HÜRRİYET, NEREYE KADAR?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Bitmeyen, kadim tartışma konularından birisi de hürriyettir. Hür olmak, kişi iradesinin her türlü baskıdan âzâde olarak kendi iradesini kullanma hakkına sahip olması demektir. Bu da insanı diğer canlılardan ayıran temel bir hususiyettir. Seçme, tercih etme, kabul veya reddetme ve iradesini serbestçe kullanma hakkı olmayan bir insan ancak sûreten bir insan kabul edilebilir, yani nâkıstır. Hürriyetin zıddı köleliktir yani kişi iradesinin başka bir kul iradesine bağlı kalmasıdır. Cüz-i irade kavramı külli irade sahibi olan Allah’ın tüm varlıklar üzerinde sadece insanlara ve cinlere bahşettiği bir imtiyazdır. Bu imtiyazla önce cinler daha sonra da insanlar dünyaya halife yapılmıştır. Hür irade sahibi olmak en büyük imtiyaz olduğu gibi en büyük sorumluluktur da. İnsan tercih hakkını yani cüz-i iradesini kullanarak en yüksek makamlara çıkabileceği gibi aşağıların aşağısına da yuvarlanabilir. Hürriyet geniş bir kavramdır; içerisinde fikir, inanç, düşünce ve düşüncesini ifade etmekden tutun, mülk edinme, seyahat etme gibi pek çok temel hak ve hürriyeti de içinde barındırır.
Fransız ihtilâlinin üç sloganından birisinin “liberte” yani hürriyet olması mânidardır. Bu kavram siyasi bir hak olarak Avrupa’da yayılmaya başlamış ve Osmanlı cemiyetine ulaşması da fazla zaman almamıştır. Fransız ihtilâli ile yayılan hürriyet, eşitlik, kardeşlik gibi fikirler geniş bir tartışma konusudur ve hem fert, hem devlet hem de milletler seviyesinde yankıları olmuştur. İslâm’ın bir iman rüknü ile bağlantılı olan hürriyet kısmı ise Osmanlı toplumunda akademik seviyede bazı tartışmalara sebep olmuştur. Kavram Batı’dan geldiği için önce ihtiyatla karşılanmış, hatta bir şair “Hürriyet yakıcı bir ateştir ve kâfirlerin hususiyetlerindedir.” Deyince dönemin ulemasından Bediüzzaman Said Efendi “Hürriyet Rahman’nın bir lütfudur ve imanın hassasıdır” diye aynı kafiye ile cevap verme zaruretini hissetmiş ancak hürriyetin “ibahe mezhebi” olamadığını yani kişiye her istediğini yapma hakkı vermediğini de ilave etmiştir. Nitekim hürriyeti yakıcı ateş olarak tarif eden şair de “hürriyeti her istediğini yapmak” şeklinde anladığı için ürkmüş ve bu sebeple hürriyeti çevresini yakan bir ateşe benzetmiştir. Said Nursi’nin hürriyeti Allah’ın Rahman ismine bağlayarak bir lütuf olarak görmesi ve hatta onu imanın bir hassası, bir hususiyeti olarak değerlendirmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Demek hürriyet yoksa iman nakıstır, zira iman bir tercih hakkını kullanma meselesidir. İnanmak veya inanmamak kişinin hür iradesiyle verebileceği bir karardır. “Dinde zorlama yoktur” mealindeki âyet-i kerime Allah’ın kendi yarattığı kullarına hür iradeleri ile karar verme hakkını bahşetmektedir. Bu noktayı nazardan bakıldığında hürriyet, hür irade, serbestçe tercih hakkını kullanabilme hakkı, inanç hürriyetinin de bir parçası olmaktadır.
Peki, hürriyet insana her istediğini yapma hakkı verir mi? Hürriyet deyince ne anlamak gerekir? Bu hususta birbirinden farklı mülahazalar vardır. Kimilerine göre hürriyet “Başkasına zarar vermemek şartıyla insanın her istediğini yapması” demektir. İslâm’da hürriyet tanımının içerisine sadece başkasına değil, kendine zarar vermemek şartı da dahil edilmektedir. Bu sebeple başkasını öldürmek kadar intihar da bir katl suçudur. Bir çocuğu öldürmek kadar ana karnındaki canlı bir cenini öldürmek (kürtaj) de bir cinayettir. İnsanlar cemiyet içinde yaşadıkları için kendilerine verecekleri zarar, dolaylı olarak cemiyete de yansıyacağı için uyuşturucu kullanımı pek çok ülkede yasaklanmıştır.
Hürriyetin günümüzde tartışma konusu olmaya devam etmesinin bir sebebi, bazı hürriyetlerin kötüye kullanılmasından ileri gelmektedir. Mesela insanlara hakaret etmek, inançlarına saldırmak veya inançları sebebiyle onları tahkir etmek günümüzde en yaygın ve özellikle bir azınlık güruh tarafından pervasızca kullanılan bir hürriyet istismarıdır. Bu kesimler hakaretlerini “fikir hürriyeti” kılıfına sokarak adeta bir hakmış gibi kullanmaya çalışmaktadırlar. Yakın zamanlarda bir müptezel şarkıcı İmam Hatiplilerin “sapık” olduğunu toplum önünde söylemekten çekinmemiştir. Hakkında hukuki işlem başlatılınca belirli bir kesim tarafından derhal ifade ve düşünce hürriyeti teraneleriyle savunmaya geçilmiştir. Şöhret düşkünü düşük karakterlerin özellikle “sanatçı” kimliği altına girerek toplumun inanç değerlerine saldırmaları, “azgın azınlıkların” aferinini almaya çalışmaları, bazılarının hiç gereği yokken kendilerinin “ateist” olduklarını neredeyse bağıra bağıra söylemeleri, bazı cinsi sapkınların “yaşam tarzı” bahaneleri ile hükümranlık kurma gayretleri daha bir görünür olmaya başlamıştır. Bu kesimlerde “İslâm nefreti veya İslâmofobi” bazı batılı ülkelerdeki İslâm ve Türk düşmanı kesimlerle yarışır hale gelmiştir.
Bu kargaşanın önlenmesi için yapılması gereken bazı temel işler vardır. Bu da ancak hukuki işlem tesisi yoluyla olur. Cemiyette kişiler kural koyamazlar. Kural koyma, kanun yapma işi milli iradeyi temsil yetkisini haiz seçimle teşekkül eden meclislere aittir. 1982 Anayasasının 26. Maddesinde fikir ve fikri ifade hürriyeti tarif edilerek sınırları belirtilmiş ve kullanım hakkının da kanunlarla düzenleneceği ifade edilmiştir. Ancak mevcut kanunlar içerisinde sadece 5816 sayılı kanunla –hukuk önünde herkesin eşit olduğu kaidesi- ihlâl edilerek tek bir kişinin hukuku özel olarak korumaya alınmıştır. Bunun haricinde toplumun ölü veya diri diğer efradı her türlü hakarete maruz kalabilmekte, hâkimler keyfi olarak bazı hakaretleri “fikir ve düşünceyi açıklama hürriyeti” içerisinde değerlendirirken aynı ifadeler başka bir hâkim tarafından suç olarak cezaya tabi tutulabilmektedir. Halkın huzuru için bu kargaşanın önünün âcilen alınmasına ihtiyaç vardır. Hürriyetlerin kötüye kullanılması önlenmelidir. İkinci Meşrutiyet ilan edildiği zaman Said-i Nursi “Hürriyete Hitap” diye bir makale ve nutkunda hürriyete şöyle bir tarif getirmiştir. “Hürriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” Bir asır öncesinden yapılan “efradını câmi, ağyarını mâni” bu veciz tarifin bugün de geçerli olduğunu, en azından bu seviyede bir hürriyet alanının temin edilmesinin zaruri olduğunu ifade etmek zorundayız. Unutmayalım “adalet mülkün (devlet idaresinin) temelidir ve hukuk önünde eşitlikle vücut bulur, “üstünlerin hukuku” gibi zırvaları içinde barındıramaz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EĞİTİMİN KALİTE YOLCULUĞUNDA EN HASSAS DÖNEMEÇ; MESLEKİ EĞİTİM
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
BAKAD Başkanı
Hangi sistemle idare edilirse edilsin tüm ülkelerin ilk 5 temel meselesinden birisi eğitimdir. Devleti jandarma, vergi ve yargı üzerinden tanımlayan, bunun dışında neredeyse her alanı özel sektöre bırakan en kapitalist ülkelerde bile eğitimin asgari bir akredite şartı ve mecburiyeti vardır. Eğitim uzun vadeli bir beşeri sermaye yatırımıdır. Çin filozofu Kuan-Tzu’ya atfedilen veciz bir ifadede denildiği gibi “bir yıl sonra alacağı mahsulü düşünen tohum eker, on yıl sonrasını plânlayan ağaç diker, yüz yıl sonrasını düşünen ise insanları eğitir.” Eğitimin farkında olmayan hiçbir devlet yoktur ama eğitimin nasıl yapılacağı hususunda geliştirilen politika ve stratejilerde farklılıklar bulunmaktadır. Meseleye Türkiye sınırlılığında baktığımızda maalesef oldukça sıkıntılı bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Bunun temel sebebi Cumhuriyetin kuruluş yıllarında eğitimin ideolojik bir araca dönüştürülmesi, insan kabiliyet ve yeteneklerini inkişaf ettirecek bir hizmet ve milli ve mânevî değerleri tevarüs ettirecek bir müessese yerine yapılan devrimlerin muhafızlığını yapacak, hedeflenen Batı medeniyetinin değerlerini öğretecek, toplumu Batılılaştıracak bir dönüştürücü alet olarak düzenlenmiş olmasıdır. Milli Eğitim Temel Kanunu ve Yükseköğretim Kanunu’nun ilk maddelerine bakıldığında değişen bir şeyin olmadığı görülür.
İkinci temel hata, okul öncesi eğitimden yüksek öğretime kadar nüfus artış hızını da dikkate alarak çağ nüfusuna yetecek sayıda okul açılamaması, öğretmen ve öğretim elemanı yetiştirilememesidir. Bu eksiklik son 20 yılda giderilmiş, çağ nüfusuna yetecek kadar okul açılmış, tüm illerimiz üniversite ile buluşmuştur. Sayısal hedeflerdeki bu başarı maalesef eğitimin kalitesi ve ihtisaslaşması noktasında henüz gerçekleştirilememiştir. İnsan kaynağı plânlamasında ara işgücünü karşılayacak mesleki eğitim çok ihmale uğramış özellikle post modern darbe olarak anılan “28 Şubat 1997” döneminde Kur’an kurslarının kaldırılması ve İmam Hatip Liselerinin kapatılması amacıyla “kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim” ve “katsayı” rezaletleriyle mesleki eğitime ağır bir darbe indirilmiş, orta öğretimde mesleki eğitimin oranı %32’ye düşürülmüştür. “Demokrasiye balans ayarı” iddiasındaki dikta heveslisi darbeciler eğitimin balans ayarını çok feci bir şekilde bozmuşlardır.
Yukarıda da bir nebze ifade edildiği üzere eğitim iki temel ihtiyacı karşılar. Birincisi milletin kimliğini korumak ve idame ettirmek, ikincisi insanların kabiliyetlerini inkişaf ettirerek hayata hazırlamaktır. Bu sebeple gelişmiş ülkelerde işgücünün sektörel dağılımı dikkate alınarak hizmetler, sanayi, tarım ve hayvancılık sektörlerinin ihtiyacını karşılayacak çeşitlilikte mesleki eğitime yatırım yapılmakta, bunun yanında devletin temel görevlerini yerine getirebilmesi için gerekli olan entelektüel kapasite de ihmal edilmemekte, araştırma ve geliştirme çalışmaları ile ülkenin kalkınmasını sağlayacak beyinlere de alan açılmaktadır.
Türkiye’de ihmale uğrayan ve adeta başarısı düşük öğrencilerin gittiği düşük profilli kurumlara dönüştürülen meslek liselerinin âcilen ayağa kaldırılması, itibarlarını yükseltecek tedbirlerin alınması, meslek çeşitliliğinin günün ihtiyaçlarına göre arttırılarak yeniden düzenlenmesi, sanayi ve iş dünyası ile yakın işbirliğine gidilmesi, orta ve uzun vadeli plânlarda ihtiyacı karşılayacak sayı, çeşit ve kalitede meslek liselerinin açılması, imam-hatip öğrencilerinin mesleki eğitim kategorisinden çıkartılması gerekir. Zira imam hatip liseleri iş dünyasına yönelik bir mesleki eğitimden ziyade genel lise eğitimi vermektedir.
Diğer önemli bir nokta da mesleki eğitimde özel teşebbüsün teşvik edilerek ara eleman ihtiyacının karşılanmasında daha fazla sorumluluk üstlenmelerini sağlamaktır. Şekil 1’den de görüldüğü üzere OECD’ye üye ülkelerde mesleki ve teknik ortaöğretimde özel öğretim öğrenci oranları bize göre hayli yüksektir.
Şekil 1: OECD’de Mesleki ve Teknik Ortaöğretimde Özel Öğretim Öğrenci Oranı (%) (2017)
Kaynak: OECD
Türkiye’de sanayi ve iş çevrelerinin meslek liseleri açmaya teşvik edilmesi gerektiği tablodan da açıkça görülmektedir. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in mesleki eğitime odaklanmasını çok hayırlı bir niyet olarak görüyorum. Zaten bu makalenin yazılmasına sebep de Bakan Özer’in iş ve sanayi dünyasını mesleki eğitimle buluşturmaya yönelik çabalarının haber yapılması olmuştur. Eski bir eğitimci olarak bu çabalarında Bakan’a ve bakanlık bürokratlarına muvaffakiyetler diliyorum.Mesleki eğitimdeki talebe sayısı istenilen sayı, seviye ve çeşitlilikte değildir. Milli Eğitim Bakanlığı istatistiklerine göre imam hatip talebeleri da dâhil olmak üzere mesleki eğitim kapsamındaki öğrenci oranı %46,4’dür. Bu oranın daha da yukarı çekilmesi ve yükseköğretimde meslek yüksek okulları ile bütünleştirilmesi gerekir. Aksi takdirde genel liselerden fakültelerde akan ve bir meslek öğrenmeden mezun olan milyonlarca genç diplomalı işsiz olarak heba edilmiş olacaktır. Aynı zamanda bir akademisyen olan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in bu durumun farkında olduğunu ve daha sonra adını yad ettirecek bu adımı atacağını umut ediyorum.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ABD’NİN DÜNYA JANDARMALIĞI HAYALİ VEYA NATO’NUN YENİ KONSEPTİ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
İspanya’nın başkenti Madrid’de 28-30 Haziran 2022 tarihleri arasında 32. NATO Zirvesi gerçekleştirildi. 30’u NATO üyesi olmak üzere 44 ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının yer aldığı zirve, NATO’nun tarihindeki en üst düzey ve en kalabalık katılımlı zirvesi oldu. Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği zirveye, davetli ülke statüsüyle Hint-Pasifik’ten Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore, Avrupa’dan Finlandiya, İsveç, Avusturya, İrlanda, Malta, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Bosna Hersek ve Gürcistan, Kuzey Afrika’dan Moritanya ve enteresan şekilde Ürdün katıldı. “Madrid Stratejik Konsepti” adıyla NATO’nun gelecek 10 yılındaki yol haritasının belirlendiği zirvede, NATO’ya üyelik başvurusu yapan Finlandiya ve İsveç’in durumu kritik önem arz ediyordu. Türkiye’nin son anda bu ülkelerin üyelik müracaatını belirli garanti ve teminatlara bağlı olarak veto etmemesi zirvedeki neşeyi arttırdı. Türkiye’ye evet derken galiba Batı’nın genel ahlâkı olan “söz bir, dönmek iki,” bugün söz veririz yarın döneriz, “yalandan kim ölmüş ki?” gibi düşünceler ağır basmış olmalı. Ancak bu sefer taahhütlerin takibi ve TBMM’nin tasdiki gibi safhalar “papazın yahni yeme” iştihasını kesebilir.
Trump döneminde “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” iddialarının ardından hasta başkan Biden’nin “yeniden Amerika” sloganı nasıl devreye sokuldu? Aşikâr ki bu tezgâh Ukrayna üzerinden yürütüldü. 1978 yılında Ukrayna’nın Krivoy Rog kentinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve “bir televizyon dizisinde kazara devlet başkanı olan küfürbaz bir öğretmeni canlandıran” Zelenski, oynadığı dizinin adıyla kurduğu partiden Ukrayna’nın devlet başkanlığına kadar yükselmişti. Tiyatro oyuncusu olan Zelenski’nin Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atmakta nasıl bir oyun oynadığı veya nasıl bir rol verildiği şimdilik bilinmiyor. Ancak bu öpücüğün “beyin ölümü tehlikesini bertaraf ederek” uyuyan NATO’yu uyandırdığı, kurbağalıktan kurtardığı, “yeniden büyük Amerika” niyetine çok yaradığı, hatta 2030’a uzanan yol haritasında ABD’ye NATO üzerinden bir dünya hâkimiyet rüyası gördürdüğü söylenebilir.
NATO’nun yeni konseptine dönmeden önce bu konsept kavramının üstündeki strateji ve siyasetin ne olduğu üzerinde kısaca durmakta fayda var. Zira konsept stratejisiz, strateji de siyasetsiz olmaz. Siyaset veya politika; devlet işlerini tanzim ve icra sanatıdır. Eğer ortada ülkeleri içine alan NATO gibi bir teşkilattan bahsediyorsak siyasetini de üye kuruluşların müştereken belirlemesi icabeder, ancak reelpolitik öyle işlememekte, NATO’yu kuran iradenin siyasi hedefleri NATO’nun da siyasi hedefleri haline gelmektedir. Nitekim bazı kritik dönemeçlerde ABD “bu konu tartışmaya açık değildir” diyerek kestirip atabilmekte, diğer dişli bazı üyeler ise en fazla homurdanmakta, zayıflar ise kraldan fazla kralcı olabilmektedir. Strateji ise askeri, iktisadi, sosyal ve benzeri alanlarda geliştirilen politikaların ayrıntılı uygulamasıdır. Siyaset veya politika “ne yapılacağını” ifade ederken, strateji “nasıl yapılacağını” açıklar. Siyaset yeterli ölçüde tanımlanmış devamlılık arz eden kararlardan oluşur. Strateji ise, ilerde meydana gelebilecek bütün durumların önceden tahmin edilemediği kısmi belirsizlik hallerinde alınan karar türüdür. Politika karar vermede bir düşünme rehberi iken, strateji; bu rehber doğrultusunda amaç belirleme ve kaynak kullanma kararı ile uygulamaya yönelik adımların atılmasında bir ileri aşamayı oluşturur.
Makaleye konu olan konsept kavramı ise bir düşünce ve niyetin ana hatları, düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımıdır. Mesela NATO’nun 1950 savunma konsepti tecavüzü caydırmak iken, 2000 sonrası konsepti uluslararası terörizmle (üstü örtülü olarak İslâm ülkeleri ve Müslümanlar) mücadele olmuştur. NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesinde belirlenen stratejik konsepti; nükleer ve konvansiyonel caydırıcılık iken NATO’nun 2030 konsepti “yeni bir çağ için birliktelik” olup, hedef tahtasına Rusya ile beraber Çin de oturtulmuştur.
ABD’nin hedef aldığı Rusya’nın 2000’li yıllar için geliştirdiği güvenlik konsepti, askeri gücün tahkimi ile tehdide karşı koyma ağırlıklıydı. Bunun sebebi de bünyesinde önemli bir Müslüman nüfus barındıran Rusya’nın ikinci bir dağılma endişesi taşımasıydı. Rusya bu hedeflerine ulaştıktan sonra eski bazı SSCB ortakları ile Kolektif Güvenlik Antlaşması Teşkilatı’nı kurarak konsept genişlemesi yapmıştır. Çin ise gelecek inşasına önce ‘’barışçı yükseliş ve milli yenilenme’’ ile başlamış daha sonra ‘’yeni müdahaleciliğe karşı koyma’’ şeklinde özetlenecek bir konsept geliştirmiştir. Çin’in savunma konseptinin sacayaklarını ‘uzay güvenliği, siber güvenlik, nükleer güvenlik ve donanma güvenliği’ oluşturmaktadır.
Görüldüğü üzere dünya siyasetinin birinci liginde oynayan devletlerin hem siyasetleri, hem stratejileri hem de konseptleri ülke sınırlarını aşmakta, hatta uzaya çıkmaktadır. İmamesi kopan İslâm Dünyasında ise “sürüklenen devlet” veya “uydu devlet” pozisyonundan sıyrılarak en azından kendi sınırları ve bölgesi için siyaset ve stratejileri olan çok az devlet bulunmaktadır. Türkiye bu hususta bir istisna teşkil etmektedir. Çok şükür ki pek çok sıralamada ilk 10’a giremeyen Türkiye’nin ilk 7’ye giren bir ordusu ve askeri gücü ile büyük oranda kendisini savunabilecek milli bir savunma sanayii bulunmaktadır. Jeo-politik konumu, tarihi kimliği ve miras aldığı Osmanlı hinterlandı ile jeo-stratejik imkânları da Türkiye’nin elini güçlendirmektedir. 2022 Madrid NATO zirvesi dünya siyasetinin nerelerde şekillendiğini bir kere daha ortaya koymuş, pek hazzetmeseler de Türkiye’ye olan ihtiyaçları sebebiyle sahte dostluk beyanatları bu defa da aile fotoğrafına yansımıştır.
NATO’nun kurulduğu günden Madrid’de gerçekleştirdiği 32. Zirveye kadar kabul ettiği konseptlere göz atıldığında dikkati çeken en temel husus ABD’nin küresel hâkimiyet siyasetidir. Bu siyasetin dönemeçlerine bakıldığında soğuk savaş ve soğuk savaş sonrası dönem ile 2001 yılı New York’taki ikiz kulelerin vurulmasıyla başlayan ve NATO üzerinden yürütülen üç ana dönüşümden bahsedilebilir[1].
NATO’nun Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu güvenlik ortamındaki temel stratejisi, devlet-merkezli tehditlere karşı savunma ve caydırıcılık odaklı olmuştur. Bu temelde uluslararası sistemde ortaya çıkan yeni durumlara uygun olacak şekilde stratejiler belirlenmiş, dört stratejik konsept yayınlamıştır. İlk resmi stratejik konsept 6 Ocak 1950’de yayınlanmıştır. Bu belgede ittifakın öncelikli olarak caydırıcılık fonksiyonuna odaklanacağı, kuvvet kullanımının ancak saldırı karşısında söz konusu olacağı vurgulanmıştır.
NATO 1952’de ikinci stratejik konsepti, savunma planları gereği “istisnasız her tür silahla stratejik karşılık verebilme kapasitesini mümkün kılmak” üzerine oturtulmuştur. 1957’de kabul edilen üçüncü stratejik konsept, “kitlesel karşılık” stratejisini hayata geçirmiştir. Kitlesel karşılık stratejisine göre, Sovyetler Birliği Avrupa’ya konvansiyonel silahlarla saldırsa dahi NATO nükleer gücünü kullanacak, diğer bir deyişle NATO Sovyet saldırganlığına her durumda kitlesel karşılık verecekti. Ocak 1968’de “Esnek Karşılık Stratejisi” NATO’nun dördüncü stratejik konsepti olarak kabul edilmiştir. Esnek karşılığın en önemli unsuru muhtemel bir saldırı karşısında ittifakın nükleer silahlara kademe kademe başvuracak olması, yani silahların niteliğinin yavaş yavaş artırılacak olmasıydı.
Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla NATO için yeni bir dönem başlamıştır. NATO’nun ana varlık sebebinin ortadan kalktığı yönünde tartışmaların sürdüğü bu süreçte 1991 Roma Zirvesinde açıklanan NATO’nun yeni stratejik konsepti, Avrupa’da güvenlik ortamının değişimine vurgu yaparken, çatışma odaklı geleneksel söylemin yerini işbirliği ve diyalog kavramları almıştır. 1999 yılında gerçekleştirilen Washington Zirvesinde kabul edilen yeni konsept, ittifakın coğrafi odağını Kuzey Atlantik değil, Avrupa-Atlantik olarak daha geniş bir alanda tanımlamıştır. 1999 stratejik konseptinin bir diğer dikkat çekici boyutu, ittifakın Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan güvenlik ortamında karşı karşıya olduğu güvenlik sorunlarının odağına göç ve enerji kaynaklarına ulaşımın engellenmesi ile kitle imha silahlarının yayılması, terörizm ve örgütlü suçlar alınmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla tehdidin ortadan kalktığı, binaenaleyh NATO’ya da ihtiyaç kalmadığı yönünde özellikle Almanya kaynaklı itirazlara ABD’nin cevabı sert olmuş ve bu dönemde komünizmin yerini “cihadist, fundamentalist İslâm’ın aldığı” üstü örtülü olarak ifade edilmiştir. Bu dönemde Samuel Hungtington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ABD ve dolayısıyla NATO stratejisine yön veren en temel belge olmuştur. Önceleri İslâm’ı cihadist, fundamentalist sıfatlarla ötekileştiren Batı ve ABD daha sonra perdeyi atarak İslam’ı terörle aynileştirmeye çalışacaktır[2].
2006 Prag Zirvesinde ilk kez NATO’nun rolü küresel ölçekte tanımlanmış, 2010 konseptinde ise NATO’nun küresel sorumlulukları belirgin şekilde ön plâna çıkartılmıştır. NATO 2010 konseptiyle birlikte artık Avrupa-Atlantik’e odaklı bir ittifak olmaktan çıkmış, Lizbon 2010’da yapılan zirvede Rusya için “dış partner” tanımı yapılmıştır. 2010 konseptinde ortaklık ve diyalog kapsamında Rusya ile ortaklık da NATO-Rusya ortaklığının ortak barış, güvenlik ve istikrara yaptığı ve yapmaya devam edeceği olumlu katkı bağlamında vurgulanmıştır. Ancak Rusya’nın bu dış ortaklığı uzun sürmeyecektir. 2010 stratejisinin üzerinden henüz 10 yıl geçmeden Rusya-NATO ortaklığı askıya alınmış, 2022 Madrid zirvesinde ise baş tehdit olarak Çin ile beraber tekrar hedef tahtasına oturtulmuştur. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hareketi Madrid zirvesinin temel konularından birisi olmakla beraber zirveye 30 NATO üyesi yanında ilaveden katılan 14 ülkenin varlığı başka bir niyeti de tezahür ettirmektedir. Bunlar içinde Türkiye’nin de müracaatını şartlı olarak engellemediği İsveç ve Finlandiya’ya ek olarak, komşumuz Gürcistan ile Güney Kıbrıs Rum idaresi ve Çin’i tehdit olarak gösteren ve çevredeki ülkelere “şefkatli kollarını açan” ABD’nin Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Güney Kore’yi NATO’ya dâhil etme arzusudur.
Madrid zirvesinde Rusya, müttefiklerin güvenliğine yönelik en önemli ve doğrudan tehdit olarak ilk sırayı alırken; “Çin’in hırsları ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza, güvenliğimize ve değerlerimize meydan okuyor. Çin küresel ayak izini ve proje gücünü artırmak için geniş yelpazede siyasi, ekonomik ve askeri araçlar kullanırken, stratejisi, niyetleri ve askeri birikimi hakkında belirsizliğini koruyor. Çin, kilit teknolojik ve endüstriyel sektörleri, kritik altyapıyı ve stratejik malzemeleri ve tedarik zincirlerini kontrol etmeye çalışıyor. Ekonomik gücünü stratejik bağımlılıklar yaratmak ve etkisini artırmak için kullanıyor. Uzay, siber ve denizcilik alanları da dâhil olmak üzere, kurallara dayalı uluslararası düzeni yıkmaya çalışıyor. Çin ile Rusya arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oymak için karşılıklı olarak güçlendirici girişimleri, değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır.“
Denilerek uzunca bir gerekçe ortaya konulmaktadır. Son olarak Rusya, İran, Suriye, Kuzey Kore’nin nükleer ve kimyevi tehditleri ile İran ve Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarını geliştirme çabalarına da dikkat çekilmekte, terörizmin tüm biçimleri ve tezahürleriyle NATO ülkelerinin güvenliğine ve uluslararası barış ve refaha yönelik en doğrudan asimetrik tehdit olduğuna işaret edilmektedir. Dünyada neredeyse kurulan tüm terör örgütlerini doğrudan veya dolaylı olarak kullanan ABD ve AB üyesi bazı ülkelerin bu arsızlığı ve utanmazlığını her halde Türkiye’den daha iyi bilen bir devlet yoktur. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini terör örgütlerinin desteklenmemesi şartına bağlayan Türkiye, ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya ve birçok Avrupalı devletin PKK, PYD/YPG, IŞİD, DHKPC gibi terör unsurlarını nasıl desteklediğini, silah, mühimmat ve akıl verdiklerini belgeleri ile ortaya koymakta, zaten onlar da bunu gizleme ihtiyacını duymamaktadırlar. Bu pervasızlık “eli mahkum” ön yargı ve kabulüne dayanmaktadır.
Netice olarak 21. Yüzyılın yeni siyasi yapılanmasında bir süre daha Türkiye “aktif tarafsızlık” rolü ile işi götüreceğe benzemektedir. Elbette ki Türkiye’nin de kırmızı kitabında bir siyaset ve sev-ül ceyş notu bulunmaktadır. Gelecek yakındır.
[1] Konuyla ilgili bkz: Aksu Ereker, Fulya (2019). “NATO’nun Güvenlik Anlayışı ve Stratejik Konseptleri”, Güvenlik Yazıları Serisi, No.23, https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/11/NATOStratejikKonseptleri_FulyaAksuEreker_v.1.pdf
[2] Konu ile ilgili bkz: Bozan, Mahmut (2000). NATO, Yeni Stratejiler, Yeni Tehditler, Avrasya Etüdleri, TİKA, Sayı, 17, s.81-100. https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6488.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ÜLKE İMARI MI? BETON SİYASETİ Mİ?
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
2023 Seçimlerinin yaklaşmasıyla beraber siyasi rekabet hızlanmaya ve iktidar-muhalefet ilişkilerinde halkı kendi tarafına çekmeye yönelik faaliyetler artmaya başlamıştır. Öncelikle demokrasi ile idare edilen ülkelerde siyasi tercih bir muhasebe, bir muhakeme ve akıl işidir. Gönül işi değildir. Bu sebeple A veya B partisine “gönül vermiş” vatandaş tabiri hatalıdır. Zira partiye, derneğe, sendikaya hatta hükümete gönül verilmez. Gönül bağı ancak vatanla, milletle, devletle, istiklâliyet sembolü olan bayrak ve sancakla, mânevi değerleri ifade eden sembollerle kurulabilir. Bu sembollerin hiçbiri geçici değil, “devlet-ebet-müddet” şiarının parçalarıdır ve var olmanın “olmazsa olmaz” şartlarındandır.
Ancak birer ticari holding olan spor kulüplerinin “bedava reklamcı” devşirmek için kullandığı ve başarılı da olduğu “takım tutturma” numarasını siyasi partiler de denemekten geri durmamaktadır. Böylece akılla yapılacak tercihler, duygu ve hislere kaydırılarak akıl devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Şüphesiz siyasi partiler kendilerine “gönül vermiş” vatandaş sayısını arttırarak “kemikleşmiş oy” depoları sağlamayı çok arzu ederler ve tercihlerini akıllarıyla yapan ve “kararsız” olarak tanımlanan “bağımsız” seçmenlerden oldukça çekinirler. Zira genellikle seçim sonuçlarını akıllarıyla tercih yapan seçmenler belirlemektedir. Demokrasi gelenekleri oturmuş ülkelerde partilerden bağımsız yani bizdeki ifadesiyle “kararsız” seçmen sayısı hayli yüksektir. Bizdeki ifadesiyle diyorum zira kararsızlık bir naifliği ifade eder, doğrusu partilerle gönül bağı olmayan akıllı seçmenleri tarif edecek kelime “bağımsız seçmen” tanımıdır. Bu sebeple “kararsız” ifadesi yerine “bağımsız” kelimesini kullanmayı tercih ediyorum.
Ancak Türkiye gerçeği partilere “gönül bağı” ile bağlı olan seçmen sayısının hayli yüksek olduğunu göstermektedir. Özellikle halka hizmetleri çok düşük seviyede olan bazı belediyelerde aynı siyasi partinin seçim kazanması başka şekilde ifade edilemez. Enteresandır ki bu tür seçmenler “varlıklı, eğitimli” olarak tarif edilen semtlerde, sol ve sosyalist kesimlerde fazlaca bulunmaktadır. Halkın genelinde ise hizmetlerini beğenmediği partileri bir çırpıda siyaset sahnesinden silebilen bir azim göze çarpmaktadır. Parti mezarlığında kitabesine; “halk tarafından gömüldü” yazılan ve bugün cılız varisleri olan çok partilerin bulunması bunun açık delilidir. Bu guruba askeri cuntalar tarafından kapatılan veya darağacına çekilen partiler dâhil değildir.
Sadede gelecek olursak, 2023 seçimleri ufukta görünmekle birlikte siyasetin sloganlaştırdığı ifadeler daha sık duyulmaya başlamıştır. Ben bunlar içerisinde muhalefetin kendine taraftar toplamayı umduğu ve mevcut iktisadi krizi de kullanarak sonuç alacağına inandığı “kuvvetli tenkit” araçlarından sadece “beton siyaseti” veya “betona yatırım” kavramını analiz edeceğim. Betona yatırım ifadesi, iktidarın yapmış olduğu altyapı, bayındırlık ve imar faaliyetleri için kullanmış olduğu bir etiketlemedir. İddiası da hükümetin üretime, istihdama fayda sağlayacak yatırımlar yerine halkın “gözünü boyamak” için binalara, köprülere, yollara para harcayarak ülke kaynaklarını israf ettiği yönündedir. Hükûmet ise iktidara geldikleri 20 yıl içerisinde Türkiye’nin çehresini değiştirdiğini, hayat standartlarını yükselttiğini, medeni olarak tarif edilen ülkelerle rekabet ettiğini, kısaca halka hizmet ettiğini savunmaktadır.
Meseleyi analizde muhalefet açısından ilk tespit ettiğimiz husus; Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren iktidarı zorla ele geçiren ve milli iradeye yasak koyarak 1950 yılına kadar ülkeyi tek başına yöneten CHP’nin hükûmet ve bürokratlarıyla sadece halktan “hizmet almaya” alışkın olması “halka hizmet etme” kavramına yabancı kalmasıdır. Bu sebeple Türkiye’de CHP’nin ortaya koyduğu eser sayısı hayli sınırlıdır ve sağ iktidarlar tarafından hep “dikili bir ağacı olmadığı” ithamına maruz kalmaktadır. CHP bu ithamları savuşturmak için “betona yatırım” savunmasını geliştirmiştir. Bu stratejik bir hatadır. Zira Turgut Özal’ın 1983 seçimleri öncesi televizyonda yapılan liderler tartışmasında “Boğaziçi köprüsünün gelirini satarak İstanbul Boğazı’na yeni bir köprü yapacağını” beyan etmesine karşı “yaptırmam efendim!” diye itiraz ederek tuzağa düşen Necdet Calp, CHP’nin siyasi irsiyetini açığa vuruyordu ve nitekim iktidarı Anavatan Partisi’ne kaptırdı. Bugün de aynı anlayış devam etmektedir. AK Parti CHP’ye “hizmette yarış” çağırıları yaparak üstün olduğu bu alanı daha bir görünür kılmaktadır. Doğrusu AK Partinin iktidara geldiği günden bu yana yaptığı bayındırlık hizmetlerini küçük görmek, hafife almak hele hele “betona yatırım” diye değersizleştirmeye çalışmak çok büyük bir hatadır.
Çünkü halk bunları görmekte, bölünmüş yollardan, otoyollardan, hızlı trenlerden istifade etmekte, geçtiği her tünelde geçmiş günlerde yaşadığı zorlukları hatırlamakta, başta İstanbul Havalimanı olmak üzere ülkenin dört bir yanına yapılan, yenilenen hava limanlarından memnuniyet duymakta, eskiden sadece havada gördüğü uçaklarda seyahat etmekte, modern ve donanımlı hasta hanelerde tedavi olmakta, ayağına gelen üniversitelere çocuklarını gönderirken eskide yaşadığı sınırlı sayıdaki üniversitelerin yaşattığı sınav çilelerini hatırlamakta, savunma sanayiinde göğsünü kabartan İHA’ları, SİHA’ları, TİHA’ları, MİLGEM’leri ve ileri teknoloji ürünü daha pek çok savunma araçlarının ülke savunmasında yaptığı hizmetlerle iftihar etmektedir.
Hele “betona yatırımın” en müşahhası olan “TOKİ”ler halkın tutunduğu bir can simidi durumundadır. Turgut Özal’ın kurduğu TOKİ, halkın parasını sülük gibi emen ve karşılığında kalitesiz binalar yapan “kooperatif çeteleri” belasından kurtuluşun adresi olmuştur. AK Parti döneminde daha da geliştirilen TOKİ, kentleşmede halkın vazgeçilmezleri arasında halen ilk sıradadır.
Sonuç olarak “betona yatırım” sloganından CHP kârlı çıkmayacaktır. Burada hatırıma gelen bir misali paylaşmak isterim. Bir gün Ankara’da Sıhhiye Köprüsünün altında duvara yapıştırılmış bakır bir kitâbe dikkatimi çekmişti. Üzerine Sıhhiye Köprüsünü yaptıran o dönemin CHP’li bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının isimleri yazılmıştı. Demek önemsiz ve bugün ciddiye alınmayacak bir köprüye isimlerinin yazılmasına rıza gösterenler aslında “betona yatırıma” çok da soğuk bakmıyorlarmış. Aynı kitâbeden bir tane de Çubuk Barajında bulunmaktadır. Netice olarak yapılan hizmetleri “yok saymak” sadece yok sayanları bağlamakta, halkın nezdinde bir değeri bulunmamaktadır. Kamburu olanın yapacağı şey “herkesi kendisiyle eşitlemek” değil, kamburdan kurtulmanın çaresini aramaktır. Aslolan yoklukta eşitlik değil, varlıklarımızı güçlendirmektir. “Ben yapamıyorum, o halde yapılanları kötüleyerek kendimle eşit hale getireyim” düşüncesi isabetli bir politika değildir.
İkinci tespit ettiğimiz husus CHP’nin halkın milli ve özellikle mânevî değerlerine hürmet etmemesi, bilakis onları aşağılaması, inançları ile alay etmesi, tek parti iktidarı döneminde halka çektirdiği acıların hâfızalarda yaşıyor olması, hülasa milli iradeyi temsil liyakatine sahip olduğuna halkı bir türlü inandıramamasıdır. Bundan dolayıdır ki 1950 yılından beri zaman zaman farklı isimleri kullanmış da olsa CHP’nin tek başına iktidara geldiği görülmemiştir. Ancak parlamenter sistem ve seçim sistemi ve özellikle darbeleri müteakip ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek sağ partilerle kurduğu koalisyonlar yolu ile sınırlı sürelerle de olsa iktidara gelebilmiştir. CHP, kimliğine yapışan bu iki zaaftan henüz kurtulabilmiş değildir. Ancak son yapılan mahalli idareler seçiminde, İstanbul ve Ankara’da kendi siyasi geleneğinden gelenleri dışarıda tutarak, dâhilden yapılan tüm itirazlara rağmen milliyetçi ve muhafazakâr kimliği olan adaylarla seçime girmiş ve başarılı olmuştur. Bu tecrübe CHP’ye 6’lı masayı ilham etmiş, bu sebeple yanına milliyetçi ve muhafazakâr tabana dayanan bazı partileri alarak 2023 seçimlerini kazanma çabasına girişmiştir. “Çarşafa rozet” tecrübesini yaşayan CHP’nin “helâlleşme” çağırısının işe yarayıp yaramayacağı da yapılacak seçimlerde görülecektir. Cumhur ittifakının geçen beş yılın sonunda halka kendisini affettirme gayretinin başarılı olup-olmayacağı da bu seçimle aşikâr olacaktır. 2023 seçimleri, üzerinde çok konuşulacak bir konu olup burada sadece parti rekabetinde kullanılan sloganlardan “betona yatırım” kavramını analiz etmeye çalıştık.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
MEHTER YÜRÜYÜŞÜ VEYA AYDIN CEHALETİ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Türkiye’nin gündemden hiç düşmeyen konularından birisi de harf inkılabı, dil devrimi, güneş dil teorisi, dilde sadeleştirme ve öz Türkçe gibi başlıklarla anılan Osmanlıca’nın yasaklanması ve yerine Latin alfabesinin konulması ile birlikte yaşanan dildeki fakirleşmedir. Bin yıllık bir medeniyetin taşıyıcısı olan ve Arap alfabesinden geliştirilen Osmanlıca bir gecede yasaklanarak yerine Latin alfabesi ikame edilmiştir. Bununla da iktifa edilmemiş, yine yüzyıllar içinde Türkçeleşen Arap ve Farsça kelimeler sırf menşeleri sebebiyle yok edilmeye çalışılmış, yerlerine de ya Batı menşeli kelimeler konulmuş veya öz Türkçe iddiasıyla kelime uydurulmuştur. Tarihe, kültüre, arşive ve umum kütüphanelere vurulan bu kilit dilde çok büyük bir yozlaşmaya yol açmış yaklaşık 60.000 kelime ihtiva eden Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe sözlüğü bile bu tahribe dayanamamış, elimizde tüm uydurukçalarıyla birlikte 6 000 kelimelik bir TDK sözlüğü kalmıştır. Bir YÖK başkanı “Türkçe bilim dili değildir” diyerek tabiri caizse tabuta son çiviyi de çakmıştır.
Bırakın sıradan bir vatandaşı, yüksek öğretim görmüş, toplumun eğitimli kesimleri bile halen Türkçeyi doğru-dürüst kullanamamaktadır. Bilimsel toplantılarda, akademide, televizyonlarda, medyada, hülasa halka açık tüm kanallarda sürekli bir dil faciası yaşanmaktadır. Tesadüf ettiğim bir akademik toplantıda güya bir aydın (!) “iki ileri, bir geri mehter yürüyüşü” diye bir ifade kullandı. Vaktiyle Peyami Safa böyle bir hadiseye rastlamış Türk Haber Ajansı’nın bir haberinde “istinaf mahkemesi” ifadesini “istinkâf mahkemesi” şeklinde yazmasına sinirlenerek dil şuursuzluğu hakkında bir makale yazmıştı[1]. Aynı hisler beni de bu makaleyi yazmaya sevk etti. Mehter yürüyüşünü bile bilmeyen aydın müsveddeleri mehteran bölüğünün “iki adım ileri, bir adım geri” gittiğini zannediyor, güya bir şeydeki ilerlemenin yavaşlığını böylece ifade etmiş oluyordu. Zahmet edip de elinin altındaki bir ekrandan mehter yürüyüşünü seyretmeyi akıl bile edemiyordu. Gerçekte ise mehteran bölüğü asla geri adım atmaz. Önünde yürüdüğü orduyu coşturacak bir musiki eşliğinde her iki adımda bir sağı, bir solu kollayarak gösterişli ve çalımlı bir şekilde yürür.
Bu vesile ile aydınlarımızın devirdiği diğer çamlara da bir açıklık getirmekte fayda mülahaza ediyorum. Bunlardan en çok duyulanı “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” safsatasıdır. E, sorarlar adama, yiğidi öldürdükten sonra geriye ne kalır? Hangi hak ve hukuktan bahsedilebilir? “Yiğidi öldürmüş olsan bile hakkını ketm etme.” İfadesi ilmin elinden cehlin diline böylece yuvarlanmıştır. Bu garabete ilave edilecek diğer bir galat da “Eğri oturup, doğru konuşalım.” Lafıdır. Doğru konuşmak için illa eğri mi oturmak gerekiyor? Tuluat tiyatrosuna malzeme temin eden aydınlarımız “Eğri otursan bile, doğru konuş.” İfadesini “ağızlarından çıkanı kulakları duymayarak” kullanmaktadırlar.
Bu hata-savab cetvelini daha da uzatmak mümkündür, ancak yanlış kullanılan birkaç kelimeyi daha hatırlatıp bu makaleye hatime çekeceğim. Vaktiyle PKK terörünü ortadan kaldırmak için teşkil edilen heyete “âkil adamlar heyeti” deniliyordu. Bu ifadenin mânası “yiyici adamlar heyeti” demekti. Doğrusu âkıl olacaktı. Zira âkil yiyici, âkıl akıllı demektir. Yine çok kullanılan yanlışlardan birisi “hile, hud’a” yerine “hile-hurda” denilmesidir. Hud’a, aldatma, tuzak kurma demektir, hurda ise eskimiş, bozulmuş, kullanılamayacak duruma gelmiş malzemeleri ifade eder. Daha bunun gibi, özrüm var mânasına gelen “mâzurum” yerine “maruzum” diyenler, çukur açma mânasına gelen “hafriyat” yerine “harfiyat” diyenler, “mahzur” ile “mahsur”u; “tazminat”la “tanzimat”ı karıştıranlar, adem-i merkeziyeti, âdemi merkeziyet şeklinde telaffuz edenler hiç eksik değil. Akademik bir makalelerde bile onlarca imla hataları bulunuyor, özellikle de uzatma işaretlerinin atılmasıyla tam bir kaos yaşanıyor.
Buraya aldıklarım “aydın cehaleti”ni ortaya koymada denizden bir damladır. Maalesef “kamusa uzanan el, namusa uzanmış”, dilimizi kirleterek bizi lal-ü ebkem etmiştir. Bu hufreden ancak Osmanlıcayı öğrenerek çıkabiliriz.
[1] Bakınız; Safa, Peyami (1970). Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, s. 104, Ötüken Yayınevi.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
2023 SEÇİMLERİ VE MİLLET İTTİFAKININ BAŞKAN ADAYI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine neredeyse bir yıllık bir süre kaldı. Milletvekili seçimlerinde aday listeleri genel başkanlar tarafından belirlendiği için onun üzerinde bir tartışma yaşanmıyor. Sadece Seçim Kanununda yapılan bir değişiklikle ittifakta küçük partilere avantaj sağlayan durum ortadan kaldırıldığı için Millet İttifakı altında seçime gitmeye hazırlanan muhalefet gurubunda müzakereler devam ediyor. Cumhur ittifakı seçim kanununda değişiklik yapan taraf olduğu için o gurupta bir sıkıntı göze çarpmıyor. Ancak Büyük Birlik Partisi seçim barajının %7 olmasına ve partilere hazine yardımı düzenlemesine açıkça itiraz etti. Bu itirazında da haklıydı. Her zaman söylediğimiz gibi Başkanlık sistemi yönetimde istikrar için şarttır ancak temsilde adaletin sağlanması da bir o kadar önemlidir. Bunun da yolu seçim barajının kaldırılmasıdır. Zira idare teklik, karar alma çeşitlilik ve çokluk ister, farklı fikirler ve görüşlere ihtiyaç duyar, sonuçta istişare ortak aklı harekete geçirir ve hatalı karar alma ihtimali azalır.
2023 yılı Haziran ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelecek olursak, bu hususta Cumhur İttifakı adaylarının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu önceden ilan etmişken Millet İttifakı henüz bir aday açıklaması yap(a)mamıştır. Her ne kadar kamuoyu araştırma şirketleri bazı isimler üzerinden “muhtemel aday” yoklamaları yapsalar da kesinleşmiş bir aday ismi bulunmamaktadır.
İstanbul Büyükşehir Beledi Başkanı seçildiği dönemde Ekrem İmamoğlu’na neredeyse muhalefetin cumhurbaşkanı adayı gibi bakılırken, belediyedeki düşük performansı, siyasi üslubu ve kısa sürede yaşadığı yıpranma sebebiyle geriye çekilirken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş öne çıkmaya başlamıştır. Ancak Mansur Yavaş’ın da başarılı bir belediye başkanı olduğunu söylemek mümkün değildir. Sadece daha az konuştuğu için daha az hata yapmaktadır. Yoksa seçim öncesi vaatlerinden hiçbirini gerçekleştirebilmiş değildir. Ankara’da halkın önemli bir kesimi aldatıldığını düşünmektedir. Kısaca Mansur Yavaş da o makama başarıları sebebiyle değil halkın AK Partiye ceza kesmesi sebebiyle gelmiştir. Her iki belediye başkanı da cumhurbaşkanlığı adaylığında geriye itilmektedir.
Peki, CHP’nin İzmir, Eskişehir ve Antalya gibi başka büyükşehir belediye başkanları da vardır. Neden Cumhurbaşkanlığı için onların adı geçmemektedir? Hâlbuki onlar öz CHP’lidir. İmamoğlu ve Yavaş gibi milliyetçi ve muhafazakâr geçmişleri de yoktur. Millet İttifakının en büyük ortağı ve belirleyicisi olan CHP’nin kendi öz evlatlarını aday göstermesi daha mâkul olmaz mı? Hayır! Bu hususta Kılıçdaroğlu gerçekçi davranmaktadır. Türkiye’deki seçmen profilini doğru okumak gerekir. O da Türkiye’de sol, sosyalist, Marksist, laiklikle yatıp kalkan kesim dâhil klasik CHP’nin oy oranı %25 civarındadır. Cumhurbaşkanı seçimi ise %50+1 gibi salt çoğunluğun oyunu mecbur etmektedir. Demek CHP’nin kendi oyu kadar daha bir oya ihtiyacı vardır. Nitekim İstanbul ve Ankara’da bu sebeple kendi “öz evlatlarıyla” değil, muhafazakâr kökü olan adaylarla seçime girmiş ve başarılı olmuştur. Aynı senaryoyu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de oynamaya çalışmaktadır. CHP’nin iç baskıları sebebiyle Kılıçdaroğlu aday olabilir ancak siyasetin gerçekliği dikkate alınırsa Millet İttifakı içinde ikinci bir aday zarureti ortaya çıkar. Kılıçdaroğlu kadar bu ikinci adayın kimliği de şimdilik müphemdir. Bu bilinmezlikler içinde acaba Millet İttifakı’nın adayı kim olacaktır?
Millet İttifakının 6 benzemezi adayın adını değil de evsafını tarifle iktifa etmektedirler ama adayın adını sır gibi saklamaktadırlar, gerekçe de adayın “yıpratılmaması” olarak gösterilmektedir. Bana göre Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı veya adaylarından birisi çok büyük bir ihtimalle Abdullah Gül’dür. İttifakta Abdullah Gül’e “hayır” diyecek tek ortak Meral Akşener iken o da kendisini müstakbel başbakan olarak ilan ettiğine göre 2018’de yaşanan pürüz giderilmiş olmaktadır. Hatırlanacak olursa 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül muhalefetin adaylık teklifini kabul etmiş, fakat mâlum sebeplerle bu adaylık gerçekleşememişti.
Abdullah Gül tecrübeli, milliyetçi ve muhafazakâr seçmenden oy alabilecek, mevcut belediye başkanlarıyla da mukayese edilemeyecek kadar artıları olan bir şahsiyettir. Buna kim, neden hayır desin? Kamuoyu yoklamalarının ne işe yaradığını Türkiye’de bilmeyen mi var? Bana göre Millet İttifakında son kertede de olsa mecburi istikamet Abdullah Gül’dür. Ancak karşısındaki de 20 yıldır ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan’dır. Belli ki çetin bir mücadele olacaktır.
Her ne kadar seçimlere bir yıl gibi siyasette tahmin yapmayı zorlaştıran uzun bir süre bulunuyor olsa da seçime ilişkin kanaatimi söylemeden yazıyı noktalamayacağım. Nasıl ki büyükşehir belediyelerinde başkanlıkları muhalefet, meclis çoğunluğunu ise iktidar yanlıları kazandı. Ülke çapında galiba bu işin tersi olacak. Cumhurbaşkanlığını Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis çoğunluğunu ise muhalefet kazanacak gibi görünmektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
TÜRKİYENİN EN ZOR YILI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Evet, 2022 yılı mali açıdan Türkiye’nin en zor yılı olarak anılacaktır. Tüm iktisadi göstergelerin dibe vurduğu bir zaman diliminin içindeyiz. Enflasyondan faiz oranlarına, câri açıktan dış borca, emtia fiyatlarına, çarşı pazardaki etiketlere varıncaya kadar hangi tarafa bakılsa içimizi karartan rakamlarla karşılaşmaktayız. Covid 19 pandemisi ile başlayan iktisadi daralma, Rusya-Ukrayna harbi ile başka bir safhaya evrildi. Son iki yılda üç tane Hazine ve Maliye Bakanı ve üç tane de Merkez Bankası Başkanı değişti ama durum iyiye gitmedi. Hazine ve Maliye Bakanı olarak tavzif edilen Berat Albayrak 28 ay, Lütfi Elvan 13 ay dayanabildi. Geleceğe yönelik ümitli konuşan Nureddin Nebati ise 4 ayını doldurdu ama işler iyiye gitmiyor. Enflasyon tırmandıkça tırmanıyor, döviz ve faiz oranları yükseliyor, emtia fiyatları adeta zıplayarak artıyor, dış borç yükü ağırlaşıyor. Bu duruma iktidarıyla, muhalefetiyle, meclisiyle, akademisiyle çare aranması gerekirken, iktidar umut dağıtıyor, 2023 seçimlerine göz diken muhalefet bloğu çözüm önermek yerine “hemen sandık” istiyor. İş dünyası parsa toplama peşinde, tüccar-esnaf her zamanki gibi fırsatçı ve “ağlak”, akademide iktisatçılardan sadra şifa bir fikir duyulmuyor, medya ise farfaracı, halkı bilgilendirme yerine kutuplaştırıcı halat oyunu ile “reyting” peşinde.
Tablo böyle ama bu işin mes’uliyetinin siyasi iktidarın üzerinde olduğu gerçeği değişmiyor. Evet, ABD liderliğindeki Batı blokunun Tayyip Erdoğan üzerinden ülkemize yaptığı tasallut, gezi hadisesi, PKK’nın çukur eylemleri ve çukura gömülme süreci, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile beraber Covid-19 salgını ve nihayet Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi iktisadi daralmayı netice veren ve tüm ülkeleri etkileyen bir kriz durumu var ama bu sefer kriz “teğet geçmemekte” hatta süpürerek geçmekte ve bu durum bizi daha çok sarsmaktadır.
Şimdi “Türkiye’nin en zor yılı” dedirten ahvali iktisadiyeyi daha iyi anlamak için bazı tablo ve grafiklere bir göz atalım. Tablo 1’de 2003-2021 yılları arası dünya ortalaması, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile Türkiye enflasyon oranları mukayeseli olarak görülmektedir.
Tablo 1: Türkiye ve Dünyada Enflasyon
Kaynak: IMF, TÜİK
2003 yılında %18 ile devralınan enflasyon kontrol altına alınarak tek haneli rakamlara indirilebilmiş fakat orada tutulamamıştır. Özellikle Ülkemize dört bir yandan çullanıldığı, terörün azdırıldığı, darbeye teşebbüs edildiği 2016 yılından itibaren enflasyonun çift haneli rakamlara yöneldiği, 2021 yılında da zirve yaptığı görülmektedir.
Enflasyonun fiyat endekslerine nasıl yansıdığını görmek için son 5 yıllık TÜFE ve ÜFE’deki değişime bakmak gerekmektedir. Tablo 2 incelendiğinde 2018’deki çıkış hâriç tutulursa 2017-2021 arası özellikle TÜFE’de bir sürdürülebilirlik dikkati çekmektedir. Ancak 2021 yılı sonunda ciddi bir sıçrama görülmekte ve 2022 yılı ise bu artış bir tufana dönüşmektedir.
Tablo 2: TÜFE ve ÜFE Yıllık Değişim Oranları (%) 2017-2022
Kaynak: TÜİK
TÜİK’e göre 2020 yılında enflasyon TÜFE’de %11,86 iken bir yıl sonra %61,14 olarak ilan edilmiştir. Bu oran bazı ekonomi çevrelerince gerçekçi bulunmamakta ve TÜFE’de enflasyonun %140 civarında olduğu iddia edilmektedir. Nitekim Ocak ayı sonunda TÜİK Başkanı Sait Erdal Dinçer ile iki yardımcısının da görevden alınması bu iddiaları güçlendirmektedir.
Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) değerlerine bakıldığında da benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde ÜFE değerleri üzerinden enflasyonun 2020 Mart ayında %8,50’den 2022 Mart ayına kadar %114,97 oranına çıktığı görülmektedir. Ekonomi çevrelerinde bu değere de itirazlar yükselmektedir. TÜİK’in üzerinde şaibe bulutlarının dolaşması Hükümetin şeffaflık ve hesap verebilirlik politikaları ile uyuşmamaktadır. TÜİK’e olan itimadın behemehâl sağlanması zaruridir. Her zaman olduğu gibi günümüzde de vatandaşın güveneceği yönetim, halkın yanıltılma şüphesi duymayacağı yönetimdir. Bu sebeple şüpheler bertaraf edilmelidir.
Ekonomik göstergelerde ikinci başlık yıllarca ülkemizin baş belası olmuş câri açık[1] meselesidir. Burada da dikkate alınması gereken artışlar yaşanmaktadır. Merkez Bankası Ocak ayı istatistiklerine bakıldığı zaman câri açığın geçen yıla göre 5,34 milyar dolar artarak 7,11 milyar dolar olarak gerçekleştiği görülmektedir. Türkiye’nin 12 aylık câri işlemler açığı 21,84 milyar dolar olmuştur. Yani ödemeler dengesi sıkıntılıdır.
Ekonomik göstergelerde üçüncü başlık döviz kurları ve özellikle Türk Lirasının ABD Doları karşısındaki durumudur. Zira Türk Lirasının alım gücü dolar karşısındaki durumuna bağlıdır ve halkın TL’den kaçışı ve ABD dolarına yönelmesi hayra alâmet değildir. Hatta birçok mefsedetin tetikleyicisidir. Hatta bir kısım paragöz esnafın fiyat etiketlerini keyfi katlamasında önemli bir rolü bulunmaktadır. Tablo 3’de de görüldüğü üzere 2018 yılında bir ABD Doları 4 TL iken 2021 yılı sonunda 17 TL’ye çıkmış, yoğun çabalara rağmen 2022 yılında ancak 15 TL civarında tutulabilmiştir.
Tablo 3: Türk Lirasının ABD Doları Karşısındaki Değeri (2018-2022)
Kaynak: https://tr.tradingview.com/symbols/USDTRY/
TL’deki erime 5 yılda 4 kat artmış, halk elindeki TL’yi ya altına veya dövize veya emlake çevirmeye başlamıştır. Bunu önlemek için Hükûmet dövize endeksli TL mevduat hesabı açılmasını teşvik etmiş ve döviz kurlarını birkaç puan aşağı çekmeyi başarmıştır ancak TL’ye dönüş için enflasyonun düşürülmesi, hayat pahalılığının önlenmesi, piyasadaki keyfi zamların ve fırsatçılığın engellenmesi ile fiyat istikrarının sağlanması gerekmektedir. Bu arada altı çizilmesi gereken husus ise Hükümetin, üretici ile tüketici arasındaki aracı denilen vurguncuları bir türlü ortadan kaldıramamasıdır. Özellikle tarımda sağlıklı kooperatifleşememek, soğuk hava depoları ile ulaşım zinciri kuramamaktan kaynaklanan sıkıntı, aracı-tefeci taifesinin meydan almasına yol açmaktadır. Üreten değil satan aracılar kazanmaktadır. Tarımdaki sıkıntı bakan değişimine yol açmıştır ama bakalım isabetli tarım stratejilerinin uygulanmasını sağlayacak mıdır?
Ekonomik göstergelerde dördüncü başlık dış borç meselesidir. Maalesef bu başlık altında da diğer göstergelerle paralel olarak borç yükü artmaktadır. Türkiye’nin toplam dış borç stoku 2002 sonunda yaklaşık 130 milyar dolardı ve dış borç GSYH’nin %54.4’üne tekabül ediyordu. 2022 yılı itibariyle dış borç toplamı 450 milyar dolara yükselmiş, dış borcun GSYH’ya oranı da %57 olmuştur. Tablo 4 incelendiğinde özel sektör ağırlıklı bir dış borç artışı dikkati çekmektedir.
Tablo 4: Yıllara Göre Toplam Brüt Dış Borç Stoku (Milyar $)
Kaynak: T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı
Diğer yandan kısa vadeli dış borçlarda da sıkıntılı bir durum yaşanmaktadır. 2022 Ocak sonu itibarıyla kısa vadeli dış borç stoku 173,7 milyar dolar seviyesine gelmiştir. Bu durum 2022 yılının iktisadi açıdan zorlu geçeceğinin bir başka işaretidir.
Son olarak da Gayrisafi Milli Hâsıla (GSMH) ile Mili Gelir durumuna bir göz atalım. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 3.608 dolar iken Tablo 5’te de görüldüğü üzere 2013 yılında 12.582 dolara yükseltilebilmişti. Bu Türkiye’de refah seviyesinin yaklaşık 4 kart arttığını ve hayat standardının yükseldiğini açıkça gösteriyordu. Buradan geriye dönüş olmamakla birlikte sonraki dönemde bu durumun korunamadığı da bir vakıadır.
Tablo 5: Kişi Başına Düşen GSYH (ABD $)
Kaynak: TÜİK
Diğer yandan ülke genelini alakadar eden GSYH rakamları da önemli göstergelerden birisini teşkil etmektedir. Vakıa Türkiye dünyada G20 olarak adlandırılan 20 büyük ekonomi içerisinde yer almaktadır ancak son dönemdeki döviz kuru artışları Türkiye’nin sırasını geriye itmektedir. Tablo 6’da Türkiye’nin 22. Sıraya gerilediği görülmektedir.
Tablo 6: Dünyanın En Büyük Ekonomileri GSYH Sıralaması-2022 (Trilyon $)
Kaynak: IMF
Her ne kadar satın alma gücü paritesi üzerinden yapılan sıralamada 2021 yılı değerleriyle Türkiye 11. Sırada gözükse de nominal dolar değerlemesinde dışarıda kalmaktadır. Bunun sebebi de doların normal olmayan bir tarzda değer kazanmasıdır. Bu normal olmayan tarz ülkemizin muhatap olduğu siyasi ablukaları ve iktisadi ambargolarla birlikte yarışta ben de varım diyen yeni ülkelerin varlığını da göstermektedir.
Sonuç, Türkiye’nin iktisadi açıdan en zor yılı olan 2022, siyasi açıdan bir dönüm noktası olan 2023 seçimlerinin akıbetini de büyük ölçüde tayin edecektir. Siyasi iktidar için zor bir imtihandır fakat Türkiye’nin aydınlık geleceği için bir mânia değildir. Türkiye güçlenerek yoluna devam edecektir.
[1] Câri işlemler dengesi olarak da tanımlanan câri denge, ödemeler dengesi bilançosunun dış ticaret, hizmet alım-satımları, yatırım gelirleri ve câri transfer dengelerinin toplamından meydana gelir. Bir ülkenin câri işlemlerden elde ettiği gelirler, câri işlemlere yapılan giderlerden daha büyükse bu durum câri fazla, daha küçükse câri açık olarak ifade edilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
R. TAYYİP ERDOĞAN’IN İBRESİ YÜKSELİYOR
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş, dünya siyasetinde öncelikleri değiştirdi. ABD liderliğindeki Batı ittifakı husumet önceliğini Rusya’ya çevirdi. Türkiye ikinci plânda kaldı. Hatta Batı ittifakı Türkiye ile müttefikliğini yeniden hatırladı, Rusya ile takıştırmaya yönelik taktikler denedi, sahte gülüşlerle hayırhahımız olduğuna dair işaretler verdi. Ama Türkiye Batı ittifakının kendisine biçtiği rolü değil, kendi siyasi aklının gereğini yaparak “aktif tarafsızlık” stratejisini tercih etti. Savaşan her iki tarafın da komşusu olduğunu, binaenaleyh her iki tarafla da dostluğunu sürdüreceğini, savaşın durdurulması için gayret göstereceğini ifade etti. Barışın kaybedeni yoktur, “aslah tarik musalahadır” diyerek kamplaşmalarda tarafsız kaldı.
Türkiye’nin bu tavrı hem Rusya’dan hem de Ukrayna’dan destek gördü. Nitekim Rusya ve Ukrayna müzakere masasını 10 Mart 2022 tarihinde Antalya’da kurarken her iki ülkenin dışişleri bakanları müzakerelere Türkiye’nin de iştirakini talep ettiler. Bu gelişme adeta bundan sonra yapılacak müzakerelerin adresini de belli etmişti. Bu sebeple “Türkiye’ye minnet duyan” iki ülkenin 30 Mart 2022 tarihinde müzakere masasını İstanbul Dolmabahçe Sarayında kurması kimseyi şaşırtmadı.
Ama müzakerelerin başlangıcında Recep Tayyip Erdoğan’ın müzakerecilere hitabının Rus ve Ukrayna delegeleri tarafından ayakta alkışlanması epey bir sükse yaptı. Batı dünyasında kıskançlıkla izlenen bu durum Türkiye’de muhalefet cephesinde duygu karışıklığına sebep oldu. Hâdiseyi nasıl değerlendireceklerini bilemediler. Oysa mesele gayet basitti. Dışı eli, içi de içeriden bazılarını yakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iki kimliği vardı. Birincisi ve herkesi alâkadar eden en önemlisi Cumhurbaşkanı kimliğiydi ve o kimlikle Türkiye Cumhuriyeti’ni ve hepimizi temsil ediyordu. Alkışlar da Türkiye’nin cumhurbaşkanına idi. Bundan muhalif-muvafık herkesin memnun olması gerekirdi. Zira Türkiye doğru bir siyaset ve strateji takip ediyor, kendi siyasi aklını kullanıyordu. Çok şükür ki öyle yapıyordu. Elbette bu strateji, seçimle gelen ve milli iradeyi temsil eden siyasi iktidarın “ortak aklı” kullanmasının bir neticesi idi. Tayyip Erdoğan’ın ikinci kimliği ise temsil ettiği makamdan ayrı olarak özel şahsiyeti olup, hususi kimliğine muhabbet etmek veya etmemek bir tercih işiydi ve başka bir meseleydi.
Şu kadar var ki Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi kimliği ve temsil ettiği makam iç içe geçebilmektedir. Özellikle 2023 başkanlık seçimlerinde Cumhur İttifakı’nı temsilen yeniden aday olacağı önceden ilan edilmesi sebebiyle, ibresi yükselişe geçen Tayyip Erdoğan muhalefet cephesinde endişelere yol açmaktadır. Nitekim kamuoyu yoklamaları da bu yükselişi teyit etmektedir. Henüz cumhurbaşkanlığına aday çıkaramayan Millet İttifakı’nın işi biraz daha zorlaşmış gibi görünmektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
1915 ÇANAKKALE KÖPRÜSÜ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İstanbul Boğazından sonra Çanakkale Boğazına da pırlanta bir gerdanlık takıldı. İsmi, destanlaşan bir harbi, gırtlağımızı sıkmaya gelen düşmanların müthiş hezimetini çağrıştıran, renklerinden ayaklarına uzunluğundan genişliğine farklı farklı mânalar yüklenen “1915 Çanakkale Köprüsü” olarak konuldu. Dedem Korkut gelse, “soy soylasa, boy boylasa” idi adı yine aynı olurdu. Tarih derinliği ve şuuru olan bakış Çanakkale zaferinin 107 seneyi devriyesinde bize işte bunları söylüyor.
18 Mart 2017 tarihinde temeli atılan Çanakkale Köprüsü 18 Mart 2022’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hizmete açıldı. Köprü yapısı itibariyle birçok sembolleri de içerisinde barındırıyor. Lastik tekerlekli araçların geçebildiği köprünün orta açıklığı 2.023 m, toplam uzunluğu 3.563 m’dir. Bu orta açıklık uzunluğu ile köprü, dünyanın en uzun asma köprüsü unvanını ele geçirmiştir. Orta açıklığı cumhuriyetin 100. yılına atfen 2.023 metre olarak belirlenmiştir. Yan açıklıklar ve yaklaşım viyadüklerinin uzunluğu ile birlikte köprünün toplam uzunluğu 4.608 metredir. Köprünün kule yüksekliği 318 metre olup bu rakam 1915 Çanakkale Harbi’nin yapıldığı Mart ayının 18. Gününü sembolize etmektedir. Kulelerin üzerine Seyit Onbaşı‘nın savaş sırasında tek başına kaldırdığı top mermilerini temsilen 16 metre uzunluğunda mermi figürleri yerleştirilmiştir. Bununla köprünün toplam yüksekliği 334 metreye ulaşmıştır. Kulelerde Türk bayrağına atfen kırmızı ve beyaz renkler kullanılmıştır.
Dünyanın en değerli toprağını vatan yapan ve iki denizin kavşağındaki İstanbul’u payitaht eden ecdadımıza hayrul halef olan yeni nesiller elbette o şehrin boğazına inciden gerdanlıklar takacaklardı. Birinci köprü (Boğaziçi Köprüsü, daha sonra adı Şehitler Köprüsü oldu) Süleyman Demirel tarafından yaptırıldı ve 1973 yılında hizmete açıldı. Başta Bülent Ecevit olmak üzere sol çevrelerin “mutlu azınlığa köprü yapılıyor” muhalefeti unutuldu gitti. “Sel gider, kum kalır.”
İstanbul Boğazına ikinci köprü rahmetli Turgut Özal tarafından yaptırıldı. 29 Mayıs 1985’de temelleri atılan ve 3 Temmuz 1988 tarihinde hizmete açılan dünyanın en uzun 5. Köprüsünün adı “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” oldu. Boğaziçi köprüsüne karşı yapılan itirazların şiddeti, yaşanan mahcubiyetler sebebiyle olacak ki ikinci köprüde sönükleşmişti.
İstanbul Boğazına üçüncü köprü ise Recep Tayyip Erdoğan tarafından yaptırılmıştır. Asya ve Avrupa’yı üçüncü defa birleştirenYavuz Sultan Selim Köprüsü’nün temeli İstanbul’un fethinin 560. yıl dönümüne denk getirilerek 29 Mayıs 2013’te atılmıştır. Adını 9. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’den alan köprü, birçok özelliği bakımından Türkiye ve dünya mühendislik tarihi için büyük bir kilometre taşı olma niteliği taşımaktadır. Dünyanın en geniş köprüsü unvanını taşıyan Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 26 Ağustos 2016’da hizmete açılmıştır.
İstanbul Boğazı’nı denizin altından demiryolu ile geçen ve 2004 yılında temeli atılarak 2013 yılında hizmete açılan Marmaray Tüneli ile 2011 yılında temeli atılan ve 2016 yılında hizmete açılan Avrasya Tüneli de en az boğaz köprüleri kadar hayati önem taşımakla birlikte konu sınırlılığı açısından burada teferruat verilmemiştir.
Yukarıda arz edilen muhteşem tablo ve gür sedanın yanında sinek vızıltısı kabilinden bazı sesler de işitiliyor ki, bu sesleri ne zaman duysam işlerin yolunda gittiğinin işareti sayarım. Bu sadece bana ait bir kanaat da değildir, zira bu “sivrisinekleri” memleketimizde bilmeyen yoktur. Bu sivrisineklerin kim olduğunu merak edenler yakın dönem gazete arşivlerini tarayabilirler. Memlekette taş üstüne taş konulsa hemen birilerinin “alerjik reaksiyonları” nükseder. Peki, bunlar niye görmezden gelinmez denilemiyor, zira hak etmedikleri konumlarda bulunuyorlar ve temsil ettikleri makamlar önemsiz değil.
Sadece bir misal zikredip gerisini merak edenlere bırakmak istiyorum. Bugün de aynı yerde duran, hesap ve hendeseden ziyade iflah olmaz bir ideolojik körlükle mâlul, müzmin muhalif kimliğini koruyan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin 1968 yılında Boğaz Köprüsü yapılmaması için “Boğaz Köprüsü, Türkiye ve İstanbul’un başına gelen en büyük felakettir” diyerek dava açmasını unutmayalım. Bu oda daha yakınlarda da Kanal İstanbul projesinin yapılmaması için dava açmıştı. Bu dava açmayı hafife almamak gerekir zira yargıdaki yoldaşları ile vaktiyle gayet güzel paslaşırlar, memleket hayrına yapılan her işi oradan iptal ettirirlerdi. Eh, papaza her gün yahni yedirmiyorlar.
Üstelik bu güruhun ölçüsü batıdır. Ne varsa örnek alınacak şey batıdadır. Paris’i, Roma’yı, Londra’yı anlata anlata bitiremezler. Yollarını, hava limanlarını, köprülerini, ışıltılı meydanlarını vs. dillerinden düşürmezler. Ülke insanlarına “bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam” tiplemesi yapan ve adeta “haşere” gibi bakan bu müstağriplerin halka hizmet gibi bir duygularının olmasını beklemek de beyhudedir. Bu sebeple Avrupa’yı kıskandıran hava limanları, köprüler, yollar, hastanenler, üniversiteler onlar için hep müttehemdir. Hizmette gözleri yoktur ama isim takmaya pek meraklıdırlar. “o köprünün adı Yavuz Selim olmamalıdır, havalimanın adı Atatürk olsun” gibi kenardan müdahil olmayı da ihmal etmezler.
Sadede gelecek olursak, ülkemiz istikbale emin adımlarla ilerlemektedir. Yapılan her köprü, yol, tünel, açılan her hava limanı, inşa edilen her hastane, her üniversite, geliştirilen her iha, siha, tiha teknolojisi geleceğin Türkiye’sini kurmada bir önemli adımdır. Sadece eser değil, teknoloji terakümüdür, ümitsizliği öldüren ve ümidi takviye eden bir nefhadır, bedeviyetten medeniyete geçiştir, gerisi laf-u güzaftır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ANTALYA DİPLOMASİ FORUMUYLA CEMRE AKDENİZ’E DÜŞTÜ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Antalya Diplomasi Forumu 2021 yılında kurulmuş olmasına rağmen belki ihtiyacın âcilliğinden olacak, uluslararası alanda oldukça yoğun bir teveccühe mazhar olmuş ve kendisinden bahsettirmeyi hak etmiştir. Biz de bu yazımızda adeta “beşikteyken konuşmaya başlayan” Antalya Diplomasi Forumu’nun ne mânaya geldiği üzerinde duracağız.
İkincisi gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’la siyasi baharın müjdecisi olan cemre Akdeniz’de suya düşmüştür. Dışişleri Bakanlığı tarafından organize edilen ve 11-13 Mart 2022 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirilen diplomasi formu bir formdan öte mânalar taşımaktadır. Küresel siyasetin nabzı daha önce hep Batı merkezlerinde atar; siyaset, medya, iş veya akademik çevrelerden o toplantılara iştirak eden kişiler de bunu bir iftihar vesilesi sayarak onu kendileri için bir ayrıcalık olarak takdim ederlerdi. Batı politikalarının demokrasi, insan hakları, çevre vb. ambalajlarda pazarlandığı bu toplantılar zımnen Batı üstünlüğünün berdevam olduğu intibaını uyandırırdı.
İşte Antalya Diplomasi Forumu dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin müzakere edildiği merkezlere bir yenisini ekleyerek adres doğrulaması yaptı. Zira dünya siyasetinde öne çıkan meselelerin kısmı ekseri Türkiye coğrafyasının etrafında cereyan etmektedir. “Eski Dünya”nın kesişme noktasında yer alan Türkiye, enerji savaşlarından ticaret yollarına, medeniyetlerden dinlere kadar pek çok konuda tartışmaların kenarında veya uzağında değil tam da merkezinde yer almaktadır.
Nitekim Rusya’nın Ukrayna’yı işgal sürecindeki kutuplaşmada tarafsızlığını koruyan ve akıllı bir siyaset takip eden Türkiye, yanı-başındaki bu harpte aktif tarafsızlıkla barışın yanında olduğunu göstermiş ve her iki ülkenin de itimadını kazanmıştır. Müzakere için hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın Türkiye’yi tercih etmesi ve müzakereye Türk Dışişleri Bakanının da iştirak etmesini istemeleri yürütülen politikanın doğruluğunu göstermektedir.
Diğer taraftan Antalya Diplomasi Forumu pek çok farklı ülkelerden önemli sayıda siyasetçiyi, akademisyeni ve diplomatı da kendisine çekmiştir. Üç gün süren forumda önemli meseleler müzakere edilmiş, bunun yanında ikili görüşmeler yapılmıştır. Foruma iştirak analiz edildiğinde İslâm ülkelerinden ve Batı kibrinden rahatsız olan diğer ülkelerden daha fazla katılım olduğu, foruma kıskançlıkla bakan Batılı ülkelerden ise hem merak, hem de görüşlerini ifade için sınırlı sayıda iştirak olduğu görülmüştür.
İkinci Dünya Harbi galiplerinin kurguladığı dünya siyasetinin sürdürülemez olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış, iki kutuplu ve tek kutuplu dünya dayatmalarının beyhudeliği iyice anlaşılmıştır. Türkiye bir taraftan “Dünya Beşten Büyüktür” diyerek Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesini istemekte, diğer yandan da ihtilafların hallinde silah yerine diplomasi ve müzakere masasının daha isabetli olduğu fikrini savunmaktadır. Bu dostça yaklaşım gün geçtikçe daha fazla taraftar toplayacak ve belki de üçüncü Antalya Diplomasi Forumu ile cemre Türkiye’de toprağa düşecektir. Ancak devletlerde zamanın saatin akrebi gibi devletlere göre döndüğünü de unutmamak ve acûl olmamak gerekir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler