31 MART 2024 MAHALLİ İDARE SEÇİMLERİ
Kaynak: TRT, https://www.trthaber.com/haber/gundem/31-mart-yerel-secim-takvimi
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Türkiye’nin gelecek 5 yılı için en mühim iki hadiseden birisi 15 Mayıs 2023 yılında yapılan TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile 31 Mart’ta yapılacak olan Mahalli İdare seçimleridir. Önceki seçim o dönemdeki kutuplaşmada Millet İttifakı’nın (CHP, İyi Parti, Saadet, Deva, Gelecek ve Demokrat Parti vs.) oluşturduğu ve bin bir surat PKK partisinin[1] hariçten destek verdiği 6’lı Masa “varını-yoğunu ortaya koymasına” rağmen mağlup olmuştu[2]. Cumhur İttifakı (AK Parti, MHP, Yeniden Refah ve BBP vs.) ise TBMM’de çoğunluğu sağlamış, R. Tayyip Erdoğan da 2. Tur oylamada cumhurbaşkanı seçilmişti.
Yaklaşık 40 gün sonra belediye, özel idare ve muhtarlık seçimleri için yine sandığa gidilecek ve mahalli idare yöneticileri ve meclisleri belirlenecektir. Siyasi tabloya bakıldığında Cumhur İttifakı’nın Yeniden Refah eksiğiyle yerinde durduğu fakat Millet İttifakının dağıldığı hatta bir adım öte kendi içinde rakipleştiği görülmektedir. Bunun tek istisnası yeni tabelası DEM olan bin bir surat PKK partisidir. Önceki seçimde 6’lı Masa’nın örtülü ortağı olan bu parti ile şimdi aleni bir işbirliğine gidilmekte, başta İyi Parti olmak üzere eski masa ortaklarını hiç olmazsa seçmenleri üzerinden cezbetmek amacıyla bir ‘Türkiye İttifakı’ndan söz edilmektedir.
Türkiye’nin siyasi tablosunu bilen herkes kabul eder ki %20-22 aralığında bir seçmen tercihine sahip olan CHP’nin değil büyükşehir belediyelerini, şehir belediyelerini kazanması bile çok büyük bir başarıdır. Önceki mahalli idare seçimlerinde AK Partiye ihtar çekmek isteyen öfkeli seçmenin kolaylaştırdığı bir ortamda muhafazakâr tabanın desteğini gözeten CHP, Ankara ve İstanbul’da milliyetçi geçmişleriyle tanınan adayları sahaya sürmüş ve kazanmıştı. Tadına doyamadığı bu başarıyı 15 Mayıs 2023’te tekrarlayamadığı için Kemal Kılıçdaroğlu adeta Osmanlı Devletinde meşhur olan ifadesi ile “siyaset” edilerek tahtından indirilmiş ve CHP Genel Başkanlığı koltuğu biri resmi diğeri de gayrı resmi iki “eş başkan” tarafından paylaşılmıştır.
Şehirlerine hizmet etmek yerine muhayyel cumhurbaşkanlığı ile vakit geçiren ve daha sonra da daha seçilmemiş bir cumhurbaşkanının hayali yardımcılığı vadedilen Ankara ve İstanbul belediye başkanları, uğradıkları sukut-u hayalin acısını hiç olmazsa yeniden belediye başkanı seçilerek çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ancak halkın önüne yeniden seçilmeyi sağlayacak bir başarı belgesi koyamadıkları için de reklam yanıltmalarına başvurmaktadırlar. Belediye bütçelerindeki şişik reklam kalemleri bu gerçeği göstermektedir. Vakıa her aday gibi onların da seçilmek için çalışmaları haklarıdır. Ancak hem bu iki aday hem de Türkiye’deki 81 il ve 900 küsur ilçede belediye başkanı olmak isteyen adaylar için bazı sorgulamaları yapmak da milletin hakkıdır. Burada parti tefriki yapılmadan bazı temel sorulara cevap aranması gerekmektedir.
1. 2019 Mahalli idareler seçiminde belediye başkanı olan kişi ve partileri halka ne vadetmişlerdi?
2. Geçen 5 sene zarfında bu vaatlerinin kaç tanesini gerçekleştirdiler?
3. Devraldıkları dönemde belediyenin borcu ne kadardı, şimdi ne kadar oldu?
4. Belediyeyi devraldıkları zaman çalışan işçi ve sözleşmeli personel kadrosu ne kadardı, şimdi ne kadar oldu?
5. Belediye bütçelerini nerelere harcadılar ve hangi problemleri çözdüler?
Bu sorular daha da çoğaltılabilir ancak sadece bu 5 başlık üzerinden şehirlerin merkez meydanlarına o şehrin sivil toplum kuruluşları fikir, görüş ve ideoloji ayırımı yapmadan birer ışıklı tabela dikip, mevcut belediye başkanının vaatlerini o tabelaya yansıtıp, yapılanları yeşil renkle yapılmayanları da kırmızı renkle işaretleyip bir açıklama istemek haklarıdır. Böylece sahte vaat ve propagandalar yerine halk gerçeği çıplak olarak görecek ve hiç olmazsa gelecek 5 yılını kurtaracaktır. Ancak dikilecek ışıklı tabelalara “kazara” bir çöp kamyonu veya başka bir aracın çarpmaması için de gerekli tedbirlerin alınması şarttır.
[1] Bu ifadenin kullanılma sebebi parti sözcülerinin “biz sırtımızı PKK’ya dayamışız” beyanları sebebiyledir. Ayrıca bu partinin adı o kadar sık değiştirilmektedir ki belki dünya siyaset tarihinde bu kadar sık isim değiştiren bir partiye rastlamak mümkün değildir. Çünkü bu yapı bir siyasi partiden ziyade PKK’nın siyasi temsilcisi rolünü oynayan, tüm emirleri ondan alan ve sürekli kendini kapattırmak için suç işleyen, kapatılmayınca da sürekli isim değiştirerek bir nevi kendisini kapatan ve böylece mağduriyet icat etmeye çalışan şeklen legal, mahiyet olarak illegal bir örgüttür.
[2] 2017 yılında Anayasa değişikliği ile başkanlık sisteminin halkoyuna sunulması esnasında yapılan eleştirilerden birisi de Cumhurbaşkanı yardımcılığının birden fazla olması üzerine idi. AK Parti hem birinci döneminde hem de ikinci döneminde bir başkan yardımcısı görevlendirirken, birden fazla olmasını tenkit eden başta CHP olmak üzere muhalefetin 15 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 7 adet cumhurbaşkanı yardımcısı kontenjanı ortaya çıkarması ve Anayasada olmayan Cumhurbaşkanlığı Konseyi gibi bir yapıyı da rahatlıkla savunması “amaca ulaşmak için her yol mübahtır” Makyavelist anlayışlarını ortaya koyması açısından ibret vericidir. Bu anlayış daha önce de “ülkeyi parçalamak ve bölmek” için kullanılacak bir araç bahanesi ile Büyükşehir belediyelerine karşı çıkarken, büyükşehir belediyelerini kazanınca bu tartışma aniden kesilivermişti.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
İSRAİL SOYKIRIM SUÇU İLE MAHKÛM OLACAK
Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) İsrail’i soykırım suçlaması ile sanık sandalyesine oturttu.
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Kurdurulduğu günden beri İngiltere ve ABD’nin kazan-kazan pazarlığıyla operasyon aleti olmaktan öteye geçemeyen ve bu sebeple de “efendileri” tarafından destek ve himaye gören “haydut devlet” formatındaki İsrail, nihayet Filistin’de yaklaşık 30.000 mâsum halkı, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden evinde, hastanesinde, okulunda, çarşı-pazarında hatta güvenli bölge ilan ettiği yerde alçakça öldürerek kendi idam fermanını imzaladı. Bu sonun başlangıcını gösteren kum saati artık çalışmaya başlamıştır.
Avrupa’nın genelinde –Rusya dâhil- filcümle, Almanya’da ise bilcümle (topyekûn) katliama uğrayan Yahudiler için çıkarılan soykırım kanunu[1] ilmiği şimdi İsrail’in boğazına geçmek üzeredir. Her ne kadar Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) verdiği kararların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilip uygulanmasını sağlama dışında bizatihi yaptırım gücü olmasa da tüm dünyada mahkûm olmuş bir İsrail hem kendisi hem de zincirlerle bağlı olduğu efendilerini bataklığa doğru çekecektir. Bu da düşüşe geçen Batı’nın maşerî vicdanda câni ve katil olarak tescil edilmesi mânasına gelecektir. Meseleyi tahlil ederken üç cihetin altını çizmek gerekecektir. Birincisi ırkçılığın menşei ve bunun neticesinde yapılan soykırımın tarifi ve bileşenleri, ikincisi UAD’nin yapı ve işleyişi, üçüncüsü de Filistin’deki İsrail soykırımını Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dava konusu yapması ve İslâm ülkelerinin hali-pür-melalidir.
Üzerinde durulacak birinci mesele katliam ve soykırımları netice veren ırkçılığın fikri temelleridir. Milliyetçilik ve bunun ifratı olan ırkçılığa her millete değişik seviyelerde bir temayül olabilir. Fakat bunlar içerisinde en tehlikeli olanı, başka milletleri yutmakla beslenen ve bunu adeta “tabiat kanunu” veya “İlahi emir” gibi görerek bir inanca dayandıranların üstün ırk veya evrim anlayışıdır. Hıristiyanlardaki evrim nazariyesi ile Yahudilerdeki üstün ırk anlayışı diğer milletler için her zaman tehdit unsuru olarak sayılabilir.
Meseleyi ele alırken önce Batıda genel olarak evrim teorisinin nasıl anlaşıldığını inceleyelim. Hıristiyan Batı’nın yönetici eliti hem biyolojik evrimci hem de sosyal Darvincidir. Evrim teorisini ortaya atan Charles Robert Darwin (1809-1882) bir İngiliz vatandaşıdır. Darwin’in “Türlerin Menşei” ve “İnsanın Türeyişi” gibi özünde tek bir varlığın evrimi sonucu türlerin ve insanların ortaya çıktığını iddia eden ve bu sebeple de bilim olamayıp ‘teori’den öteye geçemeyen görüşleri, sömürgeci Batı için ilham kaynağı olmuştur. Zira sanayi devrimi ile askeri teknolojide üstünlük sağlayan Avrupalı devletler diğer ülkeleri istila ve sömürmek için kendilerini ikna edecek fikri gerekçeler üretmeye ihtiyaç hissediyorlardı. İşte evrim teorisi bu bahaneyi onların eline veriyordu. Evrim teorisine göre türler gelişirken zayıflar “doğal seleksiyona” uğruyor, hayat savaşını güçlüler kazanıyordu. Zayıfların varlığı mükemmelleşmenin en büyük engeliydi ve ortadan kaldırılmalıydı. Binaenaleyh üstün ırk olan beyaz insanlar, evrimleşememiş sarı ırkı ve siyah ırkı insanlığın gelişimi ve mükemmelleşmesi adına ya “medenileştirilmeli” veya en iyisi ortadan kaldırmalıydı. İşte bu düşünceden yola çıkarak sömürgeci Batılı güçler sosyal Darwinizmi icat etmişler, evrim teorisini sosyal alana uygulayarak uluslararası rekabette güya insan topluluklarında sosyal evrimin yolunu açmaya çalışmışlardır. Bu ifadelerin çıplak mânası ise Emperyalist Batı’nın diğer milletleri yok etme projesini meşrulaştırma çabasından ibarettir. Nitekim gücü ellerine geçirdikleri andan itibaren de uluslararası siyasetlerinin temeli; diğer milletleri ya tanassur (Hristiyanlaştırma-asimile), ya tehcir (sürgün) veya tenkil yani yok etmek olmuştur. Bu anlayışla Amerika ve Avustralya baştanbaşa istila edilerek halkları yok edilmiş veya çalıştırılmak üzere köleleştirilmişti. Afrika’da büyük oranda aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı.
Batı ırkçılığı kendi içindeki beyaz “ötekiler” için de ayrı bir teori geliştirdi. Eski Yunan’da sağlıklı cenin mânasına gelen ve sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan “öjeni” denilen bir akım ortaya çıktı. Yani sarı ve siyah ırktan olanları öldürmek yetmeyecekti. Hem yeeni geleceklerin kökünü kesmek hem de beyaz ırktan olduğu halde zayıf, hasta ve sakat olan beyazları da ayıklayarak üstün olduğuna karar verilenlerin üremesi sağlanacaktı. Bu akım ABD ve Avrupa’da kürtaj ve mecburi kürtaj (ana karnındaki ceninin öldürülmesi) yolunu açacaktı. Daha sonra bu akım Alman halkının biyolojik gelişimini amaçlayan üstün ve saf Alman ırkı oluşturmayı hedefleyen Nazi Öjeniği olarak da bilinen ırki bir ideolojiye dönüşecek ve sadece Yahudilerin yok edilme projesi olarak kalmayacak “ırki hijyen” politikasıyla mahkûmlardan muhaliflere, doğuştan zihnî ve fizikî engeli olan insanlardan irsî hastalıkları olanlara, kör, sağır, topal vb. geniş bir yelpazedeki insanlara öldürme veya mecburi kısırlaştırma şeklinde uygulanacaktı. Nitekim bu yolda yasal düzenlemelere gidilmiş ve yüzbinlerce insan kısırlaştırılmış veya öldürülmüştür.
Hıristiyan mütegallibler üstün ırk anlayışını evrime bağlarken, Yahudiler ise Allah’ın bahşettiği bir hususiyet olarak kendilerini diğer insanların fevkinde bir makama yerleştirmektedir. İşte bugün yurtlarını işgal etmek yetmiyormuş gibi, 70 yıldır yok etmeye çalıştıkları Filistin halkına İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tüm dünyanın gözü ve kulağı önünde “insansı hayvanlar” demekte bir beis görmemiştir. Bu zihniyet ile zenci futbolcuya muz atan beyaz Avrupalı arasında hiçbir anlayış farkı yoktur. Her ikisine göre de kendileri dışındakiler insan değil, insanımsı ve insan türünün gelişmemiş, düşük ve “doğal seleksiyon” çarkına atılması gereken varlıklarıdır. İşte Avrupalı beyaz adamın gücü ele geçirince uyguladığı Amerika Kıtasından Avustralya’ya ve Afrika’ya kadar uzanan soykırımların temelinde bu ırkçı anlayış yatmaktadır. Bu anlayış dün Avrupa’nın iç temizliğinde Yahudilere ve Müslümanlara uygulanırken bugün de İsrail aynısını Filistinli Müslümanlara yapmaktadır. Tüm bunlar ortada iken hâlâ “aydınlanma, modernleşme, çağdaşlaşma, çağdaş batı, insani değerler, batı normları” diye sayıklayan aydınlarımızın kulakları çınlasın.
20. Asrın birinci yarısına iki dünya harbi sığdıran ve dünyayı kana bulayan Batı, kendi iç hesaplaşmasını 1945 yılında Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesinde yapılan yargılamalar ile Ekim 1946 tarihinde sonlandırdı. Mağlup olan Naziler insanlığa karşı suç işlemekten mahkûm edildi ve Almanya ikiye bölünerek kontrol altına alındı. Birleşmiş Milletler (BM) 9 Aralık 1948’de ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni[2] onayladı. Sözleşmeye taraf olan ülkeler soykırımı önleme ve cezalandırma sorumluluğunu üstlenmiş oluyordu.
Nasıl ki 2. Dünya Harbinde çoğunluğu Hıristiyan olan mülteciler dikkate alınarak BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (1950) kurulmuş ve 1951 yılında da “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi” imzalanmış, fakat soğuk savaş sonrası daha çok mülteci durumuna düşürülen Müslümanlar için sözleşme hükümlerinin uygulanmasından kaçınılmak için yollar aranmışsa, şimdi de aynı durum soykırım mağduru Müslümanlar veya “diğer ötekiler” için câri olmakta, İsrail’in soykırım suçundan ceza almaması için çeşitli yollar aranmaktadır.
İkinci üzerinde duracağımız husus BM’nin ana organlarından biri olan Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) yapı ve işleyişi olacaktır. Üst yapı olan BM, 2. Dünya Harbinin galipleri tarafından 1945’te dünya barışını korumak amacıyla kurulmuş olup merkezi New York’tadır. BM’nin başlıca yargı organı olan UAD ise yine aynı tarihte (1945) kurulmuş olup merkezi Hollanda’nın Lahey kentindedir[3]. UAD’da 15 hâkim bulunur ve hâkimler BM Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi tarafından seçilir. UAD’nin başlıca görevi devletlerarası hukukî ihtilafları karara bağlamak ve BM organları ve ajanslarına tavsiye görüşü vermektir. BM üyesi ülkeler kendiliğinden Divan’ın Statüsü’ne de taraftır. Güney Afrika ve İsrail, ülkemiz gibi BM üyesidir ve tabiatıyla Statü’ye de taraftır. Bu sebeple de UAD önündeki davalara taraf olabilir. 1948 tarihli Sözleşme’nin 9’uncu maddesinde “Sözleşmeci Devletler arasında bu Sözleşmenin yorumlanması, uygulanması veya yerine getirilmesi ve ayrıca soykırım fillerinden veya Üçüncü maddede belirtilen fiillerin her hangi birinden bir Devletin sorumluluğu ile ilgili olarak çıkan uyuşmazlıklar, uyuşmazlığın taraflarından birinin talebi üzerine Uluslararası Adalet Divanı önüne götürülür” hükmü gereği Sözleşme’ye taraf olan devletler bahsedilen konularda Divan’ın yargı yetkisini ve vereceği kararın bağlayıcı olacağını kabul etmektedirler. Bu sayede Güney Afrika, İsrail’in gerçekleştirdiği eylemler sonucu ortaya çıkan durumun doğrudan tarafı olmasa da meseleyi UAD önüne getirebilmekte, İsrail’in buna rıza gösterip göstermemesinin de yargılama yetkisi bakımından bir önemi olmamaktadır. Nitekim Güney Afrika, 29 Aralık 2023 tarihinde Soykırım Sözleşmesi’nin İsrail tarafından ihlâl edildiğine dair 84 sayfalık bir dilekçeyle UAD’ye müracaat etmiş ve önleyici tedbirlere karar vermesi için talepte bulunmuştur. İsrail’in bu yargılamadan kurtulma imkânı yoktur. Nitekim 11-12 Ocak tarihlerinde Lahey’de yapılan duruşmaları müteakip Divan, 26 Ocak’ta açıkladığı tedbir kararlarında, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde tanımlanan fiillerin işlenmemesi için elinden gelen tüm önlemlerle birlikte, ordusunun söz konusu maddedeki fiilleri işlemesini engelleyecek tedbirleri acil olarak almasına hükmetmiş, Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırım çağrısı yapanları önlemek, engellemek ve cezalandırmak için gereken tüm adımların atılmasına karar vermiştir. İsrail’in Filistinlileri maruz bıraktığı yokluk ve kıtlık yoluyla öldürme şartlarını ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulan temel hizmetlere ve insani yardımı acilen sağlamasını ve Filistin halkına karşı Soykırım Sözleşmesi’nin ihlalini gösteren delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını ve kararın yürürlüğe girmesinden itibaren bir ay içinde, alınan tüm tedbirler hakkında Mahkeme’ye bir rapor sunmasını istemiştir.
İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırımı neden UAD’na Arap Birliği üyesi ülkeler veya İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 ülkeden birisi değil de Güney Afrika Cumhuriyeti götürmüştür? Birinci mesuliyet İslâm ülkelerinin omuzunda değil midir? Onların sadece “şiddetle kınama” dışında yapabilecekleri başka bir şey yok mudur? Kaldı ki Soykırım Sözleşmesi devletlere soykırım yapmama, soykırımı önleme sorumluluğu yüklemektedir. UAD’ın 2007 tarihli Bosna Hersek-Sırbistan Karadağ kararında olduğu gibi Devletler soykırımı önleyecek makul her türlü tedbire başvurmak yükümlülüğü altındadır. Buna göre İsrail ‘in yaptığı soykırımı önlemek için harekete geçmeyen Devletler bu sorumluluğu yerine getirmemiş olmakta ve bir nevi kabahatli duruma düşmektedir. İşte Güney Afrika bu kabahati işlememiş ve daha önce İngiltere’nin ırkçı sultası altında yaşadıklarını unutmayarak İsrail soykırımını Divan’ın önüne getirmeyi tercih etmiştir. Bu sebeple de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin alkışlanması, barış ve insan hakları ödülleri ile taltif edilmesi gerekir.
Türkiye BM üyesi olarak UAD Statüsü’ne taraftır. Soykırım Sözleşmesi’ni onaylayan ülkelerden biridir. Bu bakımdan Güney Afrika’nın yaptığı başvuruyu Türkiye’de yapabilirdi. Ancak yaşanan bazı tecrübeler Türkiye’yi böyle bir müracaat yapmada çekimser bırakmıştır. Bununla birlikte Türkiye soykırım delillerini toplama ve muhafaza etmede, delilleri karartmaya yönelik teşebbüsleri engellemede ve yalan propagandaları delilleriyle teşhir etme yönünde UAD’ye önemli belgeler sağlamıştır.
Eğer UAD, İsrail’i soykırımdan mahkûm ederse bu İsrail ile sınırlı kalmaz, İsrail’i koruyan, kollayan, silah ve mühimmat temin etme yoluyla eylemlere katılanları da soykırımcı olarak nitelendirmek için de bir utanç yaftası olarak boyunlarında asılı kalır. Dünyada güç dengeleri değiştikten sonra bu ihanetlerin hesabının sorulmasına da bir gerekçe teşkil eder.
İsrail bugüne kadar BM’de aleyhine verilen kararların bir tanesine bile uymamışken, UAD’nin vereceği karara uyması beklenebilir mi? Kaldı ki uluslararası sistemde verilen kararları uygulatabilecek iç hukuktaki gibi bir kolluk mekanizması yoktur. Ancak Divan’ın vereceği kararı Güney Afrika Cumhuriyeti BM Güvenlik Konseyi’ne götürme hakkına sahiptir. Güvenlik Konseyi bu müracaatı kabul ederse, karar bir yaptırım belgesi haline getirilebilir ki bu da veto yetkisine sahip ABD, İngiltere ve Fransa gibi Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin varlığı sebebiyle mümkün olmayacaktır.
Sonuç olarak Batı’nın vahşet ve cinayet sabıkası dün itibariyle kabarık olduğu gibi yarın için de tövbe etmiş değillerdir. Bosna’da yaşanan soykırım hâfızalarda halen canlıdır. Mesele halkı Müslüman olan ülkelerin idari yapılarında, siyasi sistemlerinde ve politik tercihlerinde düğümlenmektedir. Bu idari yapıları ve siyasi sistemleri elbette mevcut yöneticiler değiştirecek değildir. Bu dönüşümü sağlayacak olan halklardır. Halkların da kendi değerlerini keşfetmesi, inanması, ümitsizlikten kurtularak zorba idareleri dönüştürmesine ihtiyaç vardır.
[1] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilmiş ve Ocak 1951’de meriyete girmiştir. Sözleşmenin amacı, Nazi Almanya’sı tarafından 2. Dünya Harbinde uygulanan soykırım gibi katliam ve cinayetlerin engellenmesidir.
[2] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde soykırım şöyle tarif edilmektedir: Milli, etnik, ırki ya da dini bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; “gruba mensup olanların öldürülmesi veya ciddi surette bedenî ya da zihnî zarar verilmesi veya bütünüyle ya da kısmen fizikî varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, hayat şartlarını kasten değiştirmek, doğumlarını engellemek amacıyla tedbir almak veya çocuklarını zorla bir başka gruba nakletme” fiillerden herhangi birisi soykırım suçunu oluşturur.
[3] 2. Dünya Harbi sonrası başta BM olmak üzere neredeyse tüm uluslararası kuruluşların merkezleri ya ABD’de veya Avrupa’nın muhtelif şehirlerindedir. Lahey’de Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi yanında başka uluslararası kuruluşlar da vardır. Konuyla ilgili “Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu” başlıklı makaleye bakılabilir (https://dergipark.org.tr/tr/pub/dpusbe/issue/76930/1255386).
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD YAYINEVİNİN YENİ KİTABI ÇIKTI
BAKAD Yayınevinin 4. Kitabı da yayımlandı. Batı Karadeniz Akademisyenler Derneğinin yıllık yayınlarının kitaba dönüştürülmesiyle ortaya çıkan BAKAD Günlükleri (https://www.bakad.org.tr/bakad-yayinevi/), bu serinin üçüncü kitabıdır. Kitapta 2023 yılında Türkiye’de ve dünyada meydana gelen ve bizi yakından ilgilendiren hadisat akademik bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Kitap son zamanlarda yaygınlaşan ePub formatında yayımlanmaktadır. Böylece basılı kitapların yerini almaya başlayan elektronik kitaplar arasında BAKAD Yayınevinin kitapları da okuyucularıyla buluşma fırsatı yakalamış olacaktır. Kitabın Türkiye ve dünya siyasetine ilgi duyan tüm çevrelere faydalı olmasını dileriz.
AK PARTİ HÜKÜMETİNİN 12. KALKINMA PLÂNI İLE ÇİZDİĞİ 2028 TÜRKİYE TABLOSU
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Türkiye’nin gelecek 5 yılını şekillendirecek 2024-2028 Kalkınma Plânı, 01 Kasım 2023 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer 32356 ncı sayısında yayımlanmıştır. Bilindiği üzere kalkınma plânları halkın tasvibiyle yetkilendirilen milli iradenin bir kararıdır. Nitekim 12. Kalkınma Plânı da TBMM’nin 31.10.2023 tarihli 15’inci Birleşiminde onaylanmıştır. Kalkınma plânları tüm kamu kurumları için emredici ve rehber hususiyetini haizdir. Diğer bakanlık ve kamu kurumlarının yapacakları stratejik plânlar için de bir üst belge mahiyetindedir. Binaenaleyh kalkınma plânları ülkemiz için 5 yıllık bir yol haritası mânasına gelmektedir. Her yol haritasının bir başlangıcı ve bir de ulaşmak istediği amacı vardır. Bu makalede 2024 yılına girerken hazırlanan 12. Kalkınma Plânının 2028 yılına gelindiğinde nasıl bir Türkiye tablosu ile karşılaşılacağının değerlendirilmesi yapılacaktır. Ancak yeni plânı incelenmeden evvel daha önce yapılan çalışmaları ve uygulanan kalkınma plânlarını kısaca gözden geçirmeye ihtiyaç vardır.
Kısa bir tarihi arka plân vermek gerekirse Türkiye’de ilk plân çalışmaları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nden davet edilen uzmanların rehberliğinde 1933 yılında 1. Beş Yıllık Sanayi Plânı ve 1936 yılında 2. Beş Yıllık Sanayi Plânı adıyla yapılmış ancak ikincisi uygulanamamıştır. Merkezi plâncı ekonomiler genellikle piyasa ekonomisinin olmadığı sosyalist ve komünist ülkelerde bulunmakta, mahalli ihtiyaçlar dikkate alınmadığı için de SSCB’de olduğu gibi iktisadi krize ve çöküşe yol açmaktadırlar. Bu örnek, plânlamanın kötü bir şey olduğu mânasına elbette gelmez. Ancak ülke plânlaması ile bölge ve şehir plânlamalarının birbirini tamamlayıcı ve destekleyici olması ve gerçeklere istinat etmesi gerekir. Aksi halde bölgeler arası gelişmişlik farkları, ülke bütünlüğünü hedef alan tahrikler başta gelmek üzere pek çok sıkıntılara dâyelik edecektir. Bölgeler arası gelişmişlik farklarını asgariye indirme ve halkın refah seviyesini yükseltme de teknokrat bir yapıya ihtiyaç olduğu düşüncesi ile kurulan Devlet Plânlama Teşkilatı (DPT), bu amacı gerçekleştirmekten ziyade sık sık değişen hükümetlerin birkaç düzine bakanlığında, bakanlığı tanımayan bakanlara danışman ve uzman temin etmenin ötesinde bir fonksiyon ifa edememeye başlamıştır. Yapılan kalkınma plânları da büyük oranda birbirinin kopyası mahiyetinde aynı amaçları tekrarlayan belgelere dönüşmüştür. Bunun misalleri çoktur. Bazı kalkınma plânlarında ise kendini tekrarlamanın ötesine geçildiği görülmektedir. Bir fikir vermek üzere 10. ve 11. Kalkınma plânlarının bazı hedefleri Tablo 1’de verilmektedir.
Tablo-1: 10. ve 11. Kalkınma Plânları
Temel Göstergeler | 10. Kalkınma Plânı (2014-2018) | 11. Kalkınma Plânı (2019-2023) |
GSYH | 2 Trilyon Dolar | 1.080 Trilyon Dolar |
Kişi başına gelir | 25 000 Dolar | 12.484 Dolar |
İhracat | 500 Milyar Dolar | 226.484 Milyar Dolar |
İşsizlik | %5 | %9,9 |
Enflasyon | %5’in altı | Tek haneli rakamlara indirme |
Kaynak: 10. ve 11. Kalkınma Plânları
Tablo incelendiğinde sanki 11. Plân ile 10. Plân başlıklarının yer değiştirdiği veya ters yazıldığı gibi bir intiba hâsıl olur. Zira 11. Kalkınma Plânında 10. Kalkınma Plânı hedefleri yarıya düşürülmüştür. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu acayip tablo Türkiye’de “ayağı yere basan” plânların yapılamadığının en açık göstergesidir.
Ne gam, günümüzde bu plân anlayışı kamu kurumlarının yaptığı stratejik plânlarda da sergilenmeye devam edilmektedir. Sektörel bazda yapılan bu stratejik plânlarda büyük oranda hayali hedefler ile vizyon ve misyon tanımlamaları yapılan, ancak Karamanlı Kâmi Mehmet Efendi’nin dediği gibi “Güle gûş etdiremez yok yere bülbül inler, Varak-ı mihr-i vefâyı kim okur, kim dinler?” fehvasınca bürokrasiye yük, çalışanlara eziyet, denetçilere belge sunmanın ötesinde bir mâna ifade etmeyen mebzul miktarda stratejik plânlara rastlanılmaktadır. Yani beş yıllık kalkınma plânlarının hedeflerini sektörel bazda gerçekleştirmekle mükellef stratejik plânlarda da aynı hatalar tekrarlanmaya devam edilmekte, yönetimleri strateji ile buluşturmak ise başka baharlara kalmaktadır.
Stratejik plânlardan bahsederken mesuliyetini müdrik idarecileri hariç tutarak, birtakım “gayretkeş” yöneticilerin yönettikleri birimlerde kanun yerine keyfi uygulamaları dayatmakta ısrar etmelerine de kısaca dokunmak gerekir. Hangi kurumların stratejik plân yapacakları kanunla belirlenmiştir. O kanunda değil okulların, ilçe ve il milli eğitim müdürlüklerinin bile stratejik plân yapma mecburiyetleri yoktur. Zira Devlet tüzel kişiliğine dâhil olarak onları da kapsayacak şekilde stratejik plân yapma yetkisi Milli Eğitim Bakanlığına verilmiştir. Stratejik plan yapma mecburiyetinden nüfusu 50.000’in altında olan belediyeler bile muaf tutulmuştur. Keza “hizmet yerinden yönetim kuruluşları” olan üniversiteler de stratejik plân yapmakla mükelleftirler. Fakat alanında uzman olsa bile idarede acemi bazı rektörler fakülte, enstitü, yüksekokullara, hatta bölümlere bile stratejik plân yapma dayatmasından bir türlü kendilerini alamamaktadırlar. Keyfi dayatmalarını kanun yerine koyan bu yönetici tipleri kanunu ihlâl ettiklerinin bile farkında olmadan narsist bir duyguyla kurumları amaçlarından saptırmakta ve insan kaynağını lüzumsuz işlerle meşgul etmektedirler. Ne hikmetse bunlara bir “dur” diyen veya hesap soran olmamaktadır. Eğer bu ifadeleri mübalağalı bulanlar varsa lütfedip en yakınlarındaki bir okula veya üniversiteye uğrayabilirler.
Bu girişten sonra 12. Kalkınma Plânının Türkiye’yi nereye taşımak istediğine dair hususu plân metni üzerinden incelemeye başlayalım. 12. Kalkınma Plânı aynı zamanda 2024-2053 yıllarını kapsayan uzun vadeli gelişmenin stratejisini de çizmektedir. Bu sebeple 261 sayfalık bir hacim tutan 12. Plânın ciddiyetle ele alınması gerekir.
Plânda 2053 yılında dünyada bugünkü gelişmiş ekonomilerin gerileyeceği, Asya ve Afrika ülkelerinin ağırlık kazanmasıyla çok kutuplu bir dünya kurulacağı, yapay zekâ, üç boyutlu baskı, makine öğrenmesi ve robotik teknolojilere dijital paraların eşik edeceği, yeşil ve dijital dönüşümle birlikte eğitim sisteminin de ona uygun olarak düzenleneceği, çevre dostu ve akıllı kentlerde temiz enerji kaynaklarının yaygınlaşacağı, dünya nüfusunun 10 milyara dayanacağı ve ağırlıklı olarak Asya ve Afrika’da kümeleneceği, gelişmiş ülkelerde 65 yaş üstü nüfusun %27,8’e çıkacağı tahmini yapılmaktadır.
2053 vizyonuna göre bu umumi manzarada Türkiye gıda ve enerjide arz güvenliği ile birlikte tabii kaynaklarının sürdürülebilirliğini sağlamış, yüksek katma değerli üretimiyle istikrarlı olarak büyüyen, cari işlem fazlası veren bir ülke olarak dünyada satın alma gücü paritesine göre ilk 5 büyük ekonomisinden biri olacaktır. Dünyanın en değerli 100 markasından en az 5 tanesi de Türkiye’nin olacaktır. İşsizlik oranının %5 civarında olacağı tahmini yapılan uzun vadeli stratejide dünyadaki en iyi 100 üniversite arasına ülkemizden en az 5 üniversitenin gireceği, Ar-Ge harcamalarının milli gelirdeki payının da %4 seviyesinde olacağı tahmini yapılmaktadır. Daha pek çok alanda 2053 vizyonunun ortaya konulduğu uzun vadeli strateji şüphesiz ki kuvvetli projeksiyonlardan ziyade tahmin ve temenniler üzerine inşa edilmiştir. Tablo 1’de görülen vahim hatalar ihtiyatı elden bırakmamanın -sükutu hayale uğramamak için- gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Zira dünyada gelişmelerin hızlandığı ve ani sıçramalara bile imkân olduğu gelecek 30 yıllık dönem için tahminlerde bulunmak cesaret gerektirir. Ancak teşvik ve motivasyon açısından 2053 vizyonu faydalı bile olabilir. Gelecek 5 yıl için ortaya konulan hedeflere ulaşılması şartıyla uzun vadeli strateji de inandırıcı olabilir. O halde şimdi 2028 yılı için ortaya konulan ana hedefleri gözden geçirelim.
Öncelikle plânın vizyonuna bakmak gerekir. Zira vizyon, gelecekle ilgili öngörü demektir. Yani 5 sene sonra “nerede olmak ve ne yapmak istiyoruz” sorularına cevap verir. Plânda tarif edilen vizyon; çevreye duyarlı, âfetlere dayanıklı, ileri teknolojiye dayalı, yüksek katma değer üreten, geliri âdil paylaşan, istikrarlı, güçlü ve müreffeh bir Türkiye’dir. Bu tarifte sayılan her bir maddenin tahakkukunu ölçecek göstergeler vardır. Ancak bu vizyonun tahakkuku için 5 sene beklememiz gerekmektedir. Her ne kadar yıllık programlarla gidişat hakkında değerlendirmeler yapılabilse de şimdilik hepsi için çok erkendir.
Tablo-2: Büyüme ve İstihdam Gerçekleşme ve 2028 Hedefleri
Kaynak: 12. Kalkınma Plânı s. 58.
Tablodaki temel göstergelerden GSYH, kişi başı milli gelir ve işsizlik rakamları 5 yıl sonrası için en önemli olanlarıdır. Türkiye’nin GSYH’sının 2028 yılı için cari değerde 1.589. trilyon dolar olacağı tahmin edilmektedir. Kişi başı gelirin ise ortalama 17.554 dolar ve satın alma gücü paritesine göre de 58.555 dolar olacağı tahmini yapılmaktadır. İstihdamın arttırılarak işsizliğin %7,5’e düşürüleceği ifade edilmektedir. Bu değerler Türkiye’nin dünyadaki gelişmiş ülke standartlarına erişeceği mânasına gelmektedir.
Diğer bir önemli gösterge de ithalat ve ihracat ve ödemeler dengesi rakamlarıdır. Tablo 3 incelendiğinde Türkiye’nin 2028 yılı ihracat rakamının 375,4 milyar dolara çıkacağı fakat ithalatta düşüşün istenilen seviyeye getirilemeyeceği, zira ihracatın ithalatla olan bağımlılığının etkisini devam ettireceği görülmektedir. Gerileyen uluslararası doğrudan yatırım girişinde ise artış beklenmektedir.
Tablo3: Ödemeler Dengesine İlişkin Hedefler
Kaynak: 12. Kalkınma Plânı s. 66.
Cari işlemler dengesinde oldukça iddialı bir tahmin yapılmakta 2028 yılında cari açığın 2,8 milyar dolara geriletileceği ve GSYH’ya oranının da %-02’ye düşürüleceği ifade edilmektedir. Ülke ekonomisinde son iki yılın en yıkıcı göstergesi olan enflasyonun da 5 yıl sonra %4,7’ye çekileceği kayıt altına alınmıştır. İnşallah bu tahminler gerçekçi bir projeksiyona dayanıyordur.
Bakılmadan geçilemeyecek diğer önemli bir gösterge de yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ihracatı içindeki payıdır. Adeta şeytanın bacağı olan bu göstergenin maalesef 5 yıl sonra da kırılamayacağı, ancak %3,7’den %5,5’e çıkarılacağı bu plânda görünmektedir. Türkiye’nin bu hususta hiç olmazsa Güney Kore seviyesine çıkması gerekir ki ihracatta arzu edilen seviyeye yaklaşsın ve ithalatı karşılama oranı yükselebilsin.
Bu kısa değerlendirme 12. Kalkınma Plânının temel birtakım göstergeleri ile sınırlı tutulmuştur. 12. Kalkınma Plânının sektörel bazda değerlendirilmesi ise bu makalenin çerçevesine sığmayacağı için meraklı ve ilgililerin doğrudan plânı incelemeleri tavsiye olunur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YUTKUNAN TUTUK BİR DEV; İSLÂM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLÂTI
Biri hakiki Siyonist Yahudi (Netenyahu), diğeri Siyonist Evangelist (Biden) birarada.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
7 Ekim 2023 tarihinde HAMAS’ın “el Aksa Tufanı” diye adlandırdığı İsrail saldırısı dünya gündemine Filistin’de yaşanan dayanılmaz Yahudi işgal ve baskısını getirmekle birlikte çoğu çocuk, kadın, yaşlı ve savunmasız 13.000’i mütecaviz Filistin halkının ölümü ile yerle bir edilen Gazze’yi de taşıdı. “Bir avuç” Yahudi’nin devasa Arap dünyası karşısında fütursuzca işlediği soykırım, etnik temizlik ve savaş suçu olarak tanımlanan alçak cinayetlerini işlemeye nasıl cesaret edebildiği sorularını da tekrar sordurdu. Dünün gaz odalarında can veren, fırınlarında yakılan Yahudilerinin bugün kendisine yapılanların beş beterini Filistinli Müslümanlara yapmada en ufak bir tereddüt göstermediğini ve dün kendisini Avrupa’dan işkencelerle kovanların bugün kendisine arka çıkmasındaki tezatta yatan gizli amacı da derhatır ettirdi.
Ama ne Filistin, ne Kudüs ve ne de Mescid-i Aksa Arap dünyası sınırlılığında değerlendirilebilir. Zira bir asır önce Osmanlı vilayetleri içinde huzurlu bir bölge olan Filistin, içindeki tüm mukaddes beldeleriyle İslâm Dünyası için bir “harem” bölgesidir. Hatta Ehli Kitap için de böyle olduğundan Osmanlı Devleti o bölgede kucaklayıcı bir anlayışla Müslümanlarla birlikte Hristiyan ve Yahudilerin de yaşamasına müsaade etmiştir. Şimdi ise Yahudiler Hristiyanlarla bir olup oradaki Müslümanları tehcire zorlamakta, direnenleri de yok etmeye çalışmaktadır.
Bu şer ittifakına karşı İslâm dünyasının tavrı acınacak bir vaziyettedir. Filistinlilerin haklarını en başta savunmakla mükellef olan devlet başkanı Mahmud Abbas’ın Gazze’ye bakışı şaşıdır. Sanki Gazze Filistin’in bir parçası değildir. Suudi Arabistan, Mısır başta olmak üzere diğer Arap ülkelerinin idarecileri de aynı umursamazlığın safında, sokaklarındaki insanların öfkelerini temsilden bile uzaktadırlar. Türkiye hariç sair İslâm ülkelerinden de cılız sesler yükselmekte, İskoçya, ispanya ve Brezilya hükümetlerinden yapılan sert tenkitler Müslüman halkların hissiyatıyla daha yakın durmaktadır.
Türkiye’nin Filistin hassasiyeti ise fiili bir müdahale dışında “elden gelen her şeyi” yapmak şeklinde tezahür etmektedir. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başta olmak üzere devletin tüm kademeleri Filistin’de uygulanan mezalimi bertaraf etmek için çalışmakta, özellikle İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden İsrail ve destekçilerine baskı yapmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Filistin’e denizden askeri bir yardım ve destek sağlama ihtimali dikkate alınarak ABD ve Birleşik Krallık Gazze önüne uçak gemileri ve kraliyet donanmasından oluşan bir bariyer çekmişlerdir. Karadan bir desteğin önü ise Suriye’nin hava sahasını koruyan Rusya tarafından kesilmiştir. ABD’nin muvazaalı rakibi Rusya Şam ve Haleb’i bombalayan İsrail savaş uçaklarına Suriye hava sahasını açmakta, herhangi bir müdahalede bulunmamakta fakat PYD/YPG gibi PKK uzantılarına Türkiye’nin müdahalesi mevzu bahs olunca hava savunma sistemi hemen harekete geçmektedir. Yani İsrail sadece ABD, Birleşik Krallık ve Fransa tarafından değil, güya onların rakibi olan Rusya tarafından da korunmaktadır. Hamas’ı kışkırtan İran ve onun Lübnan’daki Hizbullah gibi taşeron örgütleri ise “kuru-sıkı” tehdit dışında elle tutulur bir destek sağlamamaktadır.
Bu savunmanın gerisinde kendisini emniyete alan İsrail ise savunmasız, silahsız ve korumasız mâsum Filistin halkını imha etmeye çalışmaktadır. Bu Siyonist Yahudi-Hıristiyan dayanışması karşısında İslâm İşbirliği Teşkilatı ne yapmaktadır? Biraz da bu yutkunan tutuk devi teşrih masasına yatıralım.
1969 yılında Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde kurulan İslâm Konferansı Teşkilâtının amacı İslâm Dünyasının hak ve menfaatlerini korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmektir. Teşkilâtın adı 2011 yılında Astana’da yapılan 38. Dışişleri Bakanları Konseyi’nde İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) olarak değiştirilmiştir. İİT’nin toplam 57 üye ülkesi bulunmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de “Kıbrıs Türk Devleti” adıyla gözlemci ülke statüsündedir. Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyeye sahip olan İİT, maalesef siyasi, iktisadi ve askeri etki gücü olarak “kalıbının adamı” değildir. Başlık resminde olduğu gibi ayağından kırıp-atacağı zayıf bir bağla kayıt altına alınan dev, maalesef ki o müdara bağı koparmak için en ufak bir teşebbüste bulunmamakta, arada sırada çıkardığı homurtular ise kimseyi korkutmamaktadır.
İİT’deki yapı ve işleyişe gelince, teşkilatın en yetkili organı olan İslâm Zirvesi 3 yılda bir toplanmakta, ülkeler bu zirve toplantılarında Devlet Başkanı seviyesinde temsil edilmektedir. Diğer önemli bir yapı da zirvelerde belirlenen politikalar çerçevesinde kararlar almak ve uygulamaları izlemek maksadıyla yılda bir kere toplanan Dışişleri Bakanları Konferansıdır. Üçüncü organ ise İİT Parlamenterler Birliğidir. Bu organlarda resmi dil olarak Arapça yanında iki sömürgeci ülkenin dili olan İngilizce ve Fransızca kullanılmakta, ne hikmetse Türkçe bu Teşkilatta kendisine yer bulamamaktadır. Endonezya, Pakistan Bangladeş gibi büyük nüfusları olan ülkelerin dilleri de yoktur. Bu garip durum Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İİT’nin genel sekreterliğini yaptığı dönemde(2004-2014) bile düzeltilememiştir.
İİT’deki diğer organlara gelince Kudüs Komitesi, Enformasyon ve Kültürel İşler Daimi Komitesi, Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi ve Bilim ve Teknolojik İşbirliği Komitesi gibi daimi komiteler ile İcra Komitesi bulunmaktadır. Ayrıca Genel Sekreterlik yanında Uluslararası İslâmi Adalet Divanı, Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu, Daimi Temsilciler Komitesi ve diğer uzmanlık kuruluşları da mevcuttur.
İİT’nin web sayfası incelendiğinde adeta bir haber ajansı gibi çalıştığı, İslâm dünyasının meselelerini ele alışta en fazla” kınamalar” yaptığı, yer yer de durum tespiti seviyesini geçmeyen rapor ve basın açıklamalarına yer verdiği görülür. İİT’nin en dikkate değer belgesi 2016 yılında İstanbul’da düzenlenen 13. İslâm Zirvesinde son şekli verilen On Yıllık Eylem Programı (2016-2025)’dır.
Program incelendiğinde “siyasi irade, dayanışma ve ortak İslâmî eylem, ılımlılık ve İslâm’ın hoşgörü anlayışı, İslâm hukuku, İslâm fıkıh akademisi, terörizmle mücadele, İslâmofobi ile mücadele, insan hakları ve iyi yönetişim, Filistin ve işgal edilmiş Arap toprakları, çatışmaların önlenmesi ve çözümü, barışın tesisi, ekonomik işbirliği, İslâm Kalkınma Bankası’nın desteklenmesi, doğal âfetler karşısında sosyal dayanışma, Afrika’da yoksullukla mücadele, yükseköğretim, bilim ve teknoloji, İslâm dünyasında kadın, genç ve çocuk hakları ve aile, üye ülkeler arasında kültürel değişim” gibi kapsamlı bir iş yükü sayımı yapılmakla birlikte bu meselelerin halli için nasıl bir siyaset izleneceği belli değildir.
ABD liderliğindeki Batı ve Hıristiyan dünyanın diğer ülkelere yaptığı siyaset diktesinden veya en ufak bir menfaat ihlâlinde “iktisadi, ticari, askeri ve teknolojik yaptırımlara” sarılmasından her hangi bir ders alınmışa da benzememektedir. Bu silik yapıdan müessir siyasetler beklemenin hayalden öte bir değeri yoktur. Oysa İİT’nin elinde genç nüfus potansiyelinden, enerji kaynaklarına ve pazar imkânlarına kadar kullanabileceği pek çok kozu ve etkili silahı mevcuttur. Dünyada yaklaşık iki milyar Müslüman yaşamakta, dünya petrol ve gaz rezervlerinin yaklaşık %75’i İslâm ülkelerinin elinde bulunmaktadır. Bunun yanında dünyanın en fakir ülkeleri de İslâm dünyasında bulunmaktadır. Sadece İslâm’ın farz bir emri olan zekât müessesesi işletilse dünyada fakir İslâm ülkesinin kalmayacağı aşikârdır. On yıllık programa yazılan “yoksullukla mücadelenin” basit bir çözümü ortada iken, kurulduğu günden beri bunu bile beceremeyen bir Teşkilat zihinlerde kocaman bir yük olarak durmaktadır.
Peki, neden İİT’de böyle zavallı bir tablo vardır? Sorunun cevabı bu kısa makaleye sığmayacak kadar büyüktür. Ancak en can yakıcı olanları, bu ülkelerin yönetimleri ile halklarının aynı değerleri paylaşamaması, yöneticilerin kendilerini halklarından ziyade emperyalist güçlere borçlu hissetmeleridir. Bu ülkelerde insanların kendi değerleri değil emperyalist ülkelerin hukukları ve kuralları geçerli olmaktadır. Siyasi birliğin gücünden istifade edilememekte, ayrışan ve zayıf düşen ülkeler Batı tarafından kolayca sindirilebilmektedir. Tüm bu dertlere şifa için kurulan İİT; “Müminler birbirlerini sevmede, merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir uzvu rahatsızlandığında bu acıyı paylaşan bir bedene benzer (Buhari 27, Müslim 66).” Hadisinde tarif edilen bütünlüğe ve kıvama gelmedikçe Avrupa Birliği gibi bir dayanışma ortaya koyamayacaktır.
İşte tüm bu hikâyeyi Filistin’de yaşanan soykırım, etnik temizlik ve tehcire karşı Arap Birliği ve İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın kınama ve kuvvetli kınama ile sınırlı kalan tavrı ve tutumu özetlemektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
CUMHURİYETİN 100. YILI VEYA TÜRKLERİN EN UZUN FETRETİ
Resimler: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Bugün Türkiye’de ve dış temsilciliklerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş yıldönümü bayram olarak kutlanıyor. Bu makalede cumhuriyetin 100 yılı mercek altına alınarak ana başlıklar üzerinden bir muhasebesi yapılacaktır.
Öncelikle 29 Ekim 1923’de yoktan bir devlet kurulmamış, 1876 Kanun-u Esasi’nin eki olan 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun 1, 2, 4, 10, 11 ve 12. Maddelerinde değişiklik yapılarak var olan devletin tarzı idaresi saltanattan cumhuriyete çevrilmiştir. Birinci maddede yapılan bu değişiklikle “Hâkimiyet, bilâkayd-ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i hükûmeti, cumhuriyettir” hükmü getirilmiştir. Aynı gün Meclis’te bulunan 158 milletvekilinin oyu ile Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçilmiştir. Büyük Millet Meclisinde 287 milletvekili (bazı kaynaklarda 332) olmasına rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde neden vekillerin neredeyse yarısının Mecliste olmadığını okuyucuların nazarı dikkatine havale edelim.
İkinci olarak Türkiye Devleti tek partili bir cumhuriyete geçerek Lozan konferansına harbin galibi değil de adeta mağlubu gibi oturmuş, Musul ve Kerkük’ten maada Hatay’ı da elinden kaçırarak boğazlara bile hâkim olamamıştır. Ege adalarını (Gökçeada ve Bozcaada hariç) mağlup Yunanistan’a bırakmış, yakıp-yıktığı Anadolu şehir ve kasabalarının karşılığı olarak ödemesi gereken savaş tazminatını ödemekten de -zaten bizim olan Karaağaç ve çevresi- bize verilerek Yunanistan bu yükten kurtarılmıştır. İngiltere’nin el koyduğu iki savaş gemisinin parası İngilizlerden alınamadığı gibi 1845’ten Harbi Umuminin sonuna kadar olan Osmanlı Devleti’nin borçları o dönem “redd-i miras” iddiasındaki Türkiye’ye yıkılmıştır.
Üçüncü olarak üzerinde durulacak husus Cumhuriyet döneminin icraatlarıdır. Saltanatın yerine getirilen idare tarzı cumhuriyet olmuş ama bu cumhuriyet demokratik bir cumhuriyetten ziyade başlangıçta otoriter daha sonra ise totaliter bir cumhuriyet olmuştur. Halkın iradesi yok sayılmış, dini, örfü, hukuku, an’anesi, gelenekleri, kültürü hâsılı tüm değerleri “bizi medeniyetten alıkoyan köhne engeller” olarak görülüp, aşağılanmış ve yok edilmeye çalışılmıştır. Adeta Türkiye’den bir Fransa çıkarılmak, Türk milletinden de Fransızlara benzeyen bir halk icad edilmek için canhıraş bir çabaya girişilmiştir. Yapılan inkılapların teknolojiyle, fenle, bilimle bir alâkası yoktur. Alfabeden, eğitim sistemine, kılık kıyafetten, ölçü tartı âletlerine kadar el uzatılmadık saha bırakılmamış, özellikle dini hayat üzerinde çok ağır baskılar uygulanmıştır. Osmanlı devletinden devreden Dâr-ül Fünûn bile bu yıkımdan kurtarılamamış, İsviçreli Profesör Albert Malche’nin verdiği rapor doğrultusunda 1933’de yapılan “üniversite reformu” ile İstanbul Dâr-ül-Fünûnu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuş, inkılaplara yeterince destek vermeyen hocaların görevine son verilmiştir. Cumhuriyet döneminde ikinci üniversite ancak 1946 yılında kurulabilmiştir. Teknolojik gelişmeler ise ne gariptir ki engellenmeye çalışılmış, Nuri Killigilden Nuri Demirağ’a, Şâkir Zümre’den Vecihi Hürkuş’a kadar çok önemli müteşebbisler bertaraf edilerek, savunma sanayiinde kritik önemi haiz uçak, silah, cephane ve daha pek çok alanda ülkeyi ileriye taşıyacak teşebbüsler engellenmiştir. Aynı zihniyetin elinden 1961 yılında yapılan yerli otomobil “devrim” de kurtulamayacaktır[1].
İktisadi açıdan da memleket perişan vaziyettedir. Yokluk, kıtlık, fukaralık yetmiyormuş gibi İkinci Dünya Harbinde Türk halkı ekmeği karne ile alırken, dün gözümüzü oymaya çalışan Yunanistan’a Kızılay vasıtasıyla gemiler dolusu binlerce ton meccanen gıda yardımı yapılmaktadır[2].
Stalin’in Türkiye’yi tehdit etmesiyle başlayan arayışlar mevcut hükümeti “kerhen” çok partili hayatın kapısını açmaya zorlamış, 1946 “açık oy gizli tasnif” rezaleti 1950 yılında tekrarlanamamış ve CHP bir daha tek başına iktidara gelmemek üzere ülke yönetiminden kovulmuştur. Ancak 1950 yılında geçilen çok partili dönem diktatörlüğün sağladığı bedava hayat, makam, mansıp ve servet sahiplerini tedirgin etmiş, seçilmiş meclis ve hükümet ordu-CHP ittifakınca gerçekleştirilen bir darbe ile yıkılmış, başbakan Adnan Menderes’le birlikte Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi iki çok kıymetli bakanı da idam edilmiştir. Bununla da iktifa edilmeyerek yapılan bu alçaklık millete 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak dayatılmıştır. Bu eşkıyalar 1961 Anayasası ile kendilerini garantiye almakla kalmamış, Cumhuriyet Senatosu adıyla uydurulan ikinci meclise “temelli senatör” olarak demirbaş ettirilmiştir. Bundan sonra her 10 yılda bir çeşitli bahanelerle bu eşkıyalık sürdürülmüş, yeni anayasa yapılıp, yeni kanunlar çıkarılmış ve demokrasi vesayet altında tutulmaya çalışılmıştır.
Arada bir Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi başbakanlar ülkeyi geliştirecek hamleler yapsalar da bu, bir-iki dönemden öteye geçememiş, mevcut siyasi sistem sebebiyle istikrarlı hükümetler kurulamamıştır. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü milletin azmi ve mukavemetiyle kırılınca fetret devrinin tabutuna nihayet son çivi çakılabilmiştir.
Cumhuriyetin 100. yılında tablo budur. Türklerin en uzun fetret dönemi ancak 2016 yılında yaklaşık bir asır sonra hitama erdirilebilmiştir. Artık Türkiye bir trilyon dolarlık GSYH ile küresel güçlerin çok isteseler de üzerinde operasyon yapabileceği bir devlet olmanın çok ötesine geçmiştir. Türk Devletleri Teşkilâtı ile Türkiye gerçek birliğini kuracağı alana yönelmiş, şimdilik uykuda olan İslâm İşbirliği Teşkilâtı üyeliği ile de ileride tahakkuk edecek İttihad-ı İslâm’ın kaydını tutmaya başlamıştır. Teknoloji tekeli yavaş yavaş ellerinden çıkan ve gerilemeye başlayan ABD ve Batı, mevcut üstünlüklerini dünyanın çeşitli bölgelerinde terör devletleri veya çeteleri üzerinden fesat çıkararak acele ile kâra çevirme hamlelerine girişmiştir. 1950 yılında dünya gayrı safi hasılasının yarısını üreten ABD’nin bugünkü payı %18’e düşmüştür. “Zengin ihtiyar” pozisyonundaki Avrupa ise ABD olmasa kendini savunamaz bir haldedir. ABD liderliğindeki Batı’nın kurduğu düzen çökmeye başlamış, kurdukları sözde “uluslararası” teşkilatlar başta BM olmak üzere can çekişmektedir. Artık dünya bu “yükü” kaldıramamakta, Batı’nın siyasi, iktisadi, askeri ve hukuki sisteminden kurtulmak için yeni arayışlara girişmektedir.
İşte bu yol kavşağında yeni umut ışıkları doğmaktadır. Zira zaman doğru bir hat üzerine hareket etmediği, bilakis dünyanın hareketi gibi bir daire içinde döndüğü için dün yukarıda olanlar bugün aşağıya inmekte, aşağıda olanlar ise yukarıya çıkmaktadır. Her kışı bir bahar, her geceyi bir nehar takip ettiği gibi inşallah beşeriyetin de bir sabahı, bir baharı olacaktır. İslâm’ın hakikatleriyle ve Müslümanların dünya siyasetine ağırlığını koymasıyla beşeriyette de bir sulh dönemi olacak ve gerçek medeniyetin ne olduğunu bütün dünya inşallah görecektir.
[1] 1960 darbesi akabinde cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel’in talimatıyla Eskişehir Demiryolu Fabrikasında yaklaşık 200 mühendis ve işçi tarafından yapılan yerli “Devrim” otomobili, trenle Ankara’ya getirilirken deposuna sadece manevra yapacak kadar benzin konulmuş, Ankara’ya getirilince de benzin ikmali yapılmadan Cemal Gürsel’e teslim edilmiş, araba da bir müddet gittikten sonra yakıtı bitince durmuştur. Bunun üzerine dönemin gazeteleri müptezel manşetlerle otomobili alay konusu yapmışlardır. Daha da önemlisi dönemin siyasi iktidarı otomobilin üretimini engellemiş, böylece Koç-Ford ortaklığı ile 1959 yılında kurulan Otosan‘ın önündeki engel de kaldırılmıştır.
[2] Yunanistan’a Kızılay üzerinden yapılan yardımlar, 1940-1942 yılları arasında gemilerle sağlanmış, bunlardan Kurtuluş gemisi batıncaya kadar yardım taşımaya devam etmiş, 6. seferinde batınca yerini Tunç gemisi, o da batınca yerini 5 sefer daha yapacak Dumlupınar gemisi devralmıştır. Yapılan yardımların miktarı ve detayları için bkz. Bülent Bakar, (2008). Zor Zamanlarda İyi Komşuluk Örneği: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’den Yunanistan’a Yapılan Yardımlar, Atatürk Araştırmaları Dergisi, 24/71, s. 413-444.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
FAHİŞ FİYATLAR VE NARH TARTIŞMALARI
Kaynak: Gazete Haberleri
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Son 3 yıldır fiyatlarda görülen fahiş artışlar halkı mağdur etmekte, vatandaşlar devleti idare edenlerden tedbir almasını talep etmektedirler. Her nedense hükümet yetkilileri âzamî fiyat düzenlemeleri, taban fiyat ve sabit fiyat uygulamaları yaptığı, hatta konut kira artışını belirlemede tüfe değerlerini bile dikkate almadan haksız bir şekilde %25 sınırını getirerek resmen “narh” uyguladığı halde tarlada veya bahçede 3 liraya alınan bir meyve veya sebzenin marketlerde 30-40 liraya satılmasına, benzer şekilde sair ihtiyaç maddelerinde de keyfi olarak fahiş fiyat uygulamalarına ses çıkaramıyor. Çıkardığı sesleri de ne duyan ne de dikkate alan oluyor. Çarşı-pazarı denetleyecek, tröstleri, gizli tekelleşmeleri, ihtikârı, haksız kazancı ve halkı zarara uğratacak her türlü hareketi engelleyecek Ticaret Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Rekabet Kurumu ve mahalli seviyede belediyeler bulunmasına rağmen nasıl oluyor da marketler fahiş zamlarla milleti canından bezdirebiliyorlar? Bu sahipsizlik, bu başıboşluk, bu fiyat anarşi ve kargaşası serbest pazar ekonomisi mi, yoksa düpedüz bir soygun mu? Bu soruya Ticaret Bakanlığı yetkilileri “efendim takipteyiz, şu kadar ceza kestik, şu kadar denetim yaptık” diye cevap vererek kurtulamazlar. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere son 3 yıldaki fiyat artışları çok âcil tedbirlerin alınmasını zaruri kılmaktadır.
Tablo 1: Tüketici Fiyat Endeksi 2002-2023
Kaynak: TÜİK.
Öncelikle şu an Türkiye’de sağlıklı bir serbest pazar ekonomisi değil, denetimsiz ve fırsatçı bir piyasa ekonomisi uygulanmakta, bu durum yetkililerce de itiraf edilmekte ancak bunun önü alınamamaktadır. Devlet idaresini zaafa düşüren önemli unsurlardan birisi hizmet açığı, diğeri de güven açığıdır. Bu açıkların da bir maliyeti vardır. Mesela eğer adalette güven açığı olursa bu topluma mafya yapılanmaları olarak döner. Eğer vergilendirmede adalet olmazsa bu da kayıt dışı ekonomi olarak parazitlerin çoğalmasını sağlar. Keza hizmet açıkları da rüşvet ve sû-i istimallerin kapısını aralar. Devletin kimliği adalettir. Bu sebeple devlet idaresi bu tip zaaflara asla pirim vermemelidir.
Son zamanlarda piyasalardaki bu başıboşluk, keyfi fiyat artışları, aşırı para kazanma hırsına kapılan piyasanın kontrolsüzlüğü “acaba Osmanlı Devleti fahiş fiyat artışlarını nasıl kontrol ediyordu?” sorusunun sorulmasına yol açmakta bu hususta tartışmalar yapılmakta, lehte ve aleyhte görüşler serdedilmektedir. İşte bu makalede Osmanlı Devleti’nin piyasa denetim mekanizması olan narh ele alınıp incelenecektir.
Evvela Osmanlı Devletinde padişahlar varisi olduğu Selçuklu ve daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi halka Allah’ın bir emaneti olarak bakmışlar, tebaanın her türlü zulüm ve mefsedetten hıfzı için, padişahtan kazadaki kadılara kadar her seviyede hassasiyetle hareket etmişlerdir. Bu anlayışın neticesi olarak halkın ihtiyaçlarının karşılanmasında karaborsacılık, ihtikâr, tağşiş, fahiş fiyat ve benzeri her türlü haksız kazanç yollarını kapamışlardır. Sadece kapamakla kalmamışlar tebdili kıyafetlerle çarşı-pazar denetimlerinden de geri kalmamışlardır. Nizamlara uymayanlara ise dükkânları önünde falakaya yatırılmaktan başlayıp hapis ve ıslah-ı nefs edinceye kadar şehir dışına sürülmeye kadar çeşitli cezalar uygulanmıştır. Narhla ilgili fermanlar, kânunnâmeler ile uygulamalara ilişkin narh defterleri günümüze kadar gelmiş olup bu hususta geniş bir neşriyat da bulunmaktadır.
İkinci olarak Osmanlı Devletinde iktisadi sistemin ne olduğu sorusuna cevap vermek gerekmektedir. Esasen bu soru, o ve ondan önceki dönemlerde kurulmuş olan bütün İslâm devletleri için de câridir. Devlet-i Âliye-i Osmaniye şer’i hukukla idare edilen bir devlet olduğu için iktisadi sistemi de alışverişin karşılıklı rızaya dayanması esası üzerine bina edilmiştir. Alış-verişi tanzim eden âyet ve hadislerden istihraç edilen hükümler doğrultusunda serbest piyasa mekanizması ortaya çıkmıştır. Bu sebepledir ki arz ve talebin piyasada dengelendiği ve karşılıklı rızaya dayanan alışverişin olduğu Asr-ı Saadet ve Hulefa-yı-ı Râşidin dönemlerinde fiyatlara müdahale edilmemiştir. Alış-verişlerdeki pazarlık ise bir piyasa dengeleme mekanizmasıdır. Burada unutulmaması gereken husus Batılı ülkelerin serbest piyasa ekonomisinin kapitalist sisteme dayandığı, binaen aleyh İslâm iktisadi sistemi ile aynı olmadığı hususudur.
Üçüncüsü ise İslâm iktisadında serbest piyasa anlayışı olduğu, yani fiyatlara müdahale edilmediği halde Osmanlı Devletinin neden “narh” sistemi[1] ile piyasalara müdahale ettiği hususudur. Bu soruya verilen cevapların başında, dinin içtihada kapalı olan esasâtı ve nasları ile ilcaatı zamana göre içtihat yapılmaya müsait olan füruatın ayrı olduğu hususu gelmektedir. Piyasaların denetlenmesi de füruat kabilindendir. Yani piyasanın denetlenmesinde ilcaatı zamanın gerektirdiği düzenlemeler üzerine içtihat yapılabilir. Nitekim Osmanlı ulemasından Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, devletin alış-verişte ahalinin hukukunu korumak için piyasayı denetleme vazifesi olduğunu, bu sebeple narh koyabileceğini, ayrıca narha uymayanları da cezalandırması gerektiği hususunda fetva vermiştir. Bulundukları mahallin hem belediye başkanı hem de hukuk sorumlusu olan kadılar da narhın tespiti için teşkil edilen heyetlere başkanlık etmişler, alınan kararların uygulamasını da sürekli denetlemişlerdir[2].
Narha bir örnek olarak 1563 tarihli bir ihtisap kanunnamesindeki; “Muhtesip olan kimsenin kadı vasıtasıyla 10’a 14 üzeri narh vermesini, o yerin ayan ve ihtiyarlarından ve emekçilerinden kimselerle hesabı yapıp ona göre 10’a 14 (%40) kârla narhın tespit edilmesi” hükmü verilebilir.[3] Şüphesiz kâr oranı her şeyde %40 değildir. Ancak kânunnâmeler ve narh defterleri incelendiğinde kârla ilgili oranın bu civarda olduğu da görülmektedir.
Keza Osmanlı devlet ricali de narha örfî hukuk çerçevesinde bakmış ve gerekli görmüşlerdir. Bu hususta Lütfi Paşa, Hezarfen Hüseyin Efendi, Müverrih Ali ve Sarı Mehmet Paşa gibi padişahlara görüş sunan önemli devlet adamları narhın gerekliliği üzerinde durmuşlar, ihlâllerde cezaî müeyyidelerin aksatılmadan uygulanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Koçi Bey ise Padişaha takdim ettiği bir arizada narhla ilgili epey bir teferruat vermiştir.[4] Osmanlı Devletinde narh uygulaması 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiş, Mecelle müstesna Batıdan anayasa ve kanun devşirmeleri başlayınca narh sistemi de uygulamadan kaldırılmıştır.
Son olarak da ülkemizdeki duruma bir göz atalım. Özellikle son 3 yıldır herkesin şahit olduğu azgın ve kontrolsüz bir fahiş fiyat uygulaması yaşanmaktadır. Misal olarak meyve ve sebze fiyatlarında bir taraftan çiftçiyi diğer taraftan da dar gelirli vatandaşları mağdur eden bir “aracı-tefeci, kabzımal, zincir market ağaları, vb” kesiminin –sanki tüm girdi fiyatları ondan ibaretmiş gibi- “akaryakıta zam geldi, elektriğe zam geldi, asgari ücret arttırıldı, filan oldu, falan oldu” gibi türlü bahanelerle sürekli zam yapmaları vakayı âdiyeden sayılmaya başlanmıştır.
Meselenin ilgili taraflarından Türkiye Ziraat Odası Yönetim Kurulu üyesi Yunus Kılınç; “Tarla ile market arasındaki fiyat farkı 10 kata çıktı, tarlada 5, markette 30 oluyor, tam 6 kat fazla para veriyoruz, mandalina tarlada 3, markette 30 TL oluyor” diye şikâyette bulunuyor. Gazete ve televizyonlar her gün bu haberlerle dolup, taşıyor. Sadece meyve ve sebze fiyatları değil pek çok ihtiyaç maddesinde aynı durum yaşanıyor5. Mesela peynir, zeytin, yağ ve et fiyatlarına bakıldığında da benzer durumlar görülecektir. Ticaret bakanı fahiş zamcıların üzerine mücbir tedbirlerle gitmek yerine neredeyse rica-minnet kabilinden destek talebinde bulunuyor. Kiraya narh koyan hükümet tarladan 3 liraya alınıp markette 30 liraya satılan mala narh koyamıyor. Osmanlı Devleti kâr oranlarında 10’a 14 diyerek %40’lık bir kazanç oranı tespit etmişken günümüz esnafının % kaçlık bir kâr oranıyla mal sattığı mukayese edilirse nasıl bir soygun mekanizmasının çalışmakta olduğu açıkça anlaşılır. Bu soygunu kimse “serbest piyasa ekonomisi” ile veya enflasyonu bahane ederek savunmaya çalışmasın. Eğer Osmanlı Devleti’nin muhtesip ağası günümüz çarşı pazarını gezseydi, zincir marketlerine girseydi ne cezalar takdir ederdi, tahayyül ediniz.
Sözün özü, hükümet yetkililerinden halkın talebi; keyfi fiyat artışlarını önlemeleri, vatandaşları da üreticileri de mağdur etmeyecek tedbirleri almaları, bununla ilgili eğer ihtiyaç varsa hukuki düzenlemelere gitmeleri, cezaları arttırmaları, denetim hususunu sürekli hale getirmeleri ve bunu bir an önce yapmalarıdır.
[1] Narh bir mal veya hizmet için kadı riyasetinde teşkil olunan ve tüm ilgili tarafların iştirakiyle yapılan fiyat tespiti işidir.
[2] Narhı kadı riyasetinde, müftü, muhtesip ağa, esnaf temsilcileri, yiğitbaşı, kethüda ve halkın temsilcilerinden müteşekkil bir meclis koyardı.
[3] Bkz. İlber Ortaylı (1976). Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine, Amme İdaresi Dergisi, 5/1, Ankara, s. 102-106.
[4] Bkz. Gonca Başer (2009). Osmanlılarda Üretim-Tüketim İlişkilerinde Adaletin Devlet Eliyle Tanzimi; “Narh Uygulaması”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE, Tarih Anabilim Dalı, Konya.
[5] Damacana suyun maliyeti sadece ambalaj ve nakliye iken, 1 yılda %160 zam yapılmasını keyfilik ve fahiş fiyat dışında hiçbir gerekçe ile açıklamak kabil değildir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
İSRAİL’İN GAZZE VAHŞETİ BATININ MASKESİNİ DÜŞÜRDÜ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Günlüklerinde hep yaptığı zulüm, nifak ve şerlerle gündeme gelen İsrail yine dünya gündeminin baş sıralarına oturmuş durumdadır. ABD ve şürekâsının hibrit savaşlar için kullandığı terörist guruplardan bir gömlek yukarıda olan yani devlet formatı ile arz-ı endam eden, Yunan ve Ermenilerden sonra üçlü sacayağının tamamlayıcısı olan terörist İsrail bu sefer eline geçirdiği “Hamas saldırısı” kozunu da kullanarak Filistin’e en ağır ve son darbeyi indirmenin keyif ve heyecanı içinde gözükmektedir. İsrail’i her ihtimale karşı emniyete almak ve muhtemel müdahillere gözdağı vermek için ABD nükleer yakıtla çalışan tam donanımlı Ford uçak gemisini İsrail’e gönderdi[1]. İngiltere’de savaş gemisi gönderme kararı aldı. Bu tedbirlere bakılırsa İsrail sanki büyük bir devletle savaşıyor veya savaşmak üzere gibi bir mâna çıkmaktadır. Gerçekte ise İsrail’in saldırdığı hasım, mazlum ve savunmasız Filistin halkıdır. Gazze şeridinde Açıkhava hapishanesinden beter hale getirilen, dar bir mekânda yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan iki milyonu mütecaviz, elektriği ve suyu kesilmiş, açlığa mahkûm edilmiş, hastasıyla, yaşlısıyla, kadın ve çocuklarıyla biraz da bazı akılsız yöneticileriyle sahipsiz bir halktır mevzu bahs olan.
Bu kıyası gayri kabil tabloda görünen tek gerçek Batı’nın tüm maskelerini atması ve vahşi kimliğini pervasız bir şekilde sergilemesidir. O kadar ki İsrail’in işlediği tüm vahşetler Batı medyası tarafından kara propaganda çarkları ile Hamas yapıyor gibi gösterilebilmektedir. Çok şükür ki Türkiye bu propagandaları deşifre etmekte ve bu alçak propagandayı yüzlerine çarpmaktadır. Sivil halka yapılan katliamlar, hastahane ve okulların bile vurulması, fosfor bombalarının kullanılması açık bir savaş suçu iken, İsrail’e hâmilik eden ABD ve İngiltere başta olmak üzere tümbatı medyası tarafından meşrulaştırılmak için “bin dereden su” getirilmektedir.
Mesele serinkanlılıkla tahlil edildiğinde dün, bugün ve yarın için görülmesi muhtemel olan şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Öncelikle “zillet ve meskenet” damgası yiyerek birkaç kere dünyaya dağıtılan, son darbeyi de miladi 70 yılında Roma İmparatoru Titus’un elinden yiyerek köleleştirilen ve Filistin’den uzaklaştırılan Yahudilerin tek huzurlu dönemleri Endülüs ve Osmanlı gibi İslâm devletlerinin hâkimiyet ve himayelerinde yaşadıkları dönemler olmuştur. Hıristiyanlar tarafından hep aşağılanan, şehir çeperlerinde kale dışında hârici saldırılara açık “gettolarda” yaşamaya mahkûm edilen ve nihayet Almanya’da gaz odalarında imha edilen veya fırınlarda yakılan Yahudiler ne oldu da Batı’nın en gözde halklarından birisi haline gelebildi? Neden ABD gibi küresel bir güç uluslararası siyasetini İsrail’e ve Yahudi menfaatlerine bağımlı hale getirdi? Neden Yahudi muhafızlığı üzerinden tüm İslâm dünyasını karşısına aldı? Neden Avrupa dün en hakir gördüğü ve varlığına tahammül edemediği Yahudileri “el üstünde tutmaya” başladı?
Bu soruların muhtemel cevaplarından birisi Yahudi muhabbetinden ziyade Müslümanların dünya siyasetinde söz sahibi olmasını geciktirmede İsrail’in elverişli bir aparat olma kabiliyetidir. Muhtemel ikinci cevabı ABD’deki hâris siyasetçilerin Yahudi sermayesi tarafından kolayca satın alınabilmesi, Yahudi lobilerinin müessiriyeti, Protestan Evanjelistlerle Yahudiler arasındaki hulûs birliğinde aramak icabeder. Üçüncü muhtemel cevap ise ABD’nin kaos siyaseti olup, ülkelere doğrudan veya dolaylı olarak yaptıkları müdahaleleri, çıkardığı iç savaşları, desteklediği terör örgütleri üzerinden silah satmak, enerji kaynakları başta olmak üzere ülkelerin yer altı zenginliklerini sömürmek, darbeler vasıtasıyla kukla yöneticileri işbaşına getirmek, kendi kurduğu güya “uluslararası kuruluşlar” üzerinden siyasetini devam ettirmektir. Bu çark böyle döndükçe ABD, Vietnam’dan günümüze kadar yaşadığı tüm başarısızlıkları –toplam gelirlerine bakarak- “kâr” hanesine yazmaya devam edecektir.
Meselenin diğer cihetinde ise İslâm dünyasının siyasi ve iktisadi birlikten uzak olması, parçalanmış hali, kendi içinde muhabbetten ziyade husumete pirim vermesi, ülkelerin başında da genellikle halkın oyuyla seçilmiş “milli irade” temsiliyetini haiz yöneticiler yerine küresel güçlere diyet borcu olan veya korkan veya korkutulan, şahsi menfaatlerini millet menfaatinin önünde tutan yöneticilerin bulunması ve teknolojik gerilik gibi pek çok husus sayılabilir.
Bu tablonun küçük bir misali Filistin örneğinde yaşanmaktadır. “Filistin Devleti”nin başkanı olarak kabul edilen Mahmud Abbas’ın El Fetih ve Batı Şeria sınırlılığı ile Gazze’deki Hamas’ın ayrılığı, hatta Hamas’ın siyasi liderliği ile Hizbullah’la el altından işbirliği yapan Hamas’ın askeri kanadı arasındaki ayrılıklar, hârici yardımları kendi refahı için kullanmaktan çekinmeyen bazı Filistin yöneticilerinin varlığı[2] meseleye kâfi miktarda ayna tutmaktadır.
Mevcut tabloya bakıldığında zahiren Hamas’tan “ağır bir darbe” yemiş olan İsrail bu durumu fırsata çevirmeye başlamış, fütursuz, kontrolsüz ve hatta İsrail savunma bakanının -ki muhtemelen aynaya bakarak konuşuyordur- “insanımsı hayvanlar” olarak gördüğünü söylemekten çekinmediği Filistinliler için bir yok etme harekâtı başlatılmıştır. İsrail bir taşla beş kuşu birden vurmak istemektedir. Sınırsız Batı desteğini arkasına alan İsrail’in amacı Gazze’yi ilhak etmek, Filistin’e ait olan Akdeniz şeridindeki zengin gaz yataklarına el koymak, Filistin halkını göçe zorlamak, Yahudilere yeni işgal alanları açmak, eğer ayyuka çıkan zulmüne batı Şeria’dan karşılık gelirse bu durumu da değerlendirerek Filistin işgalini tamamlamak, son olarak da Filistin’in mukavemet gücünü sıfırlamaktır.
Bu hâdise nasıl sonuçlanır? Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının Sözcüsü Ebu Ubeyde, Filistinlileri ‘kararlı olmaya’ ve İsrail’in tehcir tehdidini reddetmeye çağırmıştır. Bu çağırı Filistin halkında ne kadar mâkes bulacaktır? Veya elektriği, suyu, ekmeği kesilen, hastahaneleri bile bombalanan Filistin halkı buna ne kadar süre mukavemet edebilecektir? Hamas askeri kanadının “esir takası” işe yarayabilecek midir? Diğer taraftan Filistin halkına insani yardım için harekete geçen ve “arabuluculuk” çağırıları yapan Türkiye meseleye ne kadar müdahil olabilecek, Mısır başta olmak üzere Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri İsrail’e baskı yapabilecekler midir? Veya durumun daha kötüye gitme ihtimali ile menfaatleri haleldar olabilecek efendileri İsrail’e dur diyebilecek midir? Tüm bunlar ileride görülecektir. Ancak sonuçta İbn Haldun’un “asabiyet teorisi” burada da çalışacak, esaret zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan Filistinliler ortalama aylık geliri 40.000 Doları bulan Yahudileri mağlup edecektir. Yani er-geç İsrail’i ya bizzat Yahudiler, ya da Filistin gençleri yenecektir. Unutmayalımki Yahudiler savaşçı bir halk değil, tüccar bir millettir. Tüm dünyada bilinen sıfatları mücevherciliktir. Filistinliler ise muharip bir milletttir. Bu tarihi gerçekliğin tekerrürü pek şaşırtıcı olmayacaktır. Kimbilir çok güvendikleri demir kubbelerini ahşap çatıya dönüştürecek çalışmalar bir yerlerde yapılıyor da olabilir. Teknolojik üstünlük ortadan kalktıktan sonra İsrailin torunlarını borçlandırdığı zulümün ödeme takvimi çok daha zor ve çetin olacaktır.
Son olarak buradan Filistin yöneticilerine de bir tavsiyemiz olacaktır. O da Filistin’i kendi siyasetleri için kullanmaya çalışan İran’la değil, ta Yavuz Sultan Selim’den beri kendi siyasetini Filistin’in menfaatleriyle eş tutan Türkiye ile birlikte yol yürümesidir.
[1] Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, ABD’nin İsrail’e destek için uçak gemisi göndermesinden Türkiye’nin rahatsızlığını ifade ile “Ne işin var senin orada” diye sordu. Belli ki Suriye’de ABD’nin bir sihamızı düşürmesi, Türkiye’nin Suriye’de ABD güvenliğine tehdit oluşturduğunu iddia etmesi, Türkiye’nin ABD’yi açık bir tehdit unsuru olarak gördüğünü göstermektedir.
[2] Filistin halkına yapılan yardımları şahsi menfaatleri için kullanan bazı yöneticilerin varlığı bugün bile gündemden düşmemektedir. Yaser Arafat’ın şüpheli ölümünden sonra Paris’e yerleşen ve Filistin’e bir daha ayak basmayan Hristiyan asıllı eşi Suha Daoud Tawil’in milyonlarca dolarlık serveti de yolsuzluklar hususunda alâ meratibihim bir fikir verebilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KABINA SIĞDIRILAMAYAN BİR DEĞER; DEMOKRASİ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Zihni hazırlama bâbında mukaddem olarak söylemek gerekirse kelime ve kavramlar zaman içerisinde yeni mânalar yüklenerek zenginleşebilir, hatta ilk kullanıldığı mânayı aşarak farklılaşabilirler. Bu durum bazen bazı sosyolojik etkileşim ve dönüşümler sebebiyle tabii bir seyir içinde olurken bazen de haber ve propaganda kaynaklarına hükmedenlerin siyasi çarpıtmaları ile meydana gelir. Bir kavramı kabından taşırarak farklı mânalar yüklemenin tarihte en bilinen misalini Bâtıniler ve Hurufîlerde görmek mümkündür. Bu sebepledir ki bu mezhep veya tarikatlar ehl-i sünnet anlayışında istikametten ve sırat-ı müstakimden sapma olarak değerlendirilmiştir. Tıpkı kavram daraltması yapan ehl-i zahir ve tekfirci Vahhabiliğin tefriti gibi. Hâsılı ifrat ve tefrit, istikamet ve vasatı zehirleyen iki aşırı uç olarak görülmüş, tavsif ve tarifin her zaman “ağyarını mâni, efradını câmi” olmasına itina gösterilmiştir.
Mevzuumuza dönecek olursak bu asrın çarşısında en rağbet gören, alınıp satılan malın “demokrasi” olduğunu görürüz. Demokrasi kavramını kullananları üç gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup müfritler yani demokrasiyi kendi amaçları doğrultusunda eğip-büken, ulviyet isnadı ile adeta putlaştıran ve o puta saygı göstermeyenleri teçhil ve tahkir eden, zaten demokrasi ağacının “batı” ikliminden maada başka yerde yeşermeyeceğini ilan ile öğünen Batılılardır. Sömürge döneminde nasıl işgal ettikleri ülkelere “medeniyet” götürdüklerini iddia etmişlerse yeni sömürü döneminde de açık veya örtülü işgal ettikleri ülkelere “demokrasi” götürdüklerini iddia etmektedirler. Onlara göre demokrasi “genel ve eşit oy hakkına dayalı, hür ve rekabetçi bir vasatta, yargı denetimi altında, gizli oy-açık tasnif kaidesine göre halkın kendi yöneticilerini belirli zaman dilimleri için seçtiği, denetlediği ve değiştirebildiği” bir rejimden öte bir şeydir. Zaten “batı” ikliminden başka yerde büyümediği için Batı ülkeleri dışındaki demokrasiler meyvesiz “saksı” demokrasileridir. O ülkelere illa da ABD veya Avrupa eliyle “demokrasi”(!) götürülmesi lâzımdır. Makalede tam da Batılı ülkelerin “demokrasi” anlayışları resmedilmektedir. İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’nın Afrika’ya, yakın dönemde ABD’nin Afganistan ve Irak’a götürdüğü demokrasiler gibi. Elbette tüm Batılılar böyle düşünmemektedir. Batı demokrasileri için “seçimle gelen krallar” ve “oligarşinin tunç kanunu” eleştirisini yapanlar, özellikle hürriyet kavramının tarif ve anlaşılmasında batağa saplanan “Batı” gerçeğini fark eden mütefekkirler de vardır. Bu kayd-ı ihtirazı koyduktan sonra altını çizeceğimiz husus Batılı devletlerin siyasi tutum ve tavırlarının demokrasi kavramını kabını taşırarak kullandıkları gerçeğidir.
Demokrasi kavramını reddeden ve Batı’nın abartılı tariflerinden ürken diğer uçta tefritçiler bulunmaktadır. İfratın tefrite kapı açtığı doğrudur. Demokrasi kavramını istismar ederek gittikleri ülkeleri bir dönem “medeniyet götürüyoruz” diye işgal edip yağmalayanların şimdi de “demokrasi götürüyoruz” diye soymaya kalkışmaları demokrasiyi “lânetli” bir kavrama dönüştürmüştür. Tıpkı Afrika’da ortaya çıkan “Boko Haram[1]” örgütü gibi. Bu toptancı anlayış da tüm mazeretlerine rağmen kusurludur. Zira İslâm anlayışında devlet idaresi yönetenle yönetilenler arasında bir mukaveledir. Taraflar arasındaki bu kavilleşmede bir tarafta yönetime talip olanlar, diğer tarafta da cumhur yani halk vardır. Yönetime talip olanların uyması gereken hukukî kaideler, kanunlar veya temel kullanış ifadesi ile şeriat vardır. Yönetenler cumhurun iradesine tabidir. Mukavele olmadan biat da olmaz. Biat kavramı bazılarının zannettiği gibi “körü körüne itaat” mânasına asla gelmez. Bilakis, mukavele şartlarına riayet şartıyla itaati ifade eder. Nitekim İslam’ın ilk dönem uygulamalarında halkın biati (o döneme göre bir nevi oy vermesi) ile Halife (devlet başkanı) seçilen Hz. Ömer’in halka “Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorması üzerine bir şahıs “ Eğer haktan ayrılır, inhirâf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Bu cevaba Hz. Ömer kızmamış, bilakis bu şuurda bir halka halife olduğu için Allah’a şükretmişti.
O halde Yunanca demokrasi kelimesi mâna itibariyle bize yabancı değildir. Sadece Batı ikliminde yeşeren bir ağaç hiç değildir. Hatta İslâm’ın ilk döneminde uygulanan cumhurî sistem Atina demokrasisinden fersah fersah ileridedir. Dönemin halifeleri cumhurun reyiyle seçilmişler, halk gibi yaşamışlar; asla ayrıcalıklı, şatafatlı ve zorba yönetici olmamışlardır. Bu dönem çok kısa sürse de “yaşanmış bir iyi uygulama örneği” olarak önümüzde durmaktadır. Bu sebeple cumhuriyet veya günümüz eşanlamlı ifadesi ile demokrasiye bakışın ifrat ve tefritten arındırılmış vasat şekli budur. Hatta devlet idaresi için karar alıcıların seçilmesi ehl-i sünnet anlayışında edille-i şer’iyyeden olan “icmay-ı ümmet” kavramının karşılığıdır. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki İslâm’da hükmün 4 ana kaynağı vardır. Birincisi Kitap (Kur’an), ikincisi Sünnet (Kısaca Hz. Peygamberin uygulamaları), üçüncüsü Kıyas-ı Fukaha (Hukukta kaziye-yi muhkem) ve dördüncüsü de icmay-ı ümmettir. Yani halkın ekseriyetinin iradesinin bir noktada toplanmasıdır. Demek cumhuriyet ve demokrasi tevem yani ikizdir. Mâna itibariyle halkın kendi iradesiyle yöneticilerini seçmesi, denetlemesi ve değiştirmesidir. Asla diktatörlük değildir.
Demokrasi günümüz idari sistemleri içinde milli iradenin belirleyiciliğini öne çıkaran bir rejim olup taçlısından temsilîsine, katılımcısından çoğul ve çoğunlukçusuna kadar farklı uygulamaları bulunmaktadır. Batı’daki demokrasi, bizdeki cumhuriyetin karşılığıdır. Daha sonra bu kavramlar zenginleştirilmiş, daha da vahimi cumhuriyet otoriter rejimlerle eşdeğer kabul edilerek “demokrasisiz cumhuriyet” gibi kavramlar bile türetilmiştir. Türkiye’de 1923-1950 arasında uygulanan rejime bu açıdan cumhuriyet denilmesi mümkün değildir. Saltanat kaldırılmıştır ama milli irade yöneticilerini seçemediği için cumhuriyet adı altında totaliter bir rejim hükümferma olmuştur. Bu uygulamaya bakılarak cumhuriyet kavramına da karşı çıkılamaz. Ancak demokrasi ve cumhuriyetlerde temel hak ve hürriyetlerin tarifinde ittifak edilememekte, hatta edilmek istenmemekte, başa dönecek olursak demokrasi kavramını istismar etmek isteyenler kasten böyle bir tercihte bulunmaktadırlar.
Sonuç olarak Batı’nın demokrasi istismarı ifrat, diğerlerinin ve özellikle İslâm ülkelerinde bir kesimin tekfiri tefrit, demokrasi ile cumhuriyeti mâna itibariyle idari bir sistem olarak görmek vasattır.
[1] Boko, İngilizce book (kitap) kelimesinden türetilmiş olup “kitap haram” yani “Latin alfabesi haram” veya “Batılı eğitim haram” mânasına gelmektedir. Bu reddediş kitap ve eğitim düşmanlığından değil, Batılıların eğitimi bir sömürü aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Kenya’nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın meşhur şu sözü Boko Haram’ı da ortaya çıkaran bütün hikâyeyi özetlemektedir. “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
CHP’DE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri geride kaldı. Mevcut seçim kuralları icabı ortaya çıkan Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı kutuplaşması seçimi adeta bir halat çekme oyununa döndürdü. 2019 Mahalli idare seçimlerindeki “kısmi başarı” CHP’de yeni umutların doğmasına yol açmıştı. Acaba öğrenilmiş çaresizliğin ilacı bulunmuş muydu? Aynı metotla genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı kazanılabilir miydi? Seçim öncesi adaylık tartışmalarında reklamın gücüne inanan bazı kamuoyu araştırma şirketleri CHP’de en altta görünen Kemal Kılıçdaroğlu’nu parlatarak en üst sıraya çıkaran sözüm ona “araştırma” sonuçları yayımlamaya başladılar. Öyle ya R. Tayyip Erdoğan’ın karşısına “kola şişesi” bile konulsa kazanıyordu. Kılıçdaroğlu niye kazanmasındı ki? Gerçekler ise daha başkaydı. Kamuoyunu yönlendireceğini zanneden bazı araştırma şirketleri “alan araştırması” yerine “salon araştırması” yapıyorlardı ve halkın nabzını değil “kendi kamuoylarının” nabzını tutuyorlardı. Üstelik bunu ilk defa da yapmıyorlardı.
Neticede “geldi, gelmekte olan” ve R. Tayyip Erdoğan tekrar cumhurbaşkanı seçildi. Adeta “kazanması kesin” olarak propaganda edilen Kemal Kılıçdaroğlu 6’lı Masa desteğine, bol bol hayali cumhurbaşkanı yardımcılığı ve bakanlık koltuklarını dağıtmasına, ABD’den PKK elebaşlarına kadar birçok kesimlerin desteklerine rağmen kaybetti. Üstelik “6’lı Masa” daki ittifak ortaklarından 4 tanesini yanına alan CHP, milletvekili seçimlerinde %25 oyla öğrenilmiş çaresizliğini pekiştirmekle kalmadı, üstüne de 38 milletvekilinden oldu.
Şimdi 2024 yılı Mart ayında yapılacak mahalli idare seçimleri gündemde ve CHP’de ciddi bir kafa karışıklığı yaşanıyor. 1950 yılından beri tek başına iktidar olamayan ve %25 bandına çakılan CHP iç hesaplaşmalar ve kurultay kavgaları ile tekrar fasit daireye girmek üzeredir. Diğer adı ümitsizlik olan “öğrenilmiş çaresizlik” CHP’yi mecalsiz bırakmaktadır. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanları “cumhurbaşkanlığı” rüyası ile şehirlerini ihmal ederken yine propagandanın gücüne sarılmakta, umut dağıtarak 2024 seçimlerini kazanmayı hayal etmektedirler. Bir adım öne çıkan Ekrem İmamoğlu ise “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olma” endişeleri içinde her tarafa çekilecek beyanatlar vermekte, ne İBB başkan adaylığından ne de CHP genel başkanlığı adaylığından vaz geçmek istemektedir. İttifakı “büyük hata” olarak kaydeden İYİ Parti başkanı Meral Akşener ise “tövbekâr” tavırlar sergilemekte, bazı yorumculara göre de pazarlık çıtasını yüksekten tutmanın işaretlerini vermektedir. 2024 Mahalli idare seçimlerinde ittifaklar nasıl şekillenecek, şimdiden kesin bir şey söylenemez olsa da bizim CHP’ye söylenecek bazı sözlerimiz olacaktır.
Bir akademisyen sorumluğu ile bazı tespitlerimizi en azından halkımızla paylaşmamız gerekecektir. Zira biz Türkiye’deki siyasetin hayati önemi haiz olduğuna ve ülkemizin geleceğini birinci dereceden etkileyen âmilin siyaset olduğuna inanıyoruz. Siyasetle kastettiğimiz ise “entelektüel” çevrelerin bayıldığı “epistemolojik” tanımıyla devlet idaresidir.[1] Yoksa avamî tarzda tedavüle sokulan günlük siyaset mübahaseleri değildir.
1. CHP kategorik olarak “solcu” bir partidir. Solculuk, 1789 Fransız ihtilalinden sonra kurulan meclisteki oturma düzeninden mülhem bir ifadedir. Meclisin sol tarafında oturan ve emeğin haklarını savunan, sosyalist, Marksist ve komünist siyasetçiler için kullanılmıştır. Sağcılık ise meclisin sağ tarafında oturan aristokrat ve zengin sınıfı teşkil eden aristokratlar ve sermaye sahipleri için kullanılmıştır. Buna göre CHP solcu değil sağcı bir partidir. Sermaye çevrelerinden ve zengin kesimden oy almaktadır. Bu sosyolojik gerçeklik seçimlerden sonra yayımlanan haritalarda ve en fazla oy aldığı mahallerde açıkça görülebilir. CHP sadece bir açıdan solcudur, o da ideolojik olarak Marksist düşüncenin bileşenlerinden olan materyalistlik, dine ve inanç değerlere uzaklık gibi kavramları sahiplenmesi itibariyledir. Milli iradenin demokratik seçimlerle belirlenmesi CHP’yi ekalliyete mahkûm etmektedir. Zira CHP halkın ekseriyetinden değil, nisbeten zengin ve ideolojik olarak ancak beşte birine tekabül eden bir kesiminden oy alabilmektedir. Bu sosyoloji CHP’yi tam da öğrenilmiş çaresizliğin gayyasına atmakta, her seçim kaybından sonra parti temsilcileri veya siyasi borazanları “hile yapıldı, oylar çalındı, câhil halk, kömür-makarnaya satılanlar” gibi bahanelere sarılmakta, CHP’ye ise toz kondurmamaktadırlar. 1923-1950 arası tek parti diktatörlüğünün damaklarında kalan lezzetini unutamamakta, bu sebeple darbelerden ve darbe destekçiliğinden vaz geçememektedirler. Demokrasi (milli irade) ise onlara sosyolojik gerçekliği gösterdiği için zahiren savunuyor gibi dursalar da hakikatte ondan pek hazzetmemektedirler. Haso-Memo edebiyatı, göbeğini kaşıyan adam tahkirleri, dağdaki çobanla kendi oyunun nasıl eşit olacağı sorgulamaları bu halk nefretinin açık tezahürleridir.
2. Türkiye’deki “sağ” partiler Fransız ihtilâlindeki oturma düzenine göre “sol” partiler olup emeğiyle geçinen geniş halk kitlelerini temsil ederler. Bir farkla ki sağ partiler materyalist ve Marksist düşünceye değil, inançlara, ahlâki değerlere, örf ve an’aneye kıymet verirler. Bu sosyolojik gerçeklik CHP’yi sınırlı bir alana mahkûm etmekte, öğrenilmiş çaresizliğin ikinci halkasını teşkil etmektedir.
3. 2. Dünya Harbinden sonra ortaya çıkan “soğuk savaş” döneminin iki kutuplu dünyasında ABD’nin başını çektiği Batı ittifakı vahşi kapitalizmin ve sömürünün liderliğini yaptığı için ona karşı çıkan SSCB blokunun ve onun ideolojisinin bir “aldatan put[2]” câzibesi vardı. Bu saman alevi 1991 yılında SSCB’nin dağılması ile söndü. Marksist ideoloji gölünün suyu kesildi. Müntesipleri de dağıldılar. Hal böyleyken CHP’nin Marksist fikirleri savunması onu bir nevi fosilleştirmektedir.
Diğer yandan tek başına kalan küresel sömürücüler yeni rakiplerin çıkmaması için kısmen örtülü bir mücadelenin içine girmişlerdir. Zira Batı’nın karanlık dönemini ifade için kullanılan “orta çağ” İslâm’ın zirve dönemini temsil etmekte ve elbette onun sadece bir siyasi sistemi değil iktisadi bir sistemi de bulunmaktadır. Bu iktisadi sistem ne emeğin ne de sermayenin diktatörlüğüne müsaade etmeyen, zenginle fakir arasındaki mesafeyi altın oran olan 40’la sınırlayan zekât sistemi ile sermayenin dünyada tefecilik yapmasını engelleyen riba yasağıdır. Dünyanın en büyük kalpazanı olan ve dünyaya Dolar adı altında damgalı kâğıt satan ABD, bu sebeple Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gibi adlar altında İslâm dünyasını kontrol altında tutma stratejileri geliştirmektedir. Buna ilmi bir kılıf giydirmek için de “Medeniyetler Çatışması[3]” gibi tezlerle İslâm’ı terörle, Müslümanları da teröristlikle itham etmeye çalışmaktadır. CHP’nin bu gelişmeleri dikkate alarak 6 okundaki değerleri güncellemesi ve sosyolojik gerçekliğe göre yeniden yazması icap etmektedir. Öğrenilmiş çaresizliğin söylemi olan “değerlerimizden uzaklaşırsak sağa kayarız, zaten sağ boş değil” ifadeleri bir ıskalamadır. Zira sağ ve sol kavramları tarihe karışmış, insanlar; hukukun üstünlüğü, ahlâki değerler, rüşvet ve adam kayırmanın engellenmesi, halka hizmet ve milli iradeye ram olma gibi değerleri öne çıkarmaya başlamıştır. Bu sebeple ideolojik belediyecilik de yerini yavaş yavaş halka hizmet ve değerlerle bırakmaya başlamıştır.
4. CHP “helâlleşme, muhafazakâr çevrelerden adam devşirme” gibi taşıma suyla değirmen döndürmek yerine halkın değerlerini, demokrasinin ifade ettiği mânâyı, yani milli iradeyi esas alırsa bu fasit çemberi kırabilir, aşılmasını imkânsız sandığı duvarın ötesine geçmek için bir çok yol olduğunu farkedebilir ve öğrenilmiş çaresizliği umuda dönüştürebilir. Bu dönüşümün hayrı da “ehveni şer” olarak milletin mecbur kaldığı iktidarların kendilerine çeki-düzen vermesini sağlayabilir. Ancak bunun için çok da zaman kalmamıştır. Bu boşluğu CHP dolduramazsa bir başka siyasi hareket dolduracaktır. Tabiat gibi siyaset de boşluk kabul etmez.
[1] Devlet idaresinin Türk-İslam geleneğinde ne manaya geldiğini detaylı incelemek için bkz. Farabi (2013). El-Medinetü’l-Fazıla, Ter. A. Aslan, Divan Kitap/Nizâm-ül Mülk (2003). Siyasetnâme, Ter. N. Bayburtlugil, Dergâh Yayınları/Ebu’l-Hasan Habib el-Mâverdi (2021). El-Ahkâmü’s-Sultaniye, Ter. A. Şafak. Bedir Yayınları.
[2] Bkz. Koestler, A. ve Diğ. (1973). Aldatan Put, Ter. E. Gedik, Tur Yayınevi
[3] Bkz. Huntington, Samuel P. (2001). Medeniyetler Çatışması, Ter. M. Yılmaz, Vadi Yayınları.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler