta faydalı bir rekabet fırsatı da doğmuş olacaktır. Ayrıca özel teşebbüsün okul açma şartları tekrar gözden geçirilmeli, eğitim mekânı uygun olmayan yerlere okul açılmasına müsaade edilmemeli, para kazanma hırsıyla eğitime yönelen, sermayesi ve kadroları yeterli olmayan kişilere kapı kapatılmalı, denetimleri de titizlikle yapılmalıdır.
Eğitim sisteminde genel ve mesleki eğitim oranları tekrar gözden geçirilmeli, ilköğretimden yükseköğretime kadar bir bütünlük içerisinde meslek liseleri ile bunları tamamlayacak meslek yüksekokullarının ve programlarının sayısı -yeni ortaya çıkan meslek dalları da dikkate alınarak- arttırılmalı, halk eğitimi, çıraklık ve yaygın eğitim takviye edilmeli, eğitimdeki teorik-pratik uçurumunu ortadan kaldıracak şekilde staj ve uygulamalara ağırlık verilmelidir.
Son olarak öğretmenlerin 4-5 yılda bir mesleklerindeki gelişmeleri takip etmeleri ve kendilerini yenilemeleri için üniversitelerin ilgili bölümlerinden eğitim almaları sağlanmalıdır. Böylece aldığı diplomanın üzerine 20-30 yıl tek eğitim almadan kuluçkaya yatma temayülünde olanlara da fırsat verilmemiş olacaktır. Her ne kadar öğretmenliğin bir kariyer mesleğine dönüşmesi ile öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri için müşevvik bir zemin hazır edilmiş olsa da, dâhili motivasyonu zayıf olanların mecburi bir yenilenmeye tabi tutulması için zorlayıcı tedbirlerin alınması da bir mecburiyettir. Eğitim sendikaları da siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp MEB ve üniversitelerle işbirliği içerisinde eğitimin kalitesinin arttırılması için çalışmalıdır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler