BAKAD OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI

Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği’nin (BAKAD) Olağan Genel Kurulu 26 Haziran 2021 Cumartesi günü saat 16:00’da Dernek Merkezinde yapıldı. Geçen üç yıl içerisinde yapılan faaliyetler değerlendirildi. Derneğin çıkarmış olduğu Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi (USOBED) ve Uluslararası Batı Karadeniz Mühendislik ve Fen Bilimleri Dergisi (UMÜFED) ile BAKAD Yayınevi’nin daha iyi seviyelere getirilmesi ve Derneğimizin akademik toplantılarının arttırılması ve sistematik hale getirmesi hususları üzerinde duruldu.
Daha sonra yeni yönetim ve denetim kurulları asıl ve yedek üyelerinin seçimine geçildi. Buna göre Yönetim Kurulu Başkanlığına Prof. Dr. Mahmut BOZAN, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığına Doç. Dr. Ahmet ÖZTEL, Sekreterliğe Doç. Dr. Ayhan KARAKAŞ, Saymanlığa Doç. Dr. Yaşar ÖZ ve Üyeliğe Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Talha SÖZER getirildi. DenetimKurulu asıl üyeliklerine yapılan seçim sonucunda da Denetim Kurulu Başkanlığına Doç. Dr. Süleyman AĞRAŞ, üyeliklere ise Dr. Öğr. Üyesi Faruk Kerem ŞENTÜRK ve ÖğretimGörevlisi Murat TEKBAŞ getirildi.
Yeni yönetim ve denetim kurullarına çalışmalarında muvaffakiyetler dilerken Derneğimizin tüm üyelerine de katılım ve katkıları için teşekkür ederiz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TAÇLI VİRÜSÜN SALTANATI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Tarih boyu dünyada mikrop veya virüs menşeli birçok salgın hastalık dalgaları yaşanmıştır. En çok bilinenleri MS 165-180 yılları arasında Roma’da yaşanan Antoninus vebası, 541 yılında İstanbul’da yaşanan Jüstinyen Vebası, 1346-1353 yılları arasında Avrupa’da yaşanan Kara Veba, 1855-1859 yılları arasında Çin’de başlayarak dünyaya yayılan Üçüncü Veba salgını, 1918 İspanyol Gribi, 1957 Asya Gribi, 20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV (AIDS) virüsü, 2013-2016 yılları arasında Batı Afrika’da patlak veren Ebola salgını ve domuz gribidir. Bu salgınlarda milyonlarca insan ölmüştür.
Salgın hastalıkların periyotlarında küreselleşmeye paralel olarak bir daralma olduğu görülmektedir. Artık bir insanın dünyayı dolaşma hızına paralel olarak mikrobik canlılar da dünyayı dolaşabilmekte, üstelik milyarlarcası birden dakikalar içerisinde çoğalmaktadır.
2019 yılından beri pandemi virüsü tahtına Koronavirüs 2019 (COVID-19) çıkmış durumdadır. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan COVID-19 sürekli mutasyonlar geçirerek tabiri caizse yeni şartlara intibak ederek saltanatını sürdürmektedir. COVID-19 genellikle ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, koku ve tat alma hislerinde kayıp gibi tezahürler göstermekle birlikte farklı şekillerde de ortaya çıkabilmektedir. Virüsün Delta ve Omicron gibi varyantları sırayla yükselişe geçtikten sonra yeni varyantları da görülmektedir.
COVİD 19 virüsüne karşı Çin, Almanya, İngiltere, ABD, Rusya ve Türkiye’de aşılar geliştirilmiştir. Bu aşılardan Sinovac, CoronaVac, Sputnik V, AstraZeneca/Oxford, Biontech/Pfizer, Moderna ve Turkovac en çok bilinenleridir. Türkiye’de Çin aşısı (Sinovac) ve Almanya’da Türk hekimlerce geliştirilen Biontech ile Türkiye’de yapılan Turkovac en çok kullanılan aşılardır.
COVİD-19 pandemisine karşı dünyada ve Türkiye’de devletler aşı mecburiyetleri getirirken aralarında az da olsa hekimlerin de olduğu bazı toplum kesimlerine aşı muhalifleri ortaya çıkmıştır. Muhalifler COVİD-19’un laboratuvarda üretilen bir virüs olduğu, korku ve panik havası sağlanarak aşı üzerinden toplumun sömürüldüğünü iddia etmişler, geliştirilen aşıların ileride insan vücuduna yapacağı tahrip ve yıkıcı tesirlerin gizlendiğini, bu hususta görüşleri olan bilim adamlarının konuşturulmadığını, pandemi sebebiyle uygulanan karantinaların zararının virüsten aşağı kalmadığını söylemişlerdir.
Sonuçta resmi kayıtlara göre 5 milyon (belki bunun birkaç misli) civarında insanın ölümüne sebep olan COVİD-19 virüsünün saltanatı devam etmektedir. Bu arz dabbesi sanki daha sonra gelecek virüs ordularının dümdarları gibi gözükmektedir. Herkesin ve özellikle her şeyi maddiyatta gören mağrur insanların insana ve hayata bakışlarını gözden geçirmesi için COVİD-19 bir ikaz atışı olarak değerlendirilebilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
AF YETKİSİ; AFFEDENLER AFFEDİLECEK Mİ?

“Fert mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanet olur.”
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Devlet idaresinde mühim yer işgal eden meselelerden birisi de zaman zaman değişik isimlerle gündeme gelen aflardır. Mahkûm affı, vergi affı, imar affı, defter affı, vs. gibi satırlara sığmayacak kadar af türü var. Bunun karşılığında da “Birkaç sene yatar çıkarım! “ diyen bilumum câniler, mütecavizler, eşkıyalar; medyada “suç makinesi” olarak adeta reklamı yapılan hırsızlar; “defter affı gelecek, borç yapılandırması gündemde” diyerek vergi vermeyen zenginler ve esnaflar; “imar affının eli kulağında” diye şehir çeperlerinden sahillere, ormanlardan yaylalara kadar umumun müşterek malı olan ve hazine arazileri denilen topraklara “sözüm ona gecekondu” villaları diken yağmacılar, hülasa her türlü gayrı meşruluğu yol ve huy edinenler neden hiç eksilmiyor, hatta gün geçtikçe hızla artıyor? Tüm bu soruların cevabını Türkiye’nin hukuk sisteminde, o hukukla keyfine göre oynayan siyasi iktidarlar ve emirlerindeki üst bürokrasinde aramak gerekir.
Öncelikle dikta dönemlerinin hukuk ve adalet anlayışını dışarıda tutmak mecburiyeti vardır. Zira totaliter, otoriter idarelerde ve darbe dönemlerinde milli iradenin temsilinden söz edilemeyeceği için devlet organlarının ve bürokrasinin bizzat kendisi sabıkalıdır. Halkına, halkının inançlarına, örf ve adetlerine saygı göstermeyen, hatta suç sayan anlayışları bu değerlendirmenin haricine almak gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmakta fayda vardır. Sözümüz, tam olmasa da demokratik usullerle iktidara gelen ve mili iradeyi temsil eden iktidarlaradır.
Bu iktidarlar yaptıkları her affın azınlık bir fırsatçı ve de şamatacı ve yaygaracı bir kesimi memnun ederken cemiyetin kahir ekseriyetine haksızlık ettiklerini, zulmettiklerini ve daha da ötesi sosyal ahlâkı bozarak fesat çıkardıklarını bilmiyor olabilirler mi? Daha da hazini siyasi iktidarlar yetkisiz oldukları sözüm ona bu “afları” müjde olarak ilan etmekte ve namuslu vatandaşla istihza etmektedirler.
Oysa siyasi iktidarların af konusundaki yetkileri çok sınırlıdır. Zira şahıslarına yönelik bir hakareti veya tecavüzü veya bir cinayeti affedebilirler, bu onların bileceği bir iştir ama temsil ettikleri devlete, millete, hukukullaha (ki o hukuku ammedir), hukuku ibâda, vatandaşa yapılan tecavüzleri, cinayetleri ve bilumum hukuksuzlukları affetme yetkisine haiz değillerdir. Yaşananlar ise bunun tam tersidir, temsil makamında olan seçilmişler ve onların tayin ettiği memurlar şahıslarına olan hakaretleri derhal mahkemelere taşırken, yetkisiz oldukları alanlarda bol bol aflar çıkarabiliyorlar. Af esas, ceza istisnaya dönüşüyor, suçlulara ve potansiyel suçlulara genişçe bir yol açılıyor. Gerisini katil değil, cani değil, hırsız-arsız, namussuz değil namuslu vatandaş düşünsün! Vatandaş canını ve malını koruyamayan, hukukunu savunamayan devletten umudunu kesince ya “ihkakı hak” ediyor veya buna gücü yetmezse soluğu türlü çeşit mafya çetelerinin kapısında alıyor. Ona da gücü yetmeyen o zilletin yükü altında “yaşasın cehennem” diyerek teselli buluyor.
Devlet denilen müessesenin en temel vazifesi vatandaşlarının malını, canını ve hukukunu korumaktır. Adliyeler, mahkemeler, polis, jandarma, asker gibi emniyet kuvvetleri bunun için vardır. Hizmet metotları da katili, hırsızı, mütecavizi, bilumum suç çetelerini yakalamadan önce onların yollarını kapatmak yani suçu önleyici tedbirleri baştan almaktır. Her şeye rağmen suç işleyenleri de en sert şekilde cezalandırmaktır. Eğer katile “istediğin kadar öldür” ben seni en fazla müebbet hapisle cezalandıracağım dersen katile peşin olarak “ucunda ölüm yok ya!” cesareti vermiş olursun. Eğer imar affı, defter affı, borç affı, hülasa her işlenen suça af getirirsen sosyal çürümeye davetiye çıkarır namuslu insanlara aptaal muamelesi yaparak onlara hayatı zorlaştırmış olursun.
Hukuk sistemini iyileştirmek için yapılan bilmem kaçıncı yargı paketlerinde bu meselelerin de nazarı dikkate alınması dileğiyle.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YEDİ BENZEMEZLERİN GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEMİ VEYA KAR HELVASI

Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Makalenin ciddiyetine gölge düşürmesini istemem ama başka türlü anlatması da kolay değil. Siyaset bilimi kayıtlarında başkanlık sistemi, parlamenter sistem, meclis hükûmeti sistemi, hatta melez sistemlerden yarı başkanlık sistemi de bulunuyor fakat güçlendirilmiş/iyileştirilmiş parlamenter sistem diye bir sistem yok. Yukarıda sayılan tüm idari sistemlerin ülke uygulamalarında bazı farklılıkları bulunabilir. Fakat bu farklılıkları ayrı bir idari sistem gibi takdim etmek zorlama bir tavırdan öte gitmez.
Bugün Türkiye’de muhalefet partilerinin üzerinde ittifak ettikleri hükûmet sistemi Nasreddin Hoca’nın “kar helvası” fıkrasına dönmüş durumdadır. Muhalefet partilerinin acz içerisinde bula bula buldukları “güçlendirilmiş, iyileştirilmiş, yandan çarklı ve dahi payandalı” parlamenter sistem sadece çaresizlikten yapışılan bir siyasi polemikten öte bir mâna taşımamaktadır.
Tarihe bir kayıt düşmek için burada iddia ediyorum ki, eğer muhalefet 2023 seçimlerinde farzı muhal cumhurbaşkanlığı seçimini kazansa bu güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmaları bıçak gibi kesilecektir. Tıpkı büyükşehir belediyelerinin kurulmasında yaptıkları “ülke elden gider, bölünür, parçalanır, bu iktidar vatanı satıyor vs. vs.” yaygaraların bazı büyükşehir belediyelerini muhalefetin kazanmasından sonra hızla unutulması ve unutturulması gibi. O günlerde yapılan tartışmalara bakıldığında muhalefetin ve “muhalefetin megafonu” olan bazı akademisyenlerin esip savurmalarının tıpkı bugünlerde yapılan güçlendirilmiş parlamenter sistem çağırılarına ne kadar benzediği açıkça görülecektir.
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri henüz ileride olduğu için kimin kazanacağına yönelik tahlilleri bir tarafa bırakarak şu kadarını söylemekle iktifa edelim. Çok partili hayattan günümüze kadar tek başına iktidara gelemeyen CHP’nin muhalefeti kendi liderliğinde organize ederek iktidar arayışına girmesi gayet mantıklı görünmektedir. Zira halkın ancak beşte birinin oyunu alabilen bir parti için başkaca bir çıkış yolu yoktur. Çok basit bir şekilde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini alma taktiğini cumhurbaşkanlığı için de kullanmak istemektedir. İyi de omuzuna basılan “bizim mahallenin” çocuklarının derdi ne ola ki? Haydi Karamollaoğlu CHP’ye vaktiyle payanda olan MSP geleneğinden geldiği için mâzurdur. Akşener de siyasi çizgi olarak CHP ile uyuşabilir. Peki, Davutoğlu ve Babacan’a ve onun fahri başkanı olan Abdullah Gül’e ne demeli? Eğer şahsi bir rekabetten öte ciddi bir görüş olarak parlamenter sistemi savunuyorlar ise büyük bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim.
İdareler teklik üzere, meclisler çokluk ve çeşitlilik üzere hayat bulur. Yapılması gereken şey başkanlık sistemine karşı çıkmak değil, sistemin aksayan yönlerini düzeltmek için teklif ve önerilerde bulunmaktır. Bugün başkanlık sistemi ile “yönetimde istikrar” sağlanmıştır ancak “temsilde adalet” sağlanamamıştır. Çünkü eski sistemden kalan %10 seçim barajı kaldırılmamıştır. Sokağı kargaşadan halas edecek olan şey seçim barajının kaldırılması ile her neviden toplum kesimlerinin meşru ve kanunlara riayet ederek TBMM’de temsil edilmesidir. Suç işleyenlerin yakasına yapışacak bir yargı ve emniyet gücü istismarlara kapıları kapatacaktır.
Başkanlık sisteminin iyileştirilmesi için tekliflerde bulunmak sadece muhalefet partilerine bırakılamaz. Biz de buradan başkanlık sisteminin demokratik kimliğini güçlendirmek için seçim kanununda mutlaka değişiklik yapılmasını teklif ediyoruz. Mevcut uygulama parti genel başkanlarının eline bırakılmış, halkı figüranlığa mahkûm eden sahte bir demokrasiden başka bir şey değildir. Yani milli irade parti genel başkanlarının elinde esirdir. Onların aday gösterdikleri seçilmekte, aday göstermedikleri ise seçilememektedir. Seçilen bendeler veya sözüm ona milletvekilleri ise milletin değil parti genel başkanının vekilleridir. İşte muhalefetin karşı çıkması icabeden ve gündemden hiç düşürmemesi gereken husus budur; vekilleri milletin temsilcisi haline getirmek. Bunun yolu da seçim kanununu değiştirerek, nisbi temsil sistemi yerine dar bölge çoğunluk sistemini kabul etmektir. Ayrıca parti genel başkanlarının “ulufe dağıtma” aracı olarak kullandıkları 600 milletvekilliğini en fazla 400’de tutmaktır. Bu uygulama ile ülke 400 seçim bölgesine ayrılacak, her bölgeden sadece bir milletvekili seçilebilecektir. İşte o zaman parti başkanları demokrasisi tam olarak sıfırlanmasa da büyük oranda ortadan kalkacaktır. Tıpkı belediye başkanlarının seçilmesi gibi, halk kimi seçtiğini bilecek, ona göre oy verecektir. Üstelik parti üyeliği olmayan adaylar da diğerleri ile rahatlıkla yarışabileceklerdir.
Gelelim başkanlık sistemine yapılan itirazlara. Başkanlık sistemine karşı çıkışın iki temel sebebi olabilir. Birincisi bilgi eksikliğidir. Bunu telafi için hükumet sistemlerini kısaca gözden geçirmek faydalı olabilir. Önce parlamenter sistemi ele alalım. Diğer adı başbakanlık sistemi olan bu uygulama İngiliz menşeli olup temelde “taçlı demokrasiler” için câridir. Zira taç sabit olup, seçim yoluyla değil irsi olarak değişir. Haliyle demokrasinin bir gereği olarak halkın hükumeti seçmekten başka bir çaresi yoktur. İngiltere’de kral/kraliçe var olduğu müddetçe hiç kimse başkanlık sistemini savunamaz. Nitekim 1. Meşrutiyet döneminde de Osmanlı Devletinde parlamenter sistem câri idi. Bugün birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da parlamenter sistem uygulanmaktadır. Tacın yerine cumhuriyetin konulduğu Almanya gibi bazı demokratik ülkelerde de sembolikleştirilen cumhurbaşkanlıkları yanında şansölyelik makamı gibi ortağı olmayan, güçlü başbakanlık sistemleri bulunmaktadır.
İkinci hükûmet sistemi ise tacın olmadığı ülkelerde cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığın birleştirildiği başkanlık sistemidir. Bu sisteme Amerikan sistemi de denilmektedir. Büyük Britanya’dan istiklâliyetini alan ABD, sert kuvvetler ayrılığının uygulandığı başkanlık sistemini tercih etmiş ve hiç değiştirmeden bu güne kadar onunla gelmiştir.
Üçüncü sistem ise başkanlık ve parlamenter sistemin melezi olan “yarı başkanlık” sistemidir. Bu sistem ise iki büyük devlet arasında var olma uğruna Fransız kibrini yansıtan yarı başkanlık gibi bir garip sistemdir. Yine de bu sistemde başkan terazide bakanlar kuruluna ağır basmaktadır.
Dördüncü sistem ise meclis hükumeti sistemi olup indelhâce geçiş dönemlerinde kısa süreliğine uygulanmıştır. Bu sistemde tüm yetkiler mecliste toplanmakta, meclisin seçtiği meclis başkanı aynı zamanda devlet başkanı ve hükumet başkanı olarak görev yapmaktadır. Bakanları da meclis seçmekte ve azledebilmektedir. Bu sistemin ecnebi uygulamalarında yargı hariç tutulmuşken Türkiye uygulamasında yargı yetkisi de meclis tarafından kullanılmış, 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri ile hukukçu olmayan bazı kimselerin elinde nice canlar yakılıp, nice cinayetler işlenmiştir. Ona da totaliter yönetimde Türkiye farkı denilebilir.
Bu dört hükûmet siteminin tamamı da Osmanlı Devletinden günümüze kadar bu ülkede uygulanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili hayata geçinceye kadar uygulanan totaliter ve otoriter siyasi yapı hariç tutulursa, daha sonraki dönemlerde vesayet altındaki parlamenter sistem, 1980 askeri darbesi ile kurulan gayrı resmi yarı başkanlık sistemi ve nihayet 2018 yılından beri uygulanan başkanlık sisteminin hepsi için ülkemiz bir laboratuvar hizmeti görmüştür.
Eğer ülkemizde padişahlık devam ediyor olsa idi, parlamenter sistemden başka bir sistemi değil tartışmak, ağıza bile alınması İngiltere örneğinde olduğu gibi abes olurdu. Padişahlık kaldırıldığına göre olması gereken en uygun idari yapı başkanlık sistemidir. Kaldı ki Müslümanlar için en temel referans kaynağı olan “Asr-ı Saadetteki” İslam’ın ilk uygulamaları da başkanlık sistemi şeklindedir. Devlet başkanı olan Halifeler biat sistemi denilen bir nevi seçimle gelmektedir.
Yüz yıllık tecrübemiz de göstermektedir ki başbakan ve cumhurbaşkanı arasında paylaştırılan yönetim millete hayır getirmemiş, siyasi istikrarsızlıklar içinde ülkemize pahalıya patlamıştır. Özellikle Menderes dönemi çoğunluk sistemi ile seçilen hükûmetlerin sağladığı istikrar; milletin kendilerini ebediyyen seçmeyeceğini anlayan totaliter, otoriter ve demokrasiye hiç inanmayan azınlık bir siyasi parti için karın ağrısı olmuş, 1960 askeri darbesi ile çoğunluk sistemi yerine nisbi temsil sistemi getirilerek tek başına gelemedikleri iktidara bir şekilde iktidar ortağı olarak gelme umutlarını arttırmıştır. Bu sebepledir ki demokratik ülkelerde uygulanan çoğunluk sitemine de, dar bölge çift turlu çoğunluk sistemine de karşı çıkmaktadırlar.
Başka bir garabet ise mahalli idarelerde yaşanan hatta kuvvetler birliği şeklini almış olan belediye başkanlarının seçimine kimsenin ses çıkarmamasıdır. Türkiye’de tüm belediyelerde başkanlık sistemi uygulanmaktadır. O kadar ki belediye başkanı aynı zamanda belediye meclisinin ve encümenin de başkanıdır. Yani bir nevi meclis hükumeti sistemi gibi kuvvetler birliği esasına göre çalışmakta ve seçilirken de salt çoğunluk değil, basit çoğunluk esasına göre seçilmektedir. Mahalli idarelerdeki bu durumu “diktatörlük” olarak yorumlayan ve karşı çıkan bir siyasi parti var mıdır? Belediye meclisleri neden başkanlarını seçememektedir? Eğer bunlar normal hatta çok iyi ise neden ülke geneli için kuvvetler ayrılığının en güçlü şekli olan ve sadece yürütmeyi deruhte eden başkanlık sistemi farklı şekilde değerlendirilmektedir?
Son olarak kar helvasına tekrar dönelim. Bugün yedi benzemez nasıl oluyor da bir sürü sıfatlarla kamufle etmeye çalıştıkları parlamenter sistemi savunmada benzer oluveriyorlar? Haklarını da yemeyelim, onlar “zinhar biz eski parlamenter sistemi değil, güçlendirilmiş, iyileştirilmiş parlamenter sistemi savunuyoruz” diyorlar. Ağızlarına sakız ettikleri bu ucubenin çıplak parlamenter sistemden tek farkı kurucu güvensizlik oyu dedikleri parlamentodaki çoğunluğun sadece hükümeti düşürmek için değil, yeni hükumeti kurmak için de mutabakat yapma mecburiyeti olmasıdır. Yani meclisin yeni başbakan üzerinde anlaşmadan mevcut başbakanı düşürememesi. Ortada parlamenter sistem bütünüyle duruyor ama onlar siyasi sistemin tüm sıkıntılarını güya böylece aşmış oluyorlar. Yahu halkın meclisi seçtiği gibi cumhurbaşkanını da seçmesine neden karşı çıkarsınız? Dertleri Ali sevgisi değil, Ömer düşmanlığı! Onun için de takiyyeden kurtulamıyorlar.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATI KARADENİZ AKADEMİSYENLER DERNEĞİ’NDEN OLAĞAN GENEL KURUL İLANI

Derneğimizin Genel Kurul Toplantısı 26.06.2021 tarihinde saat 16.00’da Karaköy Mah. Kadıoğlu Sokak No:74 Dostlar Ap. Daire:1 Bartın adresindeki Dernek merkezinde aşağıdaki gündemle yapılacaktır. Çoğunluk sağlanamadığı takdirde ikinci toplantı 11.07.2021 tarihinde saat 10.00’da yine aynı gündemle ve aynı adreste yapılacaktır. Bu duyuru tebliğ yerine geçecektir.
Üyelerimize duyurulur.
YÖNETİM KURULU
GÜNDEM
- Açılış ve Katılan üyelerce hâzırun listesinin imzalanması,
- Divan teşekkülü
- Gelir-gider durumu ile Yönetim ve Denetim Kurulu faaliyet raporlarının okunması,
- Yönetim Kurulunun İbrası
- Yönetim ve Denetim Kuruluna asıl ve yedek üyelerin seçimi
- 2021 yılı faaliyetlerinin görüşülmesi
- Dilek ve Temenniler
- Kapanış
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KURMACA BİR MÜFSİT DEVLET; İSRAİL

Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Osmanlı Devletinde müstakil bir sancak olan Kudüs, 1917 yılında İngiliz hâkimiyetine girdikten sonra emperyal siyasetin İslâm dünyasına yönelik bir aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sanayi inkılabı ile teknolojik üstünlüğü ele geçiren Avrupa devletleri özellikle silah ve askeri güce dayalı bir yayılma siyaseti izlemeye başlamışlar ve bunu devletleri bünyesinde müstemlekât nâzırlığı (sömürge bakanlığı) adı altında kurumsal yapılara bağlamışlardır Ele geçirilen ülkelerin sadece iktisadi kaynakları sömürülmekle kalınmamış, orada yaşayan insanların tüm hakları ellerinden alınarak önlerine ‘kırk katır veya kırk satır’ kabilinden üç tane tercih hakkı konulmuştur. Birincisi tanassur etmeleri yani Hıristiyan olmaları, ikincisi o bölgeyi terk etmeleri, üçüncüsü ise yok edilmeleri yani öldürülmeleri idi. Bunlar içerisinde insanlara en kolay gelen şık her şeylerini arkada bırakarak göç etmek olmakla birlikte bazen ona da fırsat verilmemiş, hatta zor ve şiddet kullanılarak Hıristiyanlaştırılanlar da sürekli bir baskı ve denetim altında kalmaktan, sistematik bir işkence ve yok etme politikalarından bir türlü azade olamamışlardır. İspanya Moriskolarının tarihi buna şahittir.
İşte Batı’nın bu siyaseti Şam eyaletinin vilayetleri için de cari olmuş, Kudüs sancağı Yahudilere yurt olarak tahsis edilmiş, 1947 yılında BM’nin paylaşım planını müteakip 14 Mayıs 1948 yılında İsrail adında bir kurmaca devlet ortaya çıkmıştır. “Müslüman arzında fesat çıkarmak” amacıyla kurulan bu devleti ABD’nin 11. dakikasında tanıdığını açıklaması “perşembenin nasıl geleceğini çarşambadan” ortya koymuştur. Nitekim de öyle oldu. ABD’nin 51. Eyaleti olarak isimlendirilen İsrail, dünyadaki tüm Yahudilerin vergi, bağış, yardım veya değişik isimler altında destek sağladığı, ayrıca her sene ABD bütçesinden resmi olarak üç milyar dolar para yardımı alarak varlığını idame ettirdiği bir devletçiğe dönüşmüştür. Yüksek teknoloji, nükleer silah ve hepsinden mühimi yaptığı tüm haydutluklara göz yumulan, belki daha doğru bir ifade ile eşkıyalığı teşvik ve teşci edilen bir kurmaca devlet, İslam dünyasında fesat çıkarma sorumluğunu üstlenmiş durumdadır.
Üstte görülen harita İsrail’in nerden nereye geldiğini açıkladığı gibi, nereye gideceği veya nereye gitmesi için teşvik edildiği hakkında da bir fikir vermektedir. İşin özü; İsrail’in Filistin’i yutmakla doymayacağı aşikâr olmakla birlikte daha fazla büyümesinin mümkün olamayacağı, binaen aleyh çevresindeki ülkelerin ya parçalanarak İsrail cesametine yaklaştırılacağı veya kendi tipinde terörist ve haydut devletçikler kurdurulacağı ve İslam ittihadının elden geldiği kadar geriye atılacağı bir plânda düğümlenmektedir.
Son yaşanan hâdiseler ne ilkti, ne de son olacaktır. Başta ABD ve AB olmak üzere tüm Hıristiyan dünyası ölen Müslümanları suçlayacaklar, Yahudilerin arkasında saf tutacaklar, destek olacaklardır. Öyle ise yapılması gereken şudur. İslâm ülkeleri yeni bir strateji belirlemeli; bu çerçevede İslâm İşbirliği Teşkilatını canlı bir bünyeye kavuşturmalı, ABD ve Avrupa devletlerinin patronajında olan sözde uluslararası kuruluşlardan tedrici bir şekilde ayrılarak kendi teşkilatlarını kurmalıdır. Hem onlara bütçe sağlamak ve kendine atacağı kurşun için para vermekten kurtulmuş olurlar, hem de dünya siyasetinde kendini ABD ve AB’ye mecbur hisseden ülkelere alternatif bir tercih sunarlar. Nitekim BM genel kurul toplantılarında bunun işaretleri alınmaktadır. Çin ve Rusya gibi kendini Batı’ya rakip olarak gören ülkeler için de dengeleyici bir unsur olurlar. An şart ki, İslam dünyasındaki Müslüman halkların birlikteliği devlet idaresindekilere de sirayet etsin ve bir mâkes bulsun.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
SOYKIRIM SAFSATASI ÜZERİNDEN TÜRKİYE’YE ŞANTAJ SİYASETİ

Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Emperyalist küresel güçlerin hâkimiyetlerini sürdürmek için kullandıkları ifade ve söylemlerden birisi de hedef aldıkları devletleri teröristlikle, haydutlukla ve soykırımla suçlamalarıdır. Bu şirretliklerini ellerindeki medya vasıtaları ile propaganda ederek, akademik unsurları kullanarak ve yine kendi kurdukları insan hakları örgütlerine hazırlattıkları raporları yayınlayarak devam ettirmeye çalışırlar. Ayrıca hedef aldıkları ülkelerden ucuz fiyata hainler de devşirebilirler. Bu şekilde kurmuş oldukları tezgâhı bozmak ve yalanlarını boşa çıkarmak daha da ötesi mezalim ve vahşetlerle dolu kendi tarihlerini deşifre etmek o kadar da kolay değildir. Fakat devran dönmekte, güç dengeleri yer değiştirmekte ve “papazın her gün yahni yediği” günler geride kalmaktadır.
Osmanlı coğrafyasında kurdurdukları sun’i devletlerden Yunanistan ve İsrail’i siyasetleri için kullandıkları gibi Ermenistan’ı da farklı bir politika için kullanmaya çalışıyorlar. Her sene 24 Nisan tarihini uydurdukları “Ermeni soykırımı” yalanı üzerinden Türkiye’ye bir şantaj siyasetine dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu hususta Hıristiyan dayanışmasından da istifade ederek bir akım oluşturma stratejisi güdüyorlar ve Türkiye’nin “tüm arşivlerin açılması, ilgili ülkelerden akademik bir komisyon teşkil edilmesi, arşivlerin incelenmesi ve gerçeklerin ortaya çıkarılması” teklifine kör ve sağır kalıp, yaygara ve propagandalarının kayıtsız-şartsız kabul edilmesini istiyorlar. Bu yolla hem Türkiye’yi baskı altında tutmak, hem dünyaya dağılan ve kimliğini kaybetmek üzere olan Ermenilere kimlik ve vücut kazandırmak hem de Ermenistan’a elleri altındaki sözde “uluslararası kuruluşlar” marifetiyle avantalar sağlamak istiyorlar.
Eğer Müslümanlarda kendileri gibi başka din ve milliyette olanları yok etme siyaseti olsaydı yaklaşık 1400 senedir Müslüman hâkimiyetinde olan Mısır’da, milyonlarca değil bir Hristiyan bile kalmazdı. Keza 400-500 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalan Yunan, Bulgar, Ermeni, Rumen, Sırp, Hırvat vs. halklarından bir tanesi bile var olamazdı. Oysa hepsi dinleriyle, kiliseleriyle, dilleri, örf ve adetleriyle bugünlere gelebilmişlerdir. Ancak Osmanlı o topraklardan çekildikten bir asır sonra Müslümanların ne hale düşürüldüğü mâlum. 800 sene Müslüman hâkimiyeti altında kalan Endülüs’te Hıristiyanlar huzur içinde yaşarken, bugün o topraklarda bir tane bile Müslüman bırakılmamıştır. Amerika’ya ulaşan Avrupa’nın yerli halkları nasıl Hristiyanlaştırdığı, kalanını da nasıl imha ettiği kimsenin meçhulü değildir. O halde bizim ne inancımızda, ne geleneğimizde ne de insanlık anlayışımızda olmayan “soykırım” gibi bir vahşeti neden bize yamamaya çalışıyorlar? Neden bizi de Nazi Almanya’sı eşdeğeri yapma gayretindeler? Demek burada siyasi bir gayenin tahakkuku için çalıştıkları gün gibi ortadadır.
Yaşanan hadiseyi kısaca hatırlamak gerekirse, Avrupa’nın büyük devletleri ve Rusya’nın Osmanlı coğrafyasını parçalamak için kullandıkları gayrı Müslim unsurların önce “hak-hukuk” teraneleriyle ayrıcalıklı hatta üstün bir konuma getirilmesi, daha sonra reform talepleriyle muhtariyet verdirilmesi, en sonunda da kendi kontrollerinde bir devlete dönüştürülmesi siyaseti Ermenistan hikâyesinde başarılı olamamıştır. Hatırlanacağı üzere Malazgirt’te Bizans ordusunun mağlubiyetinde Alparslan’ın safında duran Ermeniler “Milleti Sâdıka” olarak yüzyıllarca Anadolu’da refah içinde yaşamışlar, daha önce mahrum oldukları inanç ve ibadet hürriyetlerine sahip olarak dil ve görenekleriyle birlikte yaşayagelmişlerdir. Ancak Birinci Dünya harbini fırsat bilerek Rus, Fransız ve İngilizlerin kışkırtmasıyla Yunanlılar gibi bağımsız olma düşüncesiyle isyan etmişlerdir. Bu dönemde 1912 Osmanlı nüfus sayımında Ermeni mevcudiyeti tüm mezhepleriyle birlikte 1.294.851 kişidir. Osmanlı Devleti de bu tehdidi bertaraf etmek için harbin sonuna kadar yaklaşık 438.758 Ermeni vatandaşını yine kendi coğrafyası içinde fakat tehdit oluşturmayacak şekilde ve harbin hitamında geri dönmek üzere 27 Mayıs 1915 tarihinde muvakkat olarak Suriye civarına sevk ve tehcir etmiştir. Ancak bunların 382.148 kadarı tehcir bölgesine ulaşabilmiştir. Tehcir sevkiyatının durdurulduğu Şubat 1916 tarihine kadar Rus ve Fransız ordusuna katılmak için yapılan firarlar, hastalıklar ve eşkiya saldırıları ile bir takım kayıplar olmuştur. Bazen de Taşnak ve Hınçak gibi Ermeni çetelerinin yapmış oldukları katliamların intikamını almak için yerli halkın saldırılarından da bahsedilmektedir. Osmanlı arşiv kayıtlarına göre eşkıya saldırısına bağlı olarak ölen Ermeni sayısı 6.500-7.000 civarında olup, bunun üzerine faillerin cezalandırılması için Devletin tedbir aldığı kaydedilmektedir. Bununla ilgi devlet politikası, alınan resmi kararlar ve yapılan uygulamalar kayıt altına alınmış ve arşivlenmiştir. Keza yabancı ülkelerin büyükelçilikleri ve konsoloslukları ile Kızılhaç yetkilileri de tehciri ve iskanı takip etmişler ve ülkelerine raporlamışlardır. Rus işgali sırasında Ermeni-Rus işbirliği ile bu bölgede 1,5 milyon Müslümanın katledildiği, azınlık durumundaki Ermenilere alan açmak amacıyla Ermeni çetelerinin Müslümanları katledip göçe zorladığı da tarihi gerçeklerdendir. Harbi Umumi’den (1. Dünya Harbi) mağlup olarak çıkan Osmanlı Devleti “soykırım” iddiaları üzerine özellikle İngilizlerin kurmuş olduğu mahkemelerde mahkûm edilememiştir.
Meselenin bu tarafı ne Ermenilerin ne de arkasındaki güçlerin hoşuna gitmediği için “soykırım” yalanı uydurulmuş, bunun üzerinden Asala terör örgütü Türkiye’ye musallat edilmiş, o bitirilince de yerine PKK terör örgütü ihdas edilmiştir. Başta ABD ve Avrupa olmak üzere küresel güçler dünya hâkimiyetini idame için artık kendilerini geri çekerek yerlerine vekâlet verdikleri terör örgütlerini kullanmakta, terör maşaları üzerinden hasım gördükleri devletlere zarar vermeye çalışmaktadırlar. Bunların bir kısmını etnik kimlik üzerinden, bir kısmını ideoloji, bir kısmını da din ve mezhep farklılıkları üzerinden kurgulamakta, kullanmakta ve miadı dolunca veya mecbur kalınca da ortadan kaldırmaktadırlar.
İşte “soykırım” iftirası da ABD ve yardakçılarının bu amaçla kullanmaya çalıştıkları bedava bir baskı aracıdır. Bunun üzerinden pazarlık yapmak, tavizler koparmaya çalışmak, göz korkutmak, gücü yeterse tehdit etmeye çalışmak ve Türkiye üzerinde “Ermeni sokırımı” palavrasını “demoklesin kılıcı” gibi sallandırmak, alıcısı olduğu sürece vazgeçemeyecekleri bir karta dönüşmüş durumdadır.
Bu iftira kartını ecnebilerin elinden almak için Türkiye’nin uzmanlardan meydana gelen bir akademik komisyon teşkil etmesi ve ilgili taraflara iştirak çağırısı yaparak bu çalışmayı yapması ve sonuçlandırması gerekir. Ayrıca bu komisyonun Azerbaycan Hocalı’da, Bosna’da, Kırım’da, Türkistan’da, Afganistan’da, Cezayir’de, Ruanda’da ve hatta Amerika kıt’asında ve dünyanın muhtelif yerlerinde ecnebilerin yapmış oldukları soykırımları araştırarak raporlar hazırlaması ve dünyaya duyurması elzemdir. Bize, geçmişimize ve tarihimize iftira atan her ülke için misilleme yapmak artık bir vecibe olmuştur. ABD Başkanı Joe Biden’in bugünkü “soykırım” iftirasına elbette Türkiye gereken cevabı hak ettiği şekilde verecektir. Ayrıca Türkiye Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde güncelleme yaparak ABD’yi birinci tehdit unsuru yapmalı, siyasetini ona göre yeniden yapılandırmalıdır.
Tarih bize hayatı savaş olarak gören, yaşama hakkını güçlülere tahsis eden ve zayıfların hakkının ancak doğal seleksiyona uğramak olduğu inancında olan ve üstün ırk anlayışındaki bu zalimlere karşı mazlum milletlerin sesi ve müdafii olma fırsatını sunmaktadır. Bu durum dünya siyasetinde üçüncü bir güç tezahürünün habercisi olabilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAHARDA DAĞDAN ÇIĞ DÜŞÜRME ATIŞLARI

Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Türkiye’de bahar mevsimi kimilerinde farklı hisler uyandırıyor. Tabiat kışın ardından dirilip yeşerirken bazı hazan mevsimi bedbinleri zümrüt yeşili dağlardan çığ hasadı yapmaya çalışıyorlar. Ola ki tepeden harekete geçirebilecekleri bir kar yığınının aşağı doğru tekerlenirken belki de bir çığa dönüşebileceğinin hayalini kuruyorlar. Belli ki geçmişte damaklarında bir darbe tadı kalmış, ülke zarar ve kayıplar yaşarken onlar müstefit olup yeşermişler. Şimdi ise bir darbe kotaramazlarsa bile ahir ömürlerinde en azından bir “kahramanlık” duygusunu yaşamak istiyorlar.
Türkiye totaliter ve otoriter rejimlerden çok partili hayata kapı aralamakla birlikte demokratik bir sisteme geçişte çok sıkıntılar yaşadı. Milli irade asker ve sivil bürokratların vesayetinden yakasını uzun yıllar kurtaramadı. Tek partili dönemin yetiştirdiği asker-sivil bürokratlar, akademisyenler hep memleketin “alikıran-başkesen”i oldular. Yapılan darbe anayasaları ile kendilerini garantiye alacak vesayet müesseseleri kurdular, bin düğüm attıkları “kanun devleti”nde hak ve hukuka geçit vermediler. Ne zaman milli irade yöneticilerini seçecek olsa ya astılar, ya suikastlara maruz bıraktılar, ya sürdüler. Asla seçilmişlere itaat etmek istemediler. Kendilerini hancı ve asıl, milli iradeyi yolcu ve füruat olarak gördüler.
Dünya değişti, kutupların çifti de teki de zevale yöneldi. Türkiye kabuğunu kırdı, milli irade devletin idaresinde kendisini göstermeye başladı. Totaliter cumhuriyet döneminin Batılılaştırma çabalarının sonucunda ortaya çıkan ve Samuel P. Huntington’un resmettiği “torn country” (yırtık, şizofren ülke) yerini kendi asli kimliğine dönen bir Türkiye’ye bıraktı. Ancak bunu hazmedemeyen, bedenen bu ülkeye ama zihnen batıya bağlı bir kesim ve ağırlıklı olarak da bürokrat ağırlıklı bir eski nesil direnmeye devam ediyor. Milli iradeyi sevmiyor, halkın değerlerinden hazzetmiyor, sureta demokrat, gerçekte dayatmacı ve totaliter otokrat anlayışta olanlar ne zaman bir fırsat bulsalar veya buldukları zehabına kapılsalar hemen milli iradeyi tehdide yelteniyorlar. Fikirleriyle, görüşleriyle bir parti kimliğiyle halkın karşısına çıkmaya ve milli iradenin tasvibini almaya asla yanaşmıyorlar. Önceki tecrübeleriyle biliyorlar ki milletin karşısına bir siyasi parti kimliğiyle çıktıkları zaman halk onlara itibar etmiyor.
O zaman geriye tek bir şey kalıyor, cuntacılık. Kendilerini istemeyen halkın başına zorla geçip, anayasalar, kanunlar çıkarıp, onların değiştirilmemesi için de vesayet kurumları eliyle dört bir tarafına düğümler atıp, hatta gelecek nesillerin iradesine “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyerek ipotekler koyup ebediyyen yönetecekleri bir ülke hayal ediyorlar. Bu dünyadan kopuk kasıntı seçkincilerin nazarında “allâmeyi cihan” olsanız, bir ehemmiyeti yok. Kendi ideolojilerinde olmayan herkes yetersiz, cahil, yönetilmesi gereken kuru kalabalık.
İşte bu kafa ve anlayışta olan bir kısım akademisyenler, bazı silahsız bürokrat ve emekli büyükelçiler, sefirler, monşerler milli iradeye peş peşe ihtar çektiler. Daha 2021 yılının başında Boğaziçi Üniversitesine rektör tayinini bahane eden öğretim üyeleri tüm üniversitelerde uygulanan rektör tayininden Boğaziçi Üniversitesi istisna imiş gibi zırva bahanelerle kazan kaldırdılar, her gün saat 12’de arkalarını Rektörlük binasına dönerek rektör Prof. Dr. Melih Bulu’yu güya protesto ettiler. Öğrencileri tahrik edip sokağa sürmeye, kargaşa çıkarmaya çalıştılar.
Onları emekli büyükelçiler takip etti. 126 tane emekli büyükelçi 30 Ocak 2020’de yaptıkları açıklamada Montrö Sözleşmesi üzerinden siyasi iktidarı tenkit edip Kanal İstanbul projesinden vaz geçilmesi talebinde hatta tehdidinde bulundular. Onlara göre “Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açar, o da Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki hükümranlığın kaybedilmesini intaç eder.” Neyse ki emekli büyükelçilerin “dağdan çığ düşürme” atışları da neticesiz kaldı.
Bu sefer meydana silahlı bürokratların emeklileri indi. Bunlar daha celalli ve öfkeliydiler. Vesayetçi seleflerine özenerek bir “bildiri” kaleme aldılar. 104 e-amiral 4 Nisan 2021 tarihinde bir “gece yarısı muhtırası” ile seçilmiş cumhurbaşkanını ve onun şahsında milli iradeyi tehdit ettiler. Sert kayaya çarpınca da bunu “fikir hürriyeti” kılıfına sokarak perdelemeye çalıştılar. Dağdan çığ kopararak sokağı hareketlendirme ve yeni yeni “gezi” hadiseleri çıkarma plânları bir kere daha akim kaldı.
Cunta heveslisi beyler! Sizin miadınız doldu. Gelen neslin kapısında durmayın. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüne milletin verdiği cevabı da unutmayın. Medarı iftiharımız olan ordumuzu da töhmet altında bırakmayın. Ömrünüzün son deminde müktesebatınızı vatan ve millet hesabına hayırlı işlerde kullanmaya çalışın. Milletin iradesi kimi seçerse ülkeyi onun yönetmesine rıza gösterin. Tenkit etmek isterseniz, müktesebatınızla edin ama tehdit etmeyin. Düşmanlarla hulus birliği yapmayın.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÜÇ KURMACA DEVLET

Prof. Dr. Mahmut Bozan
Yakın dönemin küresel siyasetinde hegemonik güçlerin Türkiye’yi baskılamak amacıyla üç kurmaca devleti sıkça kullandığına şahit oluyoruz. Bu fabrikasyon devletçikler Yunanistan, Ermenistan ve İsrail’dir. Zamanı biraz geriye sardığımızda bu üç devletin vatandaşları olan Yunan, Ermeni ve Yahudilerin Osmanlı Devleti bünyesinde dilleri, dinleri, kilise ve havraları, örf ve adetleri, canları ve mallarının koruma altında olduğu, daha da önemlisi huzur içerisinde yaşadıkları görülür. Hatta o kadar ki Müslüman ahali bu gayrı Müslim unsurlardan daha müreffeh değildir. Zimmilikleri sebebiyle Devletin koruması altındadırlar. Müslümanlar zekât ve öşür verirken, gayrı Müslimlerden haraç ve cizye alınmaktadır. Yani ağır bir vergi yükleri yoktur. Üstelik baş vergisi de denilen cizye karşılığında askerlikten de muaftırlar. Çok cüz’i bir bedel karşılığında askerlik yapmaktan kurtulmaktadırlar. Bunun ne kadar değerli olduğunu anlamak için Tanzimat Fermanı ile eşit vatandaşlık hakları kazanan gayrı Müslimlerin askerlik yapmada eşitliğe sıra gelince hemen nasıl iptal için canhıraş şekilde uğraştıklarını ve onu iptal ettirerek eskisi gibi cizye vermeyi seve seve kabul ettiklerini hatırlamak yeter. Müslüman ahali vatan savunmasında cepheden cepheye koşarken, gayrı Müslimler koruma altında hem çoğalmışlar hem de ticaret ve mesleklerini icra ile zengin olmuşlardır. Hâsılı ne Rum, ne Ermeni, ne Yahudi ne de başka bir gayrı Müslimin Osmanlı aleyhine tek bir kelime dahi etmeye hakkı yoktur.
Ne vakit ki Devlet-i Âliye ihtiyarlamış ve zayıflamış, düşmanlar ise güçlenmişler, üstelik de Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımları Avrupa ile yakın münasebette bulunan gayrı Müslimleri ayartmış; işte o zaman dış düşmanlara bir de bu iç düşmanlar ilave olmaya başlamıştır. İngilizler, Fransızlar ve Ruslar içimizdeki gayrı Müslim unsurların hamiliğini üstlenmişler, onlar da bu himayeye çıkardıkları isyanlarla güç katmaya ve Devleti Âliye’yi zayıflatmaya çalışmışlardır. Netice itibariyle “onların dışarıdan, bunların içeriden” işbirliği halinde saldırmaları sonucu önce Yunanlılara, sonra Ermenilere, daha sonra da Yahudilere efendileri birer devletçik ihsan etmişlerdir. Şimdi bu serencamı kısaca gözden geçirelim.
Osmanlı Devletinden ilk koparılan parça Yunanlılar olmuştur. Osmanlı hariciyesinde ağırlıklı nüfuza kavuşan Yunanlıların ihaneti ile başlayan süreçte Rus, İngiliz ve Fransız üçlüsünün 1827 yılında Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmaları ve 1829’da yapılan Edirne Antlaşması sonucu Rusya’nın baskısıyla Yunanlılara istiklâliyet tanınmış ve 1830 İstanbul antlaşması ile de durum resmiyet kazanmıştır. Yunanlılara verilen toprak 47.516 km² dir, fakat efendilerinin ihsanları ile bu toprak sürekli genişleyecek (bugün 131.957 km²) ve bu günlere gelecektir. Yunanlılar efendilerinin himaye ve şımartması altında adalar üzerinden denizlere de hâkim olmak isteyecekler, böylece Türkiye üzerinde sürekli bir Yunan tacizi siyaseti ortaya çıkacaktır. Ama Yunan okullarında uydurulmuş, yalan ve iftiralarla şişirilmiş bir tarih okutulmakta, sözüm ona “şanlı bir bağımsızlık savaşı” ile gelen nesillerin beyinleri yıkanmakta ve Türk nefreti iman esası gibi ezberletilmektedir. Böylece Hıristiyan dünyada Batı medeniyetinin çekirdek unsuru kabul edilen Antik Yunan üzerinden bir nevi hulus birliği sağlanmış olmaktadır.
Fenerli Rumların ihaneti sonrasında Osmanlı Devletinin “Millet-i Sâdıka” dediği Ermenilere alan açılmış ve devlet bürokrasisinde kâtiplikten nâzırlığa kadar pek çok alanda Ermeni vatandaşlara görevler verilmiştir.[1] Acaba hangi ülkenin tarihinde başka unsurlara bu kadar güvenilmiş ve üst seviyede vazife tevdi edilmiştir? Bugünün demokratik yönetim anlayışlarında bile Amerika ve Avrupa’da bunun bir örneğine rastlamanın imkân ve ihtimali yoktur. Ancak Ermeniler de Yunanlılardan ihanet konusunda geri kalmamışlar, Hıristiyan dünyasının güçlü ülkelerini arkalarına alarak veya onların siyasetlerine aşkla alet olarak Osmanlı’ya en nazik zamanında isyan etmişlerdir. Taşnak ve Hınçak başta olmak üzere teşkil edilen çeteler ülkede terör estirmişler, hatta bir Osmanlı Padişahına bombalı suikast düzenleyebilmişlerdir. 1. Dünya Harbinde fiilen Ruslarla işbirliği halinde Devleti Âliye’ye savaş açmışlardır. Osmanlı Devleti 7 Mayıs 1915’te çıkarmış olduğu Geçici Sevk ve İskân Kanunu (Tehcir Kanunu) ile tehdit teşkil eden Ermeni nüfusu yine devletin Rus sınırından uzak Halep ve Suriye vilayetlerinin bazı bölgelerine muvakkaten tehcire yani mecburi göçe tabi tutmuştur. Emeline nail olamayan Ermeniler, Rusların güney Kafkasya siyasetine uygun olarak Azerbaycan topraklarına iskân edilmişler ve toplama nüfus temini ile sun’i bir Ermenistan inşa etmişlerdir.
Dünyaya dağılmış ve kaybolmaya yüz tutmuş Ermeni kimliğini korumak için de “soykırım” yalanını ortaya atmışlar, bu yalan üzerinden hem varlık inşa etme hem de Türkiye’yi taciz etme siyaseti gütmeye başlamışlardır[2]. Yunanistan gibi Ermeniler de efendilerinin ikramları ile toprak büyütme gayretine düşmüşler, Rusların desteğiyle Azerbaycan topraklarını işgal etmişler ve Karabağ’ı ele geçirmişlerdir. Neyse ki Türkiye’nin gücünü toparlaması ve kardeş ülkeye askeri destek sağlaması ile Azerbaycan 40 günde Ermeni askeri gücünü eze eze topraklarını kurtarmayı başarmış ve 10 Kasım 2020 ateşkes antlaşması ile bir zafer kazanmıştır. Tüm bunlara rağmen Ermenistan Türkiye’den toprak talep etmekte ve resmi armasının ortasına Ağrı dağını yerleştirerek bir nevi “Siyon tepesi” hayalinin peşinden gitmektedir.
Yunan ve Ermeni milletlerinden kısmen farklı olan Yahudiler de kurmaca devletlerin üçüncü halkasını teşkil etmektedir. Her ne kadar iki dünya harbi sonrasında sömürgeci güçler sömürdükleri ülkelere istiklâliyet tanımış olsalar da oralardan ellerini bütün bütün çekmemişler, hâkimiyetlerini idame için ya fabrikasyon devletler inşa etmişler veya sınır ihtilafları ile sürekli müdahale edecekleri fırsat kapıları bırakmışlardır. Biz burada sadece Türkiye açısından kullanılan üç devletçiği incelemeye alıyoruz.
Yahudiler din ve milliyet olarak Hıristiyanlardan farklı, hatta onların menfuru olsalar da kullanılmak açısından bir benzerlik taşımaktadırlar. Osmanlı tebaaları arasında en mesut yaşayan gayrı Müslimlerden biri olan Yahudiler gerek Allah’ın birliğine inanma, gerekse domuz eti yememe, sünnet olma gibi sosyal hayatları bakımından Müslümanlar arasında daha uyumlu ve Hıristiyan nefretinden uzakta bir hayat sürmüşler, gayrı Müslim ayrıcalıklarından istifade ile zenginleşmişler ve nüfus olarak da artmışlardır. Üstelik İspanya’da imha olmaktan Osmanlı Devletinin insani şefkati sayesinde kurtulabilmişler ve Osmanlı topraklarına iskân edilmişlerdi. Daha da ötesi devlet bürokrasisinde istihdam edilmişler, önemli makamlara rahatlıkla gelebilmişlerdir. Ancak milliyetçilik onların da gözünü döndürmüş, ABD ve İngiltere’nin müzahereti, Almanların itmesi ve nefreti Yahudilere Filistin’de bir devlet kurma hayalini gerçeğe döndürme gayreti aşılamıştır.
2. Abdulhamid Han’dan toprak satın alma tüccarlığı ve fırsatçılığı netice vermeyince Osmanlı’nın vefatını beklemek zorunda kalmışlar ve Filistin’in İngiliz hâkimiyetine girmesiyle Siyonist hareket İsrail devletine dönüşmek için ABD’nin kurduğu Birleşmiş Milletlere müracaat etmiş, ABD’nin kontrolünde olan BM’de, 1947 yılında Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar vermiştir. Böylece Batılı efendileri sayesinde daha önce gettolara sıkıştırılan Yahudiler devlet sahibi olmuşlar ve yine efendilerinin müzahereti altında genişleye genişleye Filistin’in tamamını ele geçirecek duruma gelmişlerdir. Yunan ve Ermenilerden farklı olarak nitelikli insan gücüne sahip olan Yahudiler dünyada az bir nüfusa sahip olmalarına rağmen Siyonist ideal, Yahudi kardeşliği ve Mason dayanışması gibi birleştirici bağları sayesinde bulundukları ülkelerde kazan-kazan mantığı ile güç terakümü yapmışlardır. Bu denklemin kaybet-kaybet tarafında ise hep Müslümanlar bulunmaktadır.
Küresel hegemonik güçler bu üç kurmaca devlete yaklaşık bir asırdır bir yenisini ilave etmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Bu dördüncüsü ise gayrı Müslimler üzerinden değil maalesef mağdur ve mazlum bir halk üzerinden yapılmaya çalışılmakta, Kürtler bu gaye için istismar edilmektedir. Türkiye’ye bu hususta ağır bir fatura çıkarılmış olmakla birlikte Müslüman halkın sağduyusu bu oyunu boşa çıkarmakta kararlıdır. Bizimiçin savunma dönemi bitmiş, saldırılara misliyle mukabele dönemi başlamıştır.
Hülasa edersek; doğuda Ermeniler, batıda Yunanlılar ve güneyde de Yahudiler el’an çıkmış oldukları Osmanlı topraklarından onun varisi olan Türkiye’ye husumet pazarlamaktadırlar ve zaten onun için kurulmuşlardır. Ancak unutulmaması gereken husus şudur; dünün güçlüleri bugün artık zayıflamakta, yukarıda olanlar aşağıya doğru inmekte, medeniyet ışıkları Asya’dan bize doğru gelmektedir. Batı medeniyetinin emzirdiği Nazizm, Faşizm, Marksizm ve Kapitalizmin bunalttığı dünya İslâm medeniyetinin sulh ortamına muhtaçtır ve vaktiyle yaşanmış olan “Osmanlı Barışı” ile tanışmayı beklemektedir. Bu üç devletin de siyasi aklına tavsiyemiz stratejilerini buna göre yapmaları, efendilerinin arkalarında durma gücü kalmayınca ne yapacaklarını bir kere daha düşünmeleridir.
[1] Osmanlı Devletinde Ermenilerden 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili, 7 Büyükelçi,11 Başkonsolos ve Konsolos, 11 Üniversite öğretim üyesi ve 41 Yüksek rütbeli memur hizmet görmüştür. Sayıya diğer alt kadrolar dâhil değildir. Bkz; Ethemoğlu, M. (1987). Ermeni Terörünün Kısa Tarihi, Dicle Üniversitesi Yayınları, Diyarbakır.
[2] Ermenistan’ın en büyük tehditlerinden birisi Iğdır’a 30 km. mesafede bulunan ve 1977 yılında inşa edilen Metzamor nükleer santralidir. Birinci derece fay hattında bulunan santral, dünyadaki en güvensiz reaktör olma özelliği taşımakta olup, bugüne kadar 106 civarında kaza geçirmiş olmasına ve Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen bir tehdit unsuru olarak inatla çalıştırılmaktadır. Çernobil’den daha tehlikeli olan bu reaktör çevresindeki 4 milyon insanı tehdit etmekte ve Ermenistan’dan ziyade Türkiye için ağır bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye’de hemen her şeyi protesto eden ama Metzamor nükleer santrali için tek kelime etmeyen “çevreciler”in kulakları çınlasın!
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÖSYM’NİN SINAV STRATEJİSİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Prof. Dr. Mahmut Bozan
Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)’nin yaptığı sınavlar varlığıyla, yapılış şekliyle ve alınan ücretlerle vatandaşlar ve özellikle sınava girenler tarafından ciddi şekilde eleştirilmektedir. Kendi ifadeleriyle “Ulusal ölçekte yıllık ortalama 10 milyonun üzerinde adaya sınav hizmeti sunan ve yaklaşık 50 çeşit sınav yaparak bu ölçekte ülkemizde ve dünyada tek sınav merkezi olan ÖSYM” gerçekten “herkes için her yerde olabilmekte midir?” Verdiği hizmeti alanlar memnun mudur? Daha da önemlisi “şeffaf ve hesap verebilir” durumda mıdır? Bu yazı virüs pandemisi münasebetiyle biriken sınavlar üzerinden ÖSYM’ye bir açık mektup olarak kaleme alınmıştır.
ÖSYM ile ilgili şikâyetler 5 ana başlık altında toplanmaktadır.
- ÖSYM sınav hizmetini aşırı pahalı yapmakta, üstüne üstlük sınav ücretleri üzerinden KDV tahsili yapılmaktadır.
- Türkiye’nin 81 ilinde üniversite bulunduğu halde sınavların hepsi 81 ilde yapılmamaktadır.
- Adaylar ikametgâhları civarında yeteri kadar sınav binası, okul varken hayli uzak merkezlerde sınava girmek zorunda bırakılmaktadır. Özellikle büyük kentlerde bu durum sınav stresine tavan yaptırmaktadır.
- Sınavlarda olması gerekenin dışında, mâkuliyeti aşan ve “ifrat” denilebilecek bazı kurallar adayları kaygılandırmaktadır.
- ÖSYM’nin velinimeti kahir ekseriyet öğrenciler olmakla beraber stratejik plânlama ekibinde bir tane bile öğrenci temsilcisi bulunmamaktadır.
Bu şikâyetlerden ÖSYM üst yönetiminin haberi var mıdır bilinmez. Yoksa, zaten diğer soruları sormaya ve açıklama istemeye gerek yoktur. Biz kısmen de olsa var olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bırakalım dış paydaş analizini, ÖSYM üst yöneticileri yakınlarından sınava giren birkaç kişiye ÖSYM ile ilgili görüşlerini sorsalar teknik kısımlar hariç yukarıda sayılan sıkıntıların çoğunu dile getireceklerdir.
Şimdi yukarıdaki sorulara cevap isteyelim ve meslektaşlarımız kusura bakmasınlar ama yönetim makamında olmanın sorumluluklarını onlara hatırlatalım.
- Bir ülkenin en değerli hazinesi iyi eğitilmiş insan, yani “beşeri sermayesi” olup, stratejik bir önemi haizdir. Binaenaleyh bu sermayenin teşekkülünde önemli bir sorumluluk üstlenen ÖSYM, ticari bir işletme gibi davranmamalı, sınavları bir kazanç kapısı olarak görmemelidir. Maliyetleri düşürmeli, nerelerden tasarruf yapacağını da iyi hesaplamalıdır. ÖSYM’nin stratejik plânındaki 5 yıllık maliyet tablosuna bakıldığında israf kapıları açıklıkla görülebilirken stratejik plân mali analizinde tasarruftan ziyade dövizdeki artış gerekçe gösterilerek sınav ücretlerinin arttırılmasından söz edilmektedir. Sınav ücretlerinden katma değer vergisi alınması da sınav ücretlerinde artışın devam edeceğini göstermektedir.
Zaten bu ülkenin başı dolaylı vergilerle beladadır. Kayıt dışılık, vergi kaçakları, vergisini veren namuslu insanlara hakaret mânasına gelen vergi afları, keyfi zam ve tekelcilikler, envaı çeşit hırsızlıkların toplam maliyeti vatandaşın sırtına yüklenirken bir de üzerine çocuğunun sınav ücretinden vergi almaya çalışmak izahı gayrı kabil bir husustur. Hoş, bu ülkede “damga vergisi” gibi bir mâli ucube halen meriyette ise, ilgili bakanlık gelir olsun da “göz üstünde kaşın var” vergisi olsun, hayır demeyecektir.
- AK Parti iktidarı ile üniversiteler tüm illerimize yayıldı ve üzerlerinden 10-12 yıl geçti. Tüm üniversiteler yepyeni hizmet binalarına, akademik ve idari personele kavuştu. Yani sınavların tüm illerde, hatta bazı şehir nüfuslarını katlayan ilçelerde yapılmasına hiçbir engel kalmadı. O halde neden hâlâ bazı sınavlar tüm illerde yapılamıyor? “Aday odaklı il ve ilçe sınav merkezi sayısının artırılması” taahhüdü ne zaman gerçekleştirilecek? Bu sorunun cevabı da verilebilmiş değildir.
- Benzer şekilde adayların ikametgâhları civarında kâfi miktarda okul ve imkân varken başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere özellikle büyük şehirlerde adaylar kilometrelerce uzak yerlerde sınava girmeye zorlanmaktadır. Bunun sonucunda aday daha sınava girmeden sınava yetişme endişesi ile güne başlıyor, trafik sıkışıklığı, bazen de kazalar sebebiyle yaşanan tıkanmalar toplu taşıma kadar özel arabalarıyla gidenleri dahi huzursuz edip strese sokuyor. Peki, neden böyle yapıyorlar? Basit bir program, aday odaklı dağıtımı en yakın merkezlere saniyeler içinde gerçekleştirebilirken niçin en kötü alternatif tercih ediliyor? Buna beceriksizlik mi, yoksa art niyet mi diyeceğiz? Her iki şık da kabul edilebilir değildir. Sınavların yoğunlaştığı bazı merkezlerle ilgili çok farklı değerlendirmeler yapılmakta, sınav görevi üzerinden bazı üniversite veya okulların abone gibi olduğu tartışmaları da zaman zaman basına yansımaktadır. Ayrıca yetişkin insanların oturamayacağı sıraların olduğu ilkokullardan, sürekli ambulans geçen sağlık merkezlerine kadar olumsuz fiziki şartları, ulaşım zorlukları ve aşırı gürültü gibi menfilikleri olan okullarda tüm şikâyetlere rağmen sınav yapılmaya devam edilmektedir.
- ÖSYM’nin bazı sınav kuralları gerçekten insanı hayrete düşürecek kadar aşırı olup bunun temelinde de muhtemelen adaylara güvensizlik yatmaktadır. Sınav güvenliği adına adayların yanlarında getirdikleri hiçbir şeye müsaade edilmemekte; araba veya evinin anahtarından tutunuz paraya, otobüs kartına, hatta başörtüsünü tutan iğneye, gözlüğe kadar (ÖSYM “vur” demiş, görevliler bunu en iyi şekilde yapmak için öldürüyorlar) envaı çeşit yasaklar sınav konforunu yok etmektedir. Bazı okul önlerinde vatandaşlar “emanetçi” masaları kurarak bu sıkıntıya çözüm bulurken, bazı okul avlularında buna da müsaade edilmemektedir. Dikkatli bir gözlemci okul bahçesinin kenarlarındaki çit, mazı veya çalılar arasına ev veya araba anahtarlarının atıldığını rahatlıkla görebilir ama kimin umurunda? Konuyu hoş olmayan ama kaydını gerekli gördüğüm bir örnekle toparlamak istiyorum. Sınav esnasında ya heyecandan veya hastalıktan veya bağırsakları bozulduğu için nadir de olsa tuvalete gitme ihtiyacı ortaya çıkabiliyor. Sınav salonunu terk etmek her hal-i kârda yasak, isterse altına yapsın! Niye müsaade yok? Efendim ya kopya çekerse? Sanki böyle bir meseleyi halletmenin başka hiçbir çaresi yok! Peki, siz adaylara bu kadar güvensizlik içindesiniz, ya adaylar size nasıl güvensin? Soruların çalınmadığı ne mâlum? Eskide yaşandı, gördük. Şimdi yaşanma ihtimali yok mu? Siz nasıl binde bir ihtimalle, yani sınav salonlarına kurduğunuz kameralar, görevlendirdiğiniz onca sınav görevlileri ve sorumluları varken adayın ille de kopya çekeceği ihtimali üzerinden millete olmadık yaptırımlar uyguluyor; % 1 muhtemel kopyacı üzerinden %99 dürüst adaya sınav stresi yaşatıyorsunuz ve kendinizi mazur görüyorsunuz. Halkın da sizi sorgulama hakkı var, hem de daha fazla. Zira parayı veren o, parayı alıp hizmeti vermekle mükellef olan sizsiniz. Sorumluluk her zaman hizmeti veren tarafında daha ağırdır. Bu hususla ilgili “Adaylar üzerinden sınav güvenliği baskısının kaldırılması için teknolojik gelişmelere paralel olarak çalışmalar devam etmektedir.” şeklindeki beyanınızın meşhur “alt komisyona havale” den öte bir mânası maalesef yoktur.
- Son olarak stratejik plânlama ekibinizde dış paydaşların en önde geleni ve bir numarası olan “müşteriler” yani talebeleri temsilen neden bir kişi dahi bulunmuyor? Tüm üniversitelerde öğrenci temsilcileri Senatolarda yerini alırken ÖSYM neden belirli sayıda öğrenciye kontenjan tanımaz? Bunun da bir cevabı olması gerekir.
Sonuç, ÖSYM’yi 2023 yılında daha iyi bir yerde görmek istiyoruz. Bu sebeple stratejik plânları ve yıllık programları ve de uygulamaları üzerinden onu takip etmeye devam edeceğiz. Bu hem onlar, hem sınava girenler, hem de sınav kalitesinin arttırılması için elzemdir. ÖSYM kurumsal kimliğinin katılımcı demokrasiye inandığını düşünüyor ve bir STK olarak bu katılımın bir parçası olma sorumluluğumuzu yerine getirmemizden memnuniyet duyulacağı inancını taşıyoruz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler