AK PARTİ HÜKÜMETİNİN 12. KALKINMA PLÂNI İLE ÇİZDİĞİ 2028 TÜRKİYE TABLOSU
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Türkiye’nin gelecek 5 yılını şekillendirecek 2024-2028 Kalkınma Plânı, 01 Kasım 2023 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer 32356 ncı sayısında yayımlanmıştır. Bilindiği üzere kalkınma plânları halkın tasvibiyle yetkilendirilen milli iradenin bir kararıdır. Nitekim 12. Kalkınma Plânı da TBMM’nin 31.10.2023 tarihli 15’inci Birleşiminde onaylanmıştır. Kalkınma plânları tüm kamu kurumları için emredici ve rehber hususiyetini haizdir. Diğer bakanlık ve kamu kurumlarının yapacakları stratejik plânlar için de bir üst belge mahiyetindedir. Binaenaleyh kalkınma plânları ülkemiz için 5 yıllık bir yol haritası mânasına gelmektedir. Her yol haritasının bir başlangıcı ve bir de ulaşmak istediği amacı vardır. Bu makalede 2024 yılına girerken hazırlanan 12. Kalkınma Plânının 2028 yılına gelindiğinde nasıl bir Türkiye tablosu ile karşılaşılacağının değerlendirilmesi yapılacaktır. Ancak yeni plânı incelenmeden evvel daha önce yapılan çalışmaları ve uygulanan kalkınma plânlarını kısaca gözden geçirmeye ihtiyaç vardır.
Kısa bir tarihi arka plân vermek gerekirse Türkiye’de ilk plân çalışmaları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nden davet edilen uzmanların rehberliğinde 1933 yılında 1. Beş Yıllık Sanayi Plânı ve 1936 yılında 2. Beş Yıllık Sanayi Plânı adıyla yapılmış ancak ikincisi uygulanamamıştır. Merkezi plâncı ekonomiler genellikle piyasa ekonomisinin olmadığı sosyalist ve komünist ülkelerde bulunmakta, mahalli ihtiyaçlar dikkate alınmadığı için de SSCB’de olduğu gibi iktisadi krize ve çöküşe yol açmaktadırlar. Bu örnek, plânlamanın kötü bir şey olduğu mânasına elbette gelmez. Ancak ülke plânlaması ile bölge ve şehir plânlamalarının birbirini tamamlayıcı ve destekleyici olması ve gerçeklere istinat etmesi gerekir. Aksi halde bölgeler arası gelişmişlik farkları, ülke bütünlüğünü hedef alan tahrikler başta gelmek üzere pek çok sıkıntılara dâyelik edecektir. Bölgeler arası gelişmişlik farklarını asgariye indirme ve halkın refah seviyesini yükseltme de teknokrat bir yapıya ihtiyaç olduğu düşüncesi ile kurulan Devlet Plânlama Teşkilatı (DPT), bu amacı gerçekleştirmekten ziyade sık sık değişen hükümetlerin birkaç düzine bakanlığında, bakanlığı tanımayan bakanlara danışman ve uzman temin etmenin ötesinde bir fonksiyon ifa edememeye başlamıştır. Yapılan kalkınma plânları da büyük oranda birbirinin kopyası mahiyetinde aynı amaçları tekrarlayan belgelere dönüşmüştür. Bunun misalleri çoktur. Bazı kalkınma plânlarında ise kendini tekrarlamanın ötesine geçildiği görülmektedir. Bir fikir vermek üzere 10. ve 11. Kalkınma plânlarının bazı hedefleri Tablo 1’de verilmektedir.
Tablo-1: 10. ve 11. Kalkınma Plânları
Temel Göstergeler | 10. Kalkınma Plânı (2014-2018) | 11. Kalkınma Plânı (2019-2023) |
GSYH | 2 Trilyon Dolar | 1.080 Trilyon Dolar |
Kişi başına gelir | 25 000 Dolar | 12.484 Dolar |
İhracat | 500 Milyar Dolar | 226.484 Milyar Dolar |
İşsizlik | %5 | %9,9 |
Enflasyon | %5’in altı | Tek haneli rakamlara indirme |
Kaynak: 10. ve 11. Kalkınma Plânları
Tablo incelendiğinde sanki 11. Plân ile 10. Plân başlıklarının yer değiştirdiği veya ters yazıldığı gibi bir intiba hâsıl olur. Zira 11. Kalkınma Plânında 10. Kalkınma Plânı hedefleri yarıya düşürülmüştür. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu acayip tablo Türkiye’de “ayağı yere basan” plânların yapılamadığının en açık göstergesidir.
Ne gam, günümüzde bu plân anlayışı kamu kurumlarının yaptığı stratejik plânlarda da sergilenmeye devam edilmektedir. Sektörel bazda yapılan bu stratejik plânlarda büyük oranda hayali hedefler ile vizyon ve misyon tanımlamaları yapılan, ancak Karamanlı Kâmi Mehmet Efendi’nin dediği gibi “Güle gûş etdiremez yok yere bülbül inler, Varak-ı mihr-i vefâyı kim okur, kim dinler?” fehvasınca bürokrasiye yük, çalışanlara eziyet, denetçilere belge sunmanın ötesinde bir mâna ifade etmeyen mebzul miktarda stratejik plânlara rastlanılmaktadır. Yani beş yıllık kalkınma plânlarının hedeflerini sektörel bazda gerçekleştirmekle mükellef stratejik plânlarda da aynı hatalar tekrarlanmaya devam edilmekte, yönetimleri strateji ile buluşturmak ise başka baharlara kalmaktadır.
Stratejik plânlardan bahsederken mesuliyetini müdrik idarecileri hariç tutarak, birtakım “gayretkeş” yöneticilerin yönettikleri birimlerde kanun yerine keyfi uygulamaları dayatmakta ısrar etmelerine de kısaca dokunmak gerekir. Hangi kurumların stratejik plân yapacakları kanunla belirlenmiştir. O kanunda değil okulların, ilçe ve il milli eğitim müdürlüklerinin bile stratejik plân yapma mecburiyetleri yoktur. Zira Devlet tüzel kişiliğine dâhil olarak onları da kapsayacak şekilde stratejik plân yapma yetkisi Milli Eğitim Bakanlığına verilmiştir. Stratejik plan yapma mecburiyetinden nüfusu 50.000’in altında olan belediyeler bile muaf tutulmuştur. Keza “hizmet yerinden yönetim kuruluşları” olan üniversiteler de stratejik plân yapmakla mükelleftirler. Fakat alanında uzman olsa bile idarede acemi bazı rektörler fakülte, enstitü, yüksekokullara, hatta bölümlere bile stratejik plân yapma dayatmasından bir türlü kendilerini alamamaktadırlar. Keyfi dayatmalarını kanun yerine koyan bu yönetici tipleri kanunu ihlâl ettiklerinin bile farkında olmadan narsist bir duyguyla kurumları amaçlarından saptırmakta ve insan kaynağını lüzumsuz işlerle meşgul etmektedirler. Ne hikmetse bunlara bir “dur” diyen veya hesap soran olmamaktadır. Eğer bu ifadeleri mübalağalı bulanlar varsa lütfedip en yakınlarındaki bir okula veya üniversiteye uğrayabilirler.
Bu girişten sonra 12. Kalkınma Plânının Türkiye’yi nereye taşımak istediğine dair hususu plân metni üzerinden incelemeye başlayalım. 12. Kalkınma Plânı aynı zamanda 2024-2053 yıllarını kapsayan uzun vadeli gelişmenin stratejisini de çizmektedir. Bu sebeple 261 sayfalık bir hacim tutan 12. Plânın ciddiyetle ele alınması gerekir.
Plânda 2053 yılında dünyada bugünkü gelişmiş ekonomilerin gerileyeceği, Asya ve Afrika ülkelerinin ağırlık kazanmasıyla çok kutuplu bir dünya kurulacağı, yapay zekâ, üç boyutlu baskı, makine öğrenmesi ve robotik teknolojilere dijital paraların eşik edeceği, yeşil ve dijital dönüşümle birlikte eğitim sisteminin de ona uygun olarak düzenleneceği, çevre dostu ve akıllı kentlerde temiz enerji kaynaklarının yaygınlaşacağı, dünya nüfusunun 10 milyara dayanacağı ve ağırlıklı olarak Asya ve Afrika’da kümeleneceği, gelişmiş ülkelerde 65 yaş üstü nüfusun %27,8’e çıkacağı tahmini yapılmaktadır.
2053 vizyonuna göre bu umumi manzarada Türkiye gıda ve enerjide arz güvenliği ile birlikte tabii kaynaklarının sürdürülebilirliğini sağlamış, yüksek katma değerli üretimiyle istikrarlı olarak büyüyen, cari işlem fazlası veren bir ülke olarak dünyada satın alma gücü paritesine göre ilk 5 büyük ekonomisinden biri olacaktır. Dünyanın en değerli 100 markasından en az 5 tanesi de Türkiye’nin olacaktır. İşsizlik oranının %5 civarında olacağı tahmini yapılan uzun vadeli stratejide dünyadaki en iyi 100 üniversite arasına ülkemizden en az 5 üniversitenin gireceği, Ar-Ge harcamalarının milli gelirdeki payının da %4 seviyesinde olacağı tahmini yapılmaktadır. Daha pek çok alanda 2053 vizyonunun ortaya konulduğu uzun vadeli strateji şüphesiz ki kuvvetli projeksiyonlardan ziyade tahmin ve temenniler üzerine inşa edilmiştir. Tablo 1’de görülen vahim hatalar ihtiyatı elden bırakmamanın -sükutu hayale uğramamak için- gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Zira dünyada gelişmelerin hızlandığı ve ani sıçramalara bile imkân olduğu gelecek 30 yıllık dönem için tahminlerde bulunmak cesaret gerektirir. Ancak teşvik ve motivasyon açısından 2053 vizyonu faydalı bile olabilir. Gelecek 5 yıl için ortaya konulan hedeflere ulaşılması şartıyla uzun vadeli strateji de inandırıcı olabilir. O halde şimdi 2028 yılı için ortaya konulan ana hedefleri gözden geçirelim.
Öncelikle plânın vizyonuna bakmak gerekir. Zira vizyon, gelecekle ilgili öngörü demektir. Yani 5 sene sonra “nerede olmak ve ne yapmak istiyoruz” sorularına cevap verir. Plânda tarif edilen vizyon; çevreye duyarlı, âfetlere dayanıklı, ileri teknolojiye dayalı, yüksek katma değer üreten, geliri âdil paylaşan, istikrarlı, güçlü ve müreffeh bir Türkiye’dir. Bu tarifte sayılan her bir maddenin tahakkukunu ölçecek göstergeler vardır. Ancak bu vizyonun tahakkuku için 5 sene beklememiz gerekmektedir. Her ne kadar yıllık programlarla gidişat hakkında değerlendirmeler yapılabilse de şimdilik hepsi için çok erkendir.
Tablo-2: Büyüme ve İstihdam Gerçekleşme ve 2028 Hedefleri
Kaynak: 12. Kalkınma Plânı s. 58.
Tablodaki temel göstergelerden GSYH, kişi başı milli gelir ve işsizlik rakamları 5 yıl sonrası için en önemli olanlarıdır. Türkiye’nin GSYH’sının 2028 yılı için cari değerde 1.589. trilyon dolar olacağı tahmin edilmektedir. Kişi başı gelirin ise ortalama 17.554 dolar ve satın alma gücü paritesine göre de 58.555 dolar olacağı tahmini yapılmaktadır. İstihdamın arttırılarak işsizliğin %7,5’e düşürüleceği ifade edilmektedir. Bu değerler Türkiye’nin dünyadaki gelişmiş ülke standartlarına erişeceği mânasına gelmektedir.
Diğer bir önemli gösterge de ithalat ve ihracat ve ödemeler dengesi rakamlarıdır. Tablo 3 incelendiğinde Türkiye’nin 2028 yılı ihracat rakamının 375,4 milyar dolara çıkacağı fakat ithalatta düşüşün istenilen seviyeye getirilemeyeceği, zira ihracatın ithalatla olan bağımlılığının etkisini devam ettireceği görülmektedir. Gerileyen uluslararası doğrudan yatırım girişinde ise artış beklenmektedir.
Tablo3: Ödemeler Dengesine İlişkin Hedefler
Kaynak: 12. Kalkınma Plânı s. 66.
Cari işlemler dengesinde oldukça iddialı bir tahmin yapılmakta 2028 yılında cari açığın 2,8 milyar dolara geriletileceği ve GSYH’ya oranının da %-02’ye düşürüleceği ifade edilmektedir. Ülke ekonomisinde son iki yılın en yıkıcı göstergesi olan enflasyonun da 5 yıl sonra %4,7’ye çekileceği kayıt altına alınmıştır. İnşallah bu tahminler gerçekçi bir projeksiyona dayanıyordur.
Bakılmadan geçilemeyecek diğer önemli bir gösterge de yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ihracatı içindeki payıdır. Adeta şeytanın bacağı olan bu göstergenin maalesef 5 yıl sonra da kırılamayacağı, ancak %3,7’den %5,5’e çıkarılacağı bu plânda görünmektedir. Türkiye’nin bu hususta hiç olmazsa Güney Kore seviyesine çıkması gerekir ki ihracatta arzu edilen seviyeye yaklaşsın ve ithalatı karşılama oranı yükselebilsin.
Bu kısa değerlendirme 12. Kalkınma Plânının temel birtakım göstergeleri ile sınırlı tutulmuştur. 12. Kalkınma Plânının sektörel bazda değerlendirilmesi ise bu makalenin çerçevesine sığmayacağı için meraklı ve ilgililerin doğrudan plânı incelemeleri tavsiye olunur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YUTKUNAN TUTUK BİR DEV; İSLÂM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLÂTI
Biri hakiki Siyonist Yahudi (Netenyahu), diğeri Siyonist Evangelist (Biden) birarada.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
7 Ekim 2023 tarihinde HAMAS’ın “el Aksa Tufanı” diye adlandırdığı İsrail saldırısı dünya gündemine Filistin’de yaşanan dayanılmaz Yahudi işgal ve baskısını getirmekle birlikte çoğu çocuk, kadın, yaşlı ve savunmasız 13.000’i mütecaviz Filistin halkının ölümü ile yerle bir edilen Gazze’yi de taşıdı. “Bir avuç” Yahudi’nin devasa Arap dünyası karşısında fütursuzca işlediği soykırım, etnik temizlik ve savaş suçu olarak tanımlanan alçak cinayetlerini işlemeye nasıl cesaret edebildiği sorularını da tekrar sordurdu. Dünün gaz odalarında can veren, fırınlarında yakılan Yahudilerinin bugün kendisine yapılanların beş beterini Filistinli Müslümanlara yapmada en ufak bir tereddüt göstermediğini ve dün kendisini Avrupa’dan işkencelerle kovanların bugün kendisine arka çıkmasındaki tezatta yatan gizli amacı da derhatır ettirdi.
Ama ne Filistin, ne Kudüs ve ne de Mescid-i Aksa Arap dünyası sınırlılığında değerlendirilebilir. Zira bir asır önce Osmanlı vilayetleri içinde huzurlu bir bölge olan Filistin, içindeki tüm mukaddes beldeleriyle İslâm Dünyası için bir “harem” bölgesidir. Hatta Ehli Kitap için de böyle olduğundan Osmanlı Devleti o bölgede kucaklayıcı bir anlayışla Müslümanlarla birlikte Hristiyan ve Yahudilerin de yaşamasına müsaade etmiştir. Şimdi ise Yahudiler Hristiyanlarla bir olup oradaki Müslümanları tehcire zorlamakta, direnenleri de yok etmeye çalışmaktadır.
Bu şer ittifakına karşı İslâm dünyasının tavrı acınacak bir vaziyettedir. Filistinlilerin haklarını en başta savunmakla mükellef olan devlet başkanı Mahmud Abbas’ın Gazze’ye bakışı şaşıdır. Sanki Gazze Filistin’in bir parçası değildir. Suudi Arabistan, Mısır başta olmak üzere diğer Arap ülkelerinin idarecileri de aynı umursamazlığın safında, sokaklarındaki insanların öfkelerini temsilden bile uzaktadırlar. Türkiye hariç sair İslâm ülkelerinden de cılız sesler yükselmekte, İskoçya, ispanya ve Brezilya hükümetlerinden yapılan sert tenkitler Müslüman halkların hissiyatıyla daha yakın durmaktadır.
Türkiye’nin Filistin hassasiyeti ise fiili bir müdahale dışında “elden gelen her şeyi” yapmak şeklinde tezahür etmektedir. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başta olmak üzere devletin tüm kademeleri Filistin’de uygulanan mezalimi bertaraf etmek için çalışmakta, özellikle İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden İsrail ve destekçilerine baskı yapmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Filistin’e denizden askeri bir yardım ve destek sağlama ihtimali dikkate alınarak ABD ve Birleşik Krallık Gazze önüne uçak gemileri ve kraliyet donanmasından oluşan bir bariyer çekmişlerdir. Karadan bir desteğin önü ise Suriye’nin hava sahasını koruyan Rusya tarafından kesilmiştir. ABD’nin muvazaalı rakibi Rusya Şam ve Haleb’i bombalayan İsrail savaş uçaklarına Suriye hava sahasını açmakta, herhangi bir müdahalede bulunmamakta fakat PYD/YPG gibi PKK uzantılarına Türkiye’nin müdahalesi mevzu bahs olunca hava savunma sistemi hemen harekete geçmektedir. Yani İsrail sadece ABD, Birleşik Krallık ve Fransa tarafından değil, güya onların rakibi olan Rusya tarafından da korunmaktadır. Hamas’ı kışkırtan İran ve onun Lübnan’daki Hizbullah gibi taşeron örgütleri ise “kuru-sıkı” tehdit dışında elle tutulur bir destek sağlamamaktadır.
Bu savunmanın gerisinde kendisini emniyete alan İsrail ise savunmasız, silahsız ve korumasız mâsum Filistin halkını imha etmeye çalışmaktadır. Bu Siyonist Yahudi-Hıristiyan dayanışması karşısında İslâm İşbirliği Teşkilatı ne yapmaktadır? Biraz da bu yutkunan tutuk devi teşrih masasına yatıralım.
1969 yılında Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde kurulan İslâm Konferansı Teşkilâtının amacı İslâm Dünyasının hak ve menfaatlerini korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmektir. Teşkilâtın adı 2011 yılında Astana’da yapılan 38. Dışişleri Bakanları Konseyi’nde İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) olarak değiştirilmiştir. İİT’nin toplam 57 üye ülkesi bulunmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de “Kıbrıs Türk Devleti” adıyla gözlemci ülke statüsündedir. Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyeye sahip olan İİT, maalesef siyasi, iktisadi ve askeri etki gücü olarak “kalıbının adamı” değildir. Başlık resminde olduğu gibi ayağından kırıp-atacağı zayıf bir bağla kayıt altına alınan dev, maalesef ki o müdara bağı koparmak için en ufak bir teşebbüste bulunmamakta, arada sırada çıkardığı homurtular ise kimseyi korkutmamaktadır.
İİT’deki yapı ve işleyişe gelince, teşkilatın en yetkili organı olan İslâm Zirvesi 3 yılda bir toplanmakta, ülkeler bu zirve toplantılarında Devlet Başkanı seviyesinde temsil edilmektedir. Diğer önemli bir yapı da zirvelerde belirlenen politikalar çerçevesinde kararlar almak ve uygulamaları izlemek maksadıyla yılda bir kere toplanan Dışişleri Bakanları Konferansıdır. Üçüncü organ ise İİT Parlamenterler Birliğidir. Bu organlarda resmi dil olarak Arapça yanında iki sömürgeci ülkenin dili olan İngilizce ve Fransızca kullanılmakta, ne hikmetse Türkçe bu Teşkilatta kendisine yer bulamamaktadır. Endonezya, Pakistan Bangladeş gibi büyük nüfusları olan ülkelerin dilleri de yoktur. Bu garip durum Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İİT’nin genel sekreterliğini yaptığı dönemde(2004-2014) bile düzeltilememiştir.
İİT’deki diğer organlara gelince Kudüs Komitesi, Enformasyon ve Kültürel İşler Daimi Komitesi, Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi ve Bilim ve Teknolojik İşbirliği Komitesi gibi daimi komiteler ile İcra Komitesi bulunmaktadır. Ayrıca Genel Sekreterlik yanında Uluslararası İslâmi Adalet Divanı, Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu, Daimi Temsilciler Komitesi ve diğer uzmanlık kuruluşları da mevcuttur.
İİT’nin web sayfası incelendiğinde adeta bir haber ajansı gibi çalıştığı, İslâm dünyasının meselelerini ele alışta en fazla” kınamalar” yaptığı, yer yer de durum tespiti seviyesini geçmeyen rapor ve basın açıklamalarına yer verdiği görülür. İİT’nin en dikkate değer belgesi 2016 yılında İstanbul’da düzenlenen 13. İslâm Zirvesinde son şekli verilen On Yıllık Eylem Programı (2016-2025)’dır.
Program incelendiğinde “siyasi irade, dayanışma ve ortak İslâmî eylem, ılımlılık ve İslâm’ın hoşgörü anlayışı, İslâm hukuku, İslâm fıkıh akademisi, terörizmle mücadele, İslâmofobi ile mücadele, insan hakları ve iyi yönetişim, Filistin ve işgal edilmiş Arap toprakları, çatışmaların önlenmesi ve çözümü, barışın tesisi, ekonomik işbirliği, İslâm Kalkınma Bankası’nın desteklenmesi, doğal âfetler karşısında sosyal dayanışma, Afrika’da yoksullukla mücadele, yükseköğretim, bilim ve teknoloji, İslâm dünyasında kadın, genç ve çocuk hakları ve aile, üye ülkeler arasında kültürel değişim” gibi kapsamlı bir iş yükü sayımı yapılmakla birlikte bu meselelerin halli için nasıl bir siyaset izleneceği belli değildir.
ABD liderliğindeki Batı ve Hıristiyan dünyanın diğer ülkelere yaptığı siyaset diktesinden veya en ufak bir menfaat ihlâlinde “iktisadi, ticari, askeri ve teknolojik yaptırımlara” sarılmasından her hangi bir ders alınmışa da benzememektedir. Bu silik yapıdan müessir siyasetler beklemenin hayalden öte bir değeri yoktur. Oysa İİT’nin elinde genç nüfus potansiyelinden, enerji kaynaklarına ve pazar imkânlarına kadar kullanabileceği pek çok kozu ve etkili silahı mevcuttur. Dünyada yaklaşık iki milyar Müslüman yaşamakta, dünya petrol ve gaz rezervlerinin yaklaşık %75’i İslâm ülkelerinin elinde bulunmaktadır. Bunun yanında dünyanın en fakir ülkeleri de İslâm dünyasında bulunmaktadır. Sadece İslâm’ın farz bir emri olan zekât müessesesi işletilse dünyada fakir İslâm ülkesinin kalmayacağı aşikârdır. On yıllık programa yazılan “yoksullukla mücadelenin” basit bir çözümü ortada iken, kurulduğu günden beri bunu bile beceremeyen bir Teşkilat zihinlerde kocaman bir yük olarak durmaktadır.
Peki, neden İİT’de böyle zavallı bir tablo vardır? Sorunun cevabı bu kısa makaleye sığmayacak kadar büyüktür. Ancak en can yakıcı olanları, bu ülkelerin yönetimleri ile halklarının aynı değerleri paylaşamaması, yöneticilerin kendilerini halklarından ziyade emperyalist güçlere borçlu hissetmeleridir. Bu ülkelerde insanların kendi değerleri değil emperyalist ülkelerin hukukları ve kuralları geçerli olmaktadır. Siyasi birliğin gücünden istifade edilememekte, ayrışan ve zayıf düşen ülkeler Batı tarafından kolayca sindirilebilmektedir. Tüm bu dertlere şifa için kurulan İİT; “Müminler birbirlerini sevmede, merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir uzvu rahatsızlandığında bu acıyı paylaşan bir bedene benzer (Buhari 27, Müslim 66).” Hadisinde tarif edilen bütünlüğe ve kıvama gelmedikçe Avrupa Birliği gibi bir dayanışma ortaya koyamayacaktır.
İşte tüm bu hikâyeyi Filistin’de yaşanan soykırım, etnik temizlik ve tehcire karşı Arap Birliği ve İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın kınama ve kuvvetli kınama ile sınırlı kalan tavrı ve tutumu özetlemektedir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
CUMHURİYETİN 100. YILI VEYA TÜRKLERİN EN UZUN FETRETİ
Resimler: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Bugün Türkiye’de ve dış temsilciliklerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş yıldönümü bayram olarak kutlanıyor. Bu makalede cumhuriyetin 100 yılı mercek altına alınarak ana başlıklar üzerinden bir muhasebesi yapılacaktır.
Öncelikle 29 Ekim 1923’de yoktan bir devlet kurulmamış, 1876 Kanun-u Esasi’nin eki olan 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun 1, 2, 4, 10, 11 ve 12. Maddelerinde değişiklik yapılarak var olan devletin tarzı idaresi saltanattan cumhuriyete çevrilmiştir. Birinci maddede yapılan bu değişiklikle “Hâkimiyet, bilâkayd-ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i hükûmeti, cumhuriyettir” hükmü getirilmiştir. Aynı gün Meclis’te bulunan 158 milletvekilinin oyu ile Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçilmiştir. Büyük Millet Meclisinde 287 milletvekili (bazı kaynaklarda 332) olmasına rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde neden vekillerin neredeyse yarısının Mecliste olmadığını okuyucuların nazarı dikkatine havale edelim.
İkinci olarak Türkiye Devleti tek partili bir cumhuriyete geçerek Lozan konferansına harbin galibi değil de adeta mağlubu gibi oturmuş, Musul ve Kerkük’ten maada Hatay’ı da elinden kaçırarak boğazlara bile hâkim olamamıştır. Ege adalarını (Gökçeada ve Bozcaada hariç) mağlup Yunanistan’a bırakmış, yakıp-yıktığı Anadolu şehir ve kasabalarının karşılığı olarak ödemesi gereken savaş tazminatını ödemekten de -zaten bizim olan Karaağaç ve çevresi- bize verilerek Yunanistan bu yükten kurtarılmıştır. İngiltere’nin el koyduğu iki savaş gemisinin parası İngilizlerden alınamadığı gibi 1845’ten Harbi Umuminin sonuna kadar olan Osmanlı Devleti’nin borçları o dönem “redd-i miras” iddiasındaki Türkiye’ye yıkılmıştır.
Üçüncü olarak üzerinde durulacak husus Cumhuriyet döneminin icraatlarıdır. Saltanatın yerine getirilen idare tarzı cumhuriyet olmuş ama bu cumhuriyet demokratik bir cumhuriyetten ziyade başlangıçta otoriter daha sonra ise totaliter bir cumhuriyet olmuştur. Halkın iradesi yok sayılmış, dini, örfü, hukuku, an’anesi, gelenekleri, kültürü hâsılı tüm değerleri “bizi medeniyetten alıkoyan köhne engeller” olarak görülüp, aşağılanmış ve yok edilmeye çalışılmıştır. Adeta Türkiye’den bir Fransa çıkarılmak, Türk milletinden de Fransızlara benzeyen bir halk icad edilmek için canhıraş bir çabaya girişilmiştir. Yapılan inkılapların teknolojiyle, fenle, bilimle bir alâkası yoktur. Alfabeden, eğitim sistemine, kılık kıyafetten, ölçü tartı âletlerine kadar el uzatılmadık saha bırakılmamış, özellikle dini hayat üzerinde çok ağır baskılar uygulanmıştır. Osmanlı devletinden devreden Dâr-ül Fünûn bile bu yıkımdan kurtarılamamış, İsviçreli Profesör Albert Malche’nin verdiği rapor doğrultusunda 1933’de yapılan “üniversite reformu” ile İstanbul Dâr-ül-Fünûnu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuş, inkılaplara yeterince destek vermeyen hocaların görevine son verilmiştir. Cumhuriyet döneminde ikinci üniversite ancak 1946 yılında kurulabilmiştir. Teknolojik gelişmeler ise ne gariptir ki engellenmeye çalışılmış, Nuri Killigilden Nuri Demirağ’a, Şâkir Zümre’den Vecihi Hürkuş’a kadar çok önemli müteşebbisler bertaraf edilerek, savunma sanayiinde kritik önemi haiz uçak, silah, cephane ve daha pek çok alanda ülkeyi ileriye taşıyacak teşebbüsler engellenmiştir. Aynı zihniyetin elinden 1961 yılında yapılan yerli otomobil “devrim” de kurtulamayacaktır[1].
İktisadi açıdan da memleket perişan vaziyettedir. Yokluk, kıtlık, fukaralık yetmiyormuş gibi İkinci Dünya Harbinde Türk halkı ekmeği karne ile alırken, dün gözümüzü oymaya çalışan Yunanistan’a Kızılay vasıtasıyla gemiler dolusu binlerce ton meccanen gıda yardımı yapılmaktadır[2].
Stalin’in Türkiye’yi tehdit etmesiyle başlayan arayışlar mevcut hükümeti “kerhen” çok partili hayatın kapısını açmaya zorlamış, 1946 “açık oy gizli tasnif” rezaleti 1950 yılında tekrarlanamamış ve CHP bir daha tek başına iktidara gelmemek üzere ülke yönetiminden kovulmuştur. Ancak 1950 yılında geçilen çok partili dönem diktatörlüğün sağladığı bedava hayat, makam, mansıp ve servet sahiplerini tedirgin etmiş, seçilmiş meclis ve hükümet ordu-CHP ittifakınca gerçekleştirilen bir darbe ile yıkılmış, başbakan Adnan Menderes’le birlikte Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi iki çok kıymetli bakanı da idam edilmiştir. Bununla da iktifa edilmeyerek yapılan bu alçaklık millete 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak dayatılmıştır. Bu eşkıyalar 1961 Anayasası ile kendilerini garantiye almakla kalmamış, Cumhuriyet Senatosu adıyla uydurulan ikinci meclise “temelli senatör” olarak demirbaş ettirilmiştir. Bundan sonra her 10 yılda bir çeşitli bahanelerle bu eşkıyalık sürdürülmüş, yeni anayasa yapılıp, yeni kanunlar çıkarılmış ve demokrasi vesayet altında tutulmaya çalışılmıştır.
Arada bir Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi başbakanlar ülkeyi geliştirecek hamleler yapsalar da bu, bir-iki dönemden öteye geçememiş, mevcut siyasi sistem sebebiyle istikrarlı hükümetler kurulamamıştır. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü milletin azmi ve mukavemetiyle kırılınca fetret devrinin tabutuna nihayet son çivi çakılabilmiştir.
Cumhuriyetin 100. yılında tablo budur. Türklerin en uzun fetret dönemi ancak 2016 yılında yaklaşık bir asır sonra hitama erdirilebilmiştir. Artık Türkiye bir trilyon dolarlık GSYH ile küresel güçlerin çok isteseler de üzerinde operasyon yapabileceği bir devlet olmanın çok ötesine geçmiştir. Türk Devletleri Teşkilâtı ile Türkiye gerçek birliğini kuracağı alana yönelmiş, şimdilik uykuda olan İslâm İşbirliği Teşkilâtı üyeliği ile de ileride tahakkuk edecek İttihad-ı İslâm’ın kaydını tutmaya başlamıştır. Teknoloji tekeli yavaş yavaş ellerinden çıkan ve gerilemeye başlayan ABD ve Batı, mevcut üstünlüklerini dünyanın çeşitli bölgelerinde terör devletleri veya çeteleri üzerinden fesat çıkararak acele ile kâra çevirme hamlelerine girişmiştir. 1950 yılında dünya gayrı safi hasılasının yarısını üreten ABD’nin bugünkü payı %18’e düşmüştür. “Zengin ihtiyar” pozisyonundaki Avrupa ise ABD olmasa kendini savunamaz bir haldedir. ABD liderliğindeki Batı’nın kurduğu düzen çökmeye başlamış, kurdukları sözde “uluslararası” teşkilatlar başta BM olmak üzere can çekişmektedir. Artık dünya bu “yükü” kaldıramamakta, Batı’nın siyasi, iktisadi, askeri ve hukuki sisteminden kurtulmak için yeni arayışlara girişmektedir.
İşte bu yol kavşağında yeni umut ışıkları doğmaktadır. Zira zaman doğru bir hat üzerine hareket etmediği, bilakis dünyanın hareketi gibi bir daire içinde döndüğü için dün yukarıda olanlar bugün aşağıya inmekte, aşağıda olanlar ise yukarıya çıkmaktadır. Her kışı bir bahar, her geceyi bir nehar takip ettiği gibi inşallah beşeriyetin de bir sabahı, bir baharı olacaktır. İslâm’ın hakikatleriyle ve Müslümanların dünya siyasetine ağırlığını koymasıyla beşeriyette de bir sulh dönemi olacak ve gerçek medeniyetin ne olduğunu bütün dünya inşallah görecektir.
[1] 1960 darbesi akabinde cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel’in talimatıyla Eskişehir Demiryolu Fabrikasında yaklaşık 200 mühendis ve işçi tarafından yapılan yerli “Devrim” otomobili, trenle Ankara’ya getirilirken deposuna sadece manevra yapacak kadar benzin konulmuş, Ankara’ya getirilince de benzin ikmali yapılmadan Cemal Gürsel’e teslim edilmiş, araba da bir müddet gittikten sonra yakıtı bitince durmuştur. Bunun üzerine dönemin gazeteleri müptezel manşetlerle otomobili alay konusu yapmışlardır. Daha da önemlisi dönemin siyasi iktidarı otomobilin üretimini engellemiş, böylece Koç-Ford ortaklığı ile 1959 yılında kurulan Otosan‘ın önündeki engel de kaldırılmıştır.
[2] Yunanistan’a Kızılay üzerinden yapılan yardımlar, 1940-1942 yılları arasında gemilerle sağlanmış, bunlardan Kurtuluş gemisi batıncaya kadar yardım taşımaya devam etmiş, 6. seferinde batınca yerini Tunç gemisi, o da batınca yerini 5 sefer daha yapacak Dumlupınar gemisi devralmıştır. Yapılan yardımların miktarı ve detayları için bkz. Bülent Bakar, (2008). Zor Zamanlarda İyi Komşuluk Örneği: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’den Yunanistan’a Yapılan Yardımlar, Atatürk Araştırmaları Dergisi, 24/71, s. 413-444.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
FAHİŞ FİYATLAR VE NARH TARTIŞMALARI
Kaynak: Gazete Haberleri
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Son 3 yıldır fiyatlarda görülen fahiş artışlar halkı mağdur etmekte, vatandaşlar devleti idare edenlerden tedbir almasını talep etmektedirler. Her nedense hükümet yetkilileri âzamî fiyat düzenlemeleri, taban fiyat ve sabit fiyat uygulamaları yaptığı, hatta konut kira artışını belirlemede tüfe değerlerini bile dikkate almadan haksız bir şekilde %25 sınırını getirerek resmen “narh” uyguladığı halde tarlada veya bahçede 3 liraya alınan bir meyve veya sebzenin marketlerde 30-40 liraya satılmasına, benzer şekilde sair ihtiyaç maddelerinde de keyfi olarak fahiş fiyat uygulamalarına ses çıkaramıyor. Çıkardığı sesleri de ne duyan ne de dikkate alan oluyor. Çarşı-pazarı denetleyecek, tröstleri, gizli tekelleşmeleri, ihtikârı, haksız kazancı ve halkı zarara uğratacak her türlü hareketi engelleyecek Ticaret Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Rekabet Kurumu ve mahalli seviyede belediyeler bulunmasına rağmen nasıl oluyor da marketler fahiş zamlarla milleti canından bezdirebiliyorlar? Bu sahipsizlik, bu başıboşluk, bu fiyat anarşi ve kargaşası serbest pazar ekonomisi mi, yoksa düpedüz bir soygun mu? Bu soruya Ticaret Bakanlığı yetkilileri “efendim takipteyiz, şu kadar ceza kestik, şu kadar denetim yaptık” diye cevap vererek kurtulamazlar. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere son 3 yıldaki fiyat artışları çok âcil tedbirlerin alınmasını zaruri kılmaktadır.
Tablo 1: Tüketici Fiyat Endeksi 2002-2023
Kaynak: TÜİK.
Öncelikle şu an Türkiye’de sağlıklı bir serbest pazar ekonomisi değil, denetimsiz ve fırsatçı bir piyasa ekonomisi uygulanmakta, bu durum yetkililerce de itiraf edilmekte ancak bunun önü alınamamaktadır. Devlet idaresini zaafa düşüren önemli unsurlardan birisi hizmet açığı, diğeri de güven açığıdır. Bu açıkların da bir maliyeti vardır. Mesela eğer adalette güven açığı olursa bu topluma mafya yapılanmaları olarak döner. Eğer vergilendirmede adalet olmazsa bu da kayıt dışı ekonomi olarak parazitlerin çoğalmasını sağlar. Keza hizmet açıkları da rüşvet ve sû-i istimallerin kapısını aralar. Devletin kimliği adalettir. Bu sebeple devlet idaresi bu tip zaaflara asla pirim vermemelidir.
Son zamanlarda piyasalardaki bu başıboşluk, keyfi fiyat artışları, aşırı para kazanma hırsına kapılan piyasanın kontrolsüzlüğü “acaba Osmanlı Devleti fahiş fiyat artışlarını nasıl kontrol ediyordu?” sorusunun sorulmasına yol açmakta bu hususta tartışmalar yapılmakta, lehte ve aleyhte görüşler serdedilmektedir. İşte bu makalede Osmanlı Devleti’nin piyasa denetim mekanizması olan narh ele alınıp incelenecektir.
Evvela Osmanlı Devletinde padişahlar varisi olduğu Selçuklu ve daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi halka Allah’ın bir emaneti olarak bakmışlar, tebaanın her türlü zulüm ve mefsedetten hıfzı için, padişahtan kazadaki kadılara kadar her seviyede hassasiyetle hareket etmişlerdir. Bu anlayışın neticesi olarak halkın ihtiyaçlarının karşılanmasında karaborsacılık, ihtikâr, tağşiş, fahiş fiyat ve benzeri her türlü haksız kazanç yollarını kapamışlardır. Sadece kapamakla kalmamışlar tebdili kıyafetlerle çarşı-pazar denetimlerinden de geri kalmamışlardır. Nizamlara uymayanlara ise dükkânları önünde falakaya yatırılmaktan başlayıp hapis ve ıslah-ı nefs edinceye kadar şehir dışına sürülmeye kadar çeşitli cezalar uygulanmıştır. Narhla ilgili fermanlar, kânunnâmeler ile uygulamalara ilişkin narh defterleri günümüze kadar gelmiş olup bu hususta geniş bir neşriyat da bulunmaktadır.
İkinci olarak Osmanlı Devletinde iktisadi sistemin ne olduğu sorusuna cevap vermek gerekmektedir. Esasen bu soru, o ve ondan önceki dönemlerde kurulmuş olan bütün İslâm devletleri için de câridir. Devlet-i Âliye-i Osmaniye şer’i hukukla idare edilen bir devlet olduğu için iktisadi sistemi de alışverişin karşılıklı rızaya dayanması esası üzerine bina edilmiştir. Alış-verişi tanzim eden âyet ve hadislerden istihraç edilen hükümler doğrultusunda serbest piyasa mekanizması ortaya çıkmıştır. Bu sebepledir ki arz ve talebin piyasada dengelendiği ve karşılıklı rızaya dayanan alışverişin olduğu Asr-ı Saadet ve Hulefa-yı-ı Râşidin dönemlerinde fiyatlara müdahale edilmemiştir. Alış-verişlerdeki pazarlık ise bir piyasa dengeleme mekanizmasıdır. Burada unutulmaması gereken husus Batılı ülkelerin serbest piyasa ekonomisinin kapitalist sisteme dayandığı, binaen aleyh İslâm iktisadi sistemi ile aynı olmadığı hususudur.
Üçüncüsü ise İslâm iktisadında serbest piyasa anlayışı olduğu, yani fiyatlara müdahale edilmediği halde Osmanlı Devletinin neden “narh” sistemi[1] ile piyasalara müdahale ettiği hususudur. Bu soruya verilen cevapların başında, dinin içtihada kapalı olan esasâtı ve nasları ile ilcaatı zamana göre içtihat yapılmaya müsait olan füruatın ayrı olduğu hususu gelmektedir. Piyasaların denetlenmesi de füruat kabilindendir. Yani piyasanın denetlenmesinde ilcaatı zamanın gerektirdiği düzenlemeler üzerine içtihat yapılabilir. Nitekim Osmanlı ulemasından Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, devletin alış-verişte ahalinin hukukunu korumak için piyasayı denetleme vazifesi olduğunu, bu sebeple narh koyabileceğini, ayrıca narha uymayanları da cezalandırması gerektiği hususunda fetva vermiştir. Bulundukları mahallin hem belediye başkanı hem de hukuk sorumlusu olan kadılar da narhın tespiti için teşkil edilen heyetlere başkanlık etmişler, alınan kararların uygulamasını da sürekli denetlemişlerdir[2].
Narha bir örnek olarak 1563 tarihli bir ihtisap kanunnamesindeki; “Muhtesip olan kimsenin kadı vasıtasıyla 10’a 14 üzeri narh vermesini, o yerin ayan ve ihtiyarlarından ve emekçilerinden kimselerle hesabı yapıp ona göre 10’a 14 (%40) kârla narhın tespit edilmesi” hükmü verilebilir.[3] Şüphesiz kâr oranı her şeyde %40 değildir. Ancak kânunnâmeler ve narh defterleri incelendiğinde kârla ilgili oranın bu civarda olduğu da görülmektedir.
Keza Osmanlı devlet ricali de narha örfî hukuk çerçevesinde bakmış ve gerekli görmüşlerdir. Bu hususta Lütfi Paşa, Hezarfen Hüseyin Efendi, Müverrih Ali ve Sarı Mehmet Paşa gibi padişahlara görüş sunan önemli devlet adamları narhın gerekliliği üzerinde durmuşlar, ihlâllerde cezaî müeyyidelerin aksatılmadan uygulanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Koçi Bey ise Padişaha takdim ettiği bir arizada narhla ilgili epey bir teferruat vermiştir.[4] Osmanlı Devletinde narh uygulaması 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiş, Mecelle müstesna Batıdan anayasa ve kanun devşirmeleri başlayınca narh sistemi de uygulamadan kaldırılmıştır.
Son olarak da ülkemizdeki duruma bir göz atalım. Özellikle son 3 yıldır herkesin şahit olduğu azgın ve kontrolsüz bir fahiş fiyat uygulaması yaşanmaktadır. Misal olarak meyve ve sebze fiyatlarında bir taraftan çiftçiyi diğer taraftan da dar gelirli vatandaşları mağdur eden bir “aracı-tefeci, kabzımal, zincir market ağaları, vb” kesiminin –sanki tüm girdi fiyatları ondan ibaretmiş gibi- “akaryakıta zam geldi, elektriğe zam geldi, asgari ücret arttırıldı, filan oldu, falan oldu” gibi türlü bahanelerle sürekli zam yapmaları vakayı âdiyeden sayılmaya başlanmıştır.
Meselenin ilgili taraflarından Türkiye Ziraat Odası Yönetim Kurulu üyesi Yunus Kılınç; “Tarla ile market arasındaki fiyat farkı 10 kata çıktı, tarlada 5, markette 30 oluyor, tam 6 kat fazla para veriyoruz, mandalina tarlada 3, markette 30 TL oluyor” diye şikâyette bulunuyor. Gazete ve televizyonlar her gün bu haberlerle dolup, taşıyor. Sadece meyve ve sebze fiyatları değil pek çok ihtiyaç maddesinde aynı durum yaşanıyor5. Mesela peynir, zeytin, yağ ve et fiyatlarına bakıldığında da benzer durumlar görülecektir. Ticaret bakanı fahiş zamcıların üzerine mücbir tedbirlerle gitmek yerine neredeyse rica-minnet kabilinden destek talebinde bulunuyor. Kiraya narh koyan hükümet tarladan 3 liraya alınıp markette 30 liraya satılan mala narh koyamıyor. Osmanlı Devleti kâr oranlarında 10’a 14 diyerek %40’lık bir kazanç oranı tespit etmişken günümüz esnafının % kaçlık bir kâr oranıyla mal sattığı mukayese edilirse nasıl bir soygun mekanizmasının çalışmakta olduğu açıkça anlaşılır. Bu soygunu kimse “serbest piyasa ekonomisi” ile veya enflasyonu bahane ederek savunmaya çalışmasın. Eğer Osmanlı Devleti’nin muhtesip ağası günümüz çarşı pazarını gezseydi, zincir marketlerine girseydi ne cezalar takdir ederdi, tahayyül ediniz.
Sözün özü, hükümet yetkililerinden halkın talebi; keyfi fiyat artışlarını önlemeleri, vatandaşları da üreticileri de mağdur etmeyecek tedbirleri almaları, bununla ilgili eğer ihtiyaç varsa hukuki düzenlemelere gitmeleri, cezaları arttırmaları, denetim hususunu sürekli hale getirmeleri ve bunu bir an önce yapmalarıdır.
[1] Narh bir mal veya hizmet için kadı riyasetinde teşkil olunan ve tüm ilgili tarafların iştirakiyle yapılan fiyat tespiti işidir.
[2] Narhı kadı riyasetinde, müftü, muhtesip ağa, esnaf temsilcileri, yiğitbaşı, kethüda ve halkın temsilcilerinden müteşekkil bir meclis koyardı.
[3] Bkz. İlber Ortaylı (1976). Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine, Amme İdaresi Dergisi, 5/1, Ankara, s. 102-106.
[4] Bkz. Gonca Başer (2009). Osmanlılarda Üretim-Tüketim İlişkilerinde Adaletin Devlet Eliyle Tanzimi; “Narh Uygulaması”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE, Tarih Anabilim Dalı, Konya.
[5] Damacana suyun maliyeti sadece ambalaj ve nakliye iken, 1 yılda %160 zam yapılmasını keyfilik ve fahiş fiyat dışında hiçbir gerekçe ile açıklamak kabil değildir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
İSRAİL’İN GAZZE VAHŞETİ BATININ MASKESİNİ DÜŞÜRDÜ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Günlüklerinde hep yaptığı zulüm, nifak ve şerlerle gündeme gelen İsrail yine dünya gündeminin baş sıralarına oturmuş durumdadır. ABD ve şürekâsının hibrit savaşlar için kullandığı terörist guruplardan bir gömlek yukarıda olan yani devlet formatı ile arz-ı endam eden, Yunan ve Ermenilerden sonra üçlü sacayağının tamamlayıcısı olan terörist İsrail bu sefer eline geçirdiği “Hamas saldırısı” kozunu da kullanarak Filistin’e en ağır ve son darbeyi indirmenin keyif ve heyecanı içinde gözükmektedir. İsrail’i her ihtimale karşı emniyete almak ve muhtemel müdahillere gözdağı vermek için ABD nükleer yakıtla çalışan tam donanımlı Ford uçak gemisini İsrail’e gönderdi[1]. İngiltere’de savaş gemisi gönderme kararı aldı. Bu tedbirlere bakılırsa İsrail sanki büyük bir devletle savaşıyor veya savaşmak üzere gibi bir mâna çıkmaktadır. Gerçekte ise İsrail’in saldırdığı hasım, mazlum ve savunmasız Filistin halkıdır. Gazze şeridinde Açıkhava hapishanesinden beter hale getirilen, dar bir mekânda yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan iki milyonu mütecaviz, elektriği ve suyu kesilmiş, açlığa mahkûm edilmiş, hastasıyla, yaşlısıyla, kadın ve çocuklarıyla biraz da bazı akılsız yöneticileriyle sahipsiz bir halktır mevzu bahs olan.
Bu kıyası gayri kabil tabloda görünen tek gerçek Batı’nın tüm maskelerini atması ve vahşi kimliğini pervasız bir şekilde sergilemesidir. O kadar ki İsrail’in işlediği tüm vahşetler Batı medyası tarafından kara propaganda çarkları ile Hamas yapıyor gibi gösterilebilmektedir. Çok şükür ki Türkiye bu propagandaları deşifre etmekte ve bu alçak propagandayı yüzlerine çarpmaktadır. Sivil halka yapılan katliamlar, hastahane ve okulların bile vurulması, fosfor bombalarının kullanılması açık bir savaş suçu iken, İsrail’e hâmilik eden ABD ve İngiltere başta olmak üzere tümbatı medyası tarafından meşrulaştırılmak için “bin dereden su” getirilmektedir.
Mesele serinkanlılıkla tahlil edildiğinde dün, bugün ve yarın için görülmesi muhtemel olan şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Öncelikle “zillet ve meskenet” damgası yiyerek birkaç kere dünyaya dağıtılan, son darbeyi de miladi 70 yılında Roma İmparatoru Titus’un elinden yiyerek köleleştirilen ve Filistin’den uzaklaştırılan Yahudilerin tek huzurlu dönemleri Endülüs ve Osmanlı gibi İslâm devletlerinin hâkimiyet ve himayelerinde yaşadıkları dönemler olmuştur. Hıristiyanlar tarafından hep aşağılanan, şehir çeperlerinde kale dışında hârici saldırılara açık “gettolarda” yaşamaya mahkûm edilen ve nihayet Almanya’da gaz odalarında imha edilen veya fırınlarda yakılan Yahudiler ne oldu da Batı’nın en gözde halklarından birisi haline gelebildi? Neden ABD gibi küresel bir güç uluslararası siyasetini İsrail’e ve Yahudi menfaatlerine bağımlı hale getirdi? Neden Yahudi muhafızlığı üzerinden tüm İslâm dünyasını karşısına aldı? Neden Avrupa dün en hakir gördüğü ve varlığına tahammül edemediği Yahudileri “el üstünde tutmaya” başladı?
Bu soruların muhtemel cevaplarından birisi Yahudi muhabbetinden ziyade Müslümanların dünya siyasetinde söz sahibi olmasını geciktirmede İsrail’in elverişli bir aparat olma kabiliyetidir. Muhtemel ikinci cevabı ABD’deki hâris siyasetçilerin Yahudi sermayesi tarafından kolayca satın alınabilmesi, Yahudi lobilerinin müessiriyeti, Protestan Evanjelistlerle Yahudiler arasındaki hulûs birliğinde aramak icabeder. Üçüncü muhtemel cevap ise ABD’nin kaos siyaseti olup, ülkelere doğrudan veya dolaylı olarak yaptıkları müdahaleleri, çıkardığı iç savaşları, desteklediği terör örgütleri üzerinden silah satmak, enerji kaynakları başta olmak üzere ülkelerin yer altı zenginliklerini sömürmek, darbeler vasıtasıyla kukla yöneticileri işbaşına getirmek, kendi kurduğu güya “uluslararası kuruluşlar” üzerinden siyasetini devam ettirmektir. Bu çark böyle döndükçe ABD, Vietnam’dan günümüze kadar yaşadığı tüm başarısızlıkları –toplam gelirlerine bakarak- “kâr” hanesine yazmaya devam edecektir.
Meselenin diğer cihetinde ise İslâm dünyasının siyasi ve iktisadi birlikten uzak olması, parçalanmış hali, kendi içinde muhabbetten ziyade husumete pirim vermesi, ülkelerin başında da genellikle halkın oyuyla seçilmiş “milli irade” temsiliyetini haiz yöneticiler yerine küresel güçlere diyet borcu olan veya korkan veya korkutulan, şahsi menfaatlerini millet menfaatinin önünde tutan yöneticilerin bulunması ve teknolojik gerilik gibi pek çok husus sayılabilir.
Bu tablonun küçük bir misali Filistin örneğinde yaşanmaktadır. “Filistin Devleti”nin başkanı olarak kabul edilen Mahmud Abbas’ın El Fetih ve Batı Şeria sınırlılığı ile Gazze’deki Hamas’ın ayrılığı, hatta Hamas’ın siyasi liderliği ile Hizbullah’la el altından işbirliği yapan Hamas’ın askeri kanadı arasındaki ayrılıklar, hârici yardımları kendi refahı için kullanmaktan çekinmeyen bazı Filistin yöneticilerinin varlığı[2] meseleye kâfi miktarda ayna tutmaktadır.
Mevcut tabloya bakıldığında zahiren Hamas’tan “ağır bir darbe” yemiş olan İsrail bu durumu fırsata çevirmeye başlamış, fütursuz, kontrolsüz ve hatta İsrail savunma bakanının -ki muhtemelen aynaya bakarak konuşuyordur- “insanımsı hayvanlar” olarak gördüğünü söylemekten çekinmediği Filistinliler için bir yok etme harekâtı başlatılmıştır. İsrail bir taşla beş kuşu birden vurmak istemektedir. Sınırsız Batı desteğini arkasına alan İsrail’in amacı Gazze’yi ilhak etmek, Filistin’e ait olan Akdeniz şeridindeki zengin gaz yataklarına el koymak, Filistin halkını göçe zorlamak, Yahudilere yeni işgal alanları açmak, eğer ayyuka çıkan zulmüne batı Şeria’dan karşılık gelirse bu durumu da değerlendirerek Filistin işgalini tamamlamak, son olarak da Filistin’in mukavemet gücünü sıfırlamaktır.
Bu hâdise nasıl sonuçlanır? Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının Sözcüsü Ebu Ubeyde, Filistinlileri ‘kararlı olmaya’ ve İsrail’in tehcir tehdidini reddetmeye çağırmıştır. Bu çağırı Filistin halkında ne kadar mâkes bulacaktır? Veya elektriği, suyu, ekmeği kesilen, hastahaneleri bile bombalanan Filistin halkı buna ne kadar süre mukavemet edebilecektir? Hamas askeri kanadının “esir takası” işe yarayabilecek midir? Diğer taraftan Filistin halkına insani yardım için harekete geçen ve “arabuluculuk” çağırıları yapan Türkiye meseleye ne kadar müdahil olabilecek, Mısır başta olmak üzere Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri İsrail’e baskı yapabilecekler midir? Veya durumun daha kötüye gitme ihtimali ile menfaatleri haleldar olabilecek efendileri İsrail’e dur diyebilecek midir? Tüm bunlar ileride görülecektir. Ancak sonuçta İbn Haldun’un “asabiyet teorisi” burada da çalışacak, esaret zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan Filistinliler ortalama aylık geliri 40.000 Doları bulan Yahudileri mağlup edecektir. Yani er-geç İsrail’i ya bizzat Yahudiler, ya da Filistin gençleri yenecektir. Unutmayalımki Yahudiler savaşçı bir halk değil, tüccar bir millettir. Tüm dünyada bilinen sıfatları mücevherciliktir. Filistinliler ise muharip bir milletttir. Bu tarihi gerçekliğin tekerrürü pek şaşırtıcı olmayacaktır. Kimbilir çok güvendikleri demir kubbelerini ahşap çatıya dönüştürecek çalışmalar bir yerlerde yapılıyor da olabilir. Teknolojik üstünlük ortadan kalktıktan sonra İsrailin torunlarını borçlandırdığı zulümün ödeme takvimi çok daha zor ve çetin olacaktır.
Son olarak buradan Filistin yöneticilerine de bir tavsiyemiz olacaktır. O da Filistin’i kendi siyasetleri için kullanmaya çalışan İran’la değil, ta Yavuz Sultan Selim’den beri kendi siyasetini Filistin’in menfaatleriyle eş tutan Türkiye ile birlikte yol yürümesidir.
[1] Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, ABD’nin İsrail’e destek için uçak gemisi göndermesinden Türkiye’nin rahatsızlığını ifade ile “Ne işin var senin orada” diye sordu. Belli ki Suriye’de ABD’nin bir sihamızı düşürmesi, Türkiye’nin Suriye’de ABD güvenliğine tehdit oluşturduğunu iddia etmesi, Türkiye’nin ABD’yi açık bir tehdit unsuru olarak gördüğünü göstermektedir.
[2] Filistin halkına yapılan yardımları şahsi menfaatleri için kullanan bazı yöneticilerin varlığı bugün bile gündemden düşmemektedir. Yaser Arafat’ın şüpheli ölümünden sonra Paris’e yerleşen ve Filistin’e bir daha ayak basmayan Hristiyan asıllı eşi Suha Daoud Tawil’in milyonlarca dolarlık serveti de yolsuzluklar hususunda alâ meratibihim bir fikir verebilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KABINA SIĞDIRILAMAYAN BİR DEĞER; DEMOKRASİ
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Zihni hazırlama bâbında mukaddem olarak söylemek gerekirse kelime ve kavramlar zaman içerisinde yeni mânalar yüklenerek zenginleşebilir, hatta ilk kullanıldığı mânayı aşarak farklılaşabilirler. Bu durum bazen bazı sosyolojik etkileşim ve dönüşümler sebebiyle tabii bir seyir içinde olurken bazen de haber ve propaganda kaynaklarına hükmedenlerin siyasi çarpıtmaları ile meydana gelir. Bir kavramı kabından taşırarak farklı mânalar yüklemenin tarihte en bilinen misalini Bâtıniler ve Hurufîlerde görmek mümkündür. Bu sebepledir ki bu mezhep veya tarikatlar ehl-i sünnet anlayışında istikametten ve sırat-ı müstakimden sapma olarak değerlendirilmiştir. Tıpkı kavram daraltması yapan ehl-i zahir ve tekfirci Vahhabiliğin tefriti gibi. Hâsılı ifrat ve tefrit, istikamet ve vasatı zehirleyen iki aşırı uç olarak görülmüş, tavsif ve tarifin her zaman “ağyarını mâni, efradını câmi” olmasına itina gösterilmiştir.
Mevzuumuza dönecek olursak bu asrın çarşısında en rağbet gören, alınıp satılan malın “demokrasi” olduğunu görürüz. Demokrasi kavramını kullananları üç gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup müfritler yani demokrasiyi kendi amaçları doğrultusunda eğip-büken, ulviyet isnadı ile adeta putlaştıran ve o puta saygı göstermeyenleri teçhil ve tahkir eden, zaten demokrasi ağacının “batı” ikliminden maada başka yerde yeşermeyeceğini ilan ile öğünen Batılılardır. Sömürge döneminde nasıl işgal ettikleri ülkelere “medeniyet” götürdüklerini iddia etmişlerse yeni sömürü döneminde de açık veya örtülü işgal ettikleri ülkelere “demokrasi” götürdüklerini iddia etmektedirler. Onlara göre demokrasi “genel ve eşit oy hakkına dayalı, hür ve rekabetçi bir vasatta, yargı denetimi altında, gizli oy-açık tasnif kaidesine göre halkın kendi yöneticilerini belirli zaman dilimleri için seçtiği, denetlediği ve değiştirebildiği” bir rejimden öte bir şeydir. Zaten “batı” ikliminden başka yerde büyümediği için Batı ülkeleri dışındaki demokrasiler meyvesiz “saksı” demokrasileridir. O ülkelere illa da ABD veya Avrupa eliyle “demokrasi”(!) götürülmesi lâzımdır. Makalede tam da Batılı ülkelerin “demokrasi” anlayışları resmedilmektedir. İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’nın Afrika’ya, yakın dönemde ABD’nin Afganistan ve Irak’a götürdüğü demokrasiler gibi. Elbette tüm Batılılar böyle düşünmemektedir. Batı demokrasileri için “seçimle gelen krallar” ve “oligarşinin tunç kanunu” eleştirisini yapanlar, özellikle hürriyet kavramının tarif ve anlaşılmasında batağa saplanan “Batı” gerçeğini fark eden mütefekkirler de vardır. Bu kayd-ı ihtirazı koyduktan sonra altını çizeceğimiz husus Batılı devletlerin siyasi tutum ve tavırlarının demokrasi kavramını kabını taşırarak kullandıkları gerçeğidir.
Demokrasi kavramını reddeden ve Batı’nın abartılı tariflerinden ürken diğer uçta tefritçiler bulunmaktadır. İfratın tefrite kapı açtığı doğrudur. Demokrasi kavramını istismar ederek gittikleri ülkeleri bir dönem “medeniyet götürüyoruz” diye işgal edip yağmalayanların şimdi de “demokrasi götürüyoruz” diye soymaya kalkışmaları demokrasiyi “lânetli” bir kavrama dönüştürmüştür. Tıpkı Afrika’da ortaya çıkan “Boko Haram[1]” örgütü gibi. Bu toptancı anlayış da tüm mazeretlerine rağmen kusurludur. Zira İslâm anlayışında devlet idaresi yönetenle yönetilenler arasında bir mukaveledir. Taraflar arasındaki bu kavilleşmede bir tarafta yönetime talip olanlar, diğer tarafta da cumhur yani halk vardır. Yönetime talip olanların uyması gereken hukukî kaideler, kanunlar veya temel kullanış ifadesi ile şeriat vardır. Yönetenler cumhurun iradesine tabidir. Mukavele olmadan biat da olmaz. Biat kavramı bazılarının zannettiği gibi “körü körüne itaat” mânasına asla gelmez. Bilakis, mukavele şartlarına riayet şartıyla itaati ifade eder. Nitekim İslam’ın ilk dönem uygulamalarında halkın biati (o döneme göre bir nevi oy vermesi) ile Halife (devlet başkanı) seçilen Hz. Ömer’in halka “Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorması üzerine bir şahıs “ Eğer haktan ayrılır, inhirâf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Bu cevaba Hz. Ömer kızmamış, bilakis bu şuurda bir halka halife olduğu için Allah’a şükretmişti.
O halde Yunanca demokrasi kelimesi mâna itibariyle bize yabancı değildir. Sadece Batı ikliminde yeşeren bir ağaç hiç değildir. Hatta İslâm’ın ilk döneminde uygulanan cumhurî sistem Atina demokrasisinden fersah fersah ileridedir. Dönemin halifeleri cumhurun reyiyle seçilmişler, halk gibi yaşamışlar; asla ayrıcalıklı, şatafatlı ve zorba yönetici olmamışlardır. Bu dönem çok kısa sürse de “yaşanmış bir iyi uygulama örneği” olarak önümüzde durmaktadır. Bu sebeple cumhuriyet veya günümüz eşanlamlı ifadesi ile demokrasiye bakışın ifrat ve tefritten arındırılmış vasat şekli budur. Hatta devlet idaresi için karar alıcıların seçilmesi ehl-i sünnet anlayışında edille-i şer’iyyeden olan “icmay-ı ümmet” kavramının karşılığıdır. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki İslâm’da hükmün 4 ana kaynağı vardır. Birincisi Kitap (Kur’an), ikincisi Sünnet (Kısaca Hz. Peygamberin uygulamaları), üçüncüsü Kıyas-ı Fukaha (Hukukta kaziye-yi muhkem) ve dördüncüsü de icmay-ı ümmettir. Yani halkın ekseriyetinin iradesinin bir noktada toplanmasıdır. Demek cumhuriyet ve demokrasi tevem yani ikizdir. Mâna itibariyle halkın kendi iradesiyle yöneticilerini seçmesi, denetlemesi ve değiştirmesidir. Asla diktatörlük değildir.
Demokrasi günümüz idari sistemleri içinde milli iradenin belirleyiciliğini öne çıkaran bir rejim olup taçlısından temsilîsine, katılımcısından çoğul ve çoğunlukçusuna kadar farklı uygulamaları bulunmaktadır. Batı’daki demokrasi, bizdeki cumhuriyetin karşılığıdır. Daha sonra bu kavramlar zenginleştirilmiş, daha da vahimi cumhuriyet otoriter rejimlerle eşdeğer kabul edilerek “demokrasisiz cumhuriyet” gibi kavramlar bile türetilmiştir. Türkiye’de 1923-1950 arasında uygulanan rejime bu açıdan cumhuriyet denilmesi mümkün değildir. Saltanat kaldırılmıştır ama milli irade yöneticilerini seçemediği için cumhuriyet adı altında totaliter bir rejim hükümferma olmuştur. Bu uygulamaya bakılarak cumhuriyet kavramına da karşı çıkılamaz. Ancak demokrasi ve cumhuriyetlerde temel hak ve hürriyetlerin tarifinde ittifak edilememekte, hatta edilmek istenmemekte, başa dönecek olursak demokrasi kavramını istismar etmek isteyenler kasten böyle bir tercihte bulunmaktadırlar.
Sonuç olarak Batı’nın demokrasi istismarı ifrat, diğerlerinin ve özellikle İslâm ülkelerinde bir kesimin tekfiri tefrit, demokrasi ile cumhuriyeti mâna itibariyle idari bir sistem olarak görmek vasattır.
[1] Boko, İngilizce book (kitap) kelimesinden türetilmiş olup “kitap haram” yani “Latin alfabesi haram” veya “Batılı eğitim haram” mânasına gelmektedir. Bu reddediş kitap ve eğitim düşmanlığından değil, Batılıların eğitimi bir sömürü aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Kenya’nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın meşhur şu sözü Boko Haram’ı da ortaya çıkaran bütün hikâyeyi özetlemektedir. “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
CHP’DE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri geride kaldı. Mevcut seçim kuralları icabı ortaya çıkan Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı kutuplaşması seçimi adeta bir halat çekme oyununa döndürdü. 2019 Mahalli idare seçimlerindeki “kısmi başarı” CHP’de yeni umutların doğmasına yol açmıştı. Acaba öğrenilmiş çaresizliğin ilacı bulunmuş muydu? Aynı metotla genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı kazanılabilir miydi? Seçim öncesi adaylık tartışmalarında reklamın gücüne inanan bazı kamuoyu araştırma şirketleri CHP’de en altta görünen Kemal Kılıçdaroğlu’nu parlatarak en üst sıraya çıkaran sözüm ona “araştırma” sonuçları yayımlamaya başladılar. Öyle ya R. Tayyip Erdoğan’ın karşısına “kola şişesi” bile konulsa kazanıyordu. Kılıçdaroğlu niye kazanmasındı ki? Gerçekler ise daha başkaydı. Kamuoyunu yönlendireceğini zanneden bazı araştırma şirketleri “alan araştırması” yerine “salon araştırması” yapıyorlardı ve halkın nabzını değil “kendi kamuoylarının” nabzını tutuyorlardı. Üstelik bunu ilk defa da yapmıyorlardı.
Neticede “geldi, gelmekte olan” ve R. Tayyip Erdoğan tekrar cumhurbaşkanı seçildi. Adeta “kazanması kesin” olarak propaganda edilen Kemal Kılıçdaroğlu 6’lı Masa desteğine, bol bol hayali cumhurbaşkanı yardımcılığı ve bakanlık koltuklarını dağıtmasına, ABD’den PKK elebaşlarına kadar birçok kesimlerin desteklerine rağmen kaybetti. Üstelik “6’lı Masa” daki ittifak ortaklarından 4 tanesini yanına alan CHP, milletvekili seçimlerinde %25 oyla öğrenilmiş çaresizliğini pekiştirmekle kalmadı, üstüne de 38 milletvekilinden oldu.
Şimdi 2024 yılı Mart ayında yapılacak mahalli idare seçimleri gündemde ve CHP’de ciddi bir kafa karışıklığı yaşanıyor. 1950 yılından beri tek başına iktidar olamayan ve %25 bandına çakılan CHP iç hesaplaşmalar ve kurultay kavgaları ile tekrar fasit daireye girmek üzeredir. Diğer adı ümitsizlik olan “öğrenilmiş çaresizlik” CHP’yi mecalsiz bırakmaktadır. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanları “cumhurbaşkanlığı” rüyası ile şehirlerini ihmal ederken yine propagandanın gücüne sarılmakta, umut dağıtarak 2024 seçimlerini kazanmayı hayal etmektedirler. Bir adım öne çıkan Ekrem İmamoğlu ise “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olma” endişeleri içinde her tarafa çekilecek beyanatlar vermekte, ne İBB başkan adaylığından ne de CHP genel başkanlığı adaylığından vaz geçmek istemektedir. İttifakı “büyük hata” olarak kaydeden İYİ Parti başkanı Meral Akşener ise “tövbekâr” tavırlar sergilemekte, bazı yorumculara göre de pazarlık çıtasını yüksekten tutmanın işaretlerini vermektedir. 2024 Mahalli idare seçimlerinde ittifaklar nasıl şekillenecek, şimdiden kesin bir şey söylenemez olsa da bizim CHP’ye söylenecek bazı sözlerimiz olacaktır.
Bir akademisyen sorumluğu ile bazı tespitlerimizi en azından halkımızla paylaşmamız gerekecektir. Zira biz Türkiye’deki siyasetin hayati önemi haiz olduğuna ve ülkemizin geleceğini birinci dereceden etkileyen âmilin siyaset olduğuna inanıyoruz. Siyasetle kastettiğimiz ise “entelektüel” çevrelerin bayıldığı “epistemolojik” tanımıyla devlet idaresidir.[1] Yoksa avamî tarzda tedavüle sokulan günlük siyaset mübahaseleri değildir.
1. CHP kategorik olarak “solcu” bir partidir. Solculuk, 1789 Fransız ihtilalinden sonra kurulan meclisteki oturma düzeninden mülhem bir ifadedir. Meclisin sol tarafında oturan ve emeğin haklarını savunan, sosyalist, Marksist ve komünist siyasetçiler için kullanılmıştır. Sağcılık ise meclisin sağ tarafında oturan aristokrat ve zengin sınıfı teşkil eden aristokratlar ve sermaye sahipleri için kullanılmıştır. Buna göre CHP solcu değil sağcı bir partidir. Sermaye çevrelerinden ve zengin kesimden oy almaktadır. Bu sosyolojik gerçeklik seçimlerden sonra yayımlanan haritalarda ve en fazla oy aldığı mahallerde açıkça görülebilir. CHP sadece bir açıdan solcudur, o da ideolojik olarak Marksist düşüncenin bileşenlerinden olan materyalistlik, dine ve inanç değerlere uzaklık gibi kavramları sahiplenmesi itibariyledir. Milli iradenin demokratik seçimlerle belirlenmesi CHP’yi ekalliyete mahkûm etmektedir. Zira CHP halkın ekseriyetinden değil, nisbeten zengin ve ideolojik olarak ancak beşte birine tekabül eden bir kesiminden oy alabilmektedir. Bu sosyoloji CHP’yi tam da öğrenilmiş çaresizliğin gayyasına atmakta, her seçim kaybından sonra parti temsilcileri veya siyasi borazanları “hile yapıldı, oylar çalındı, câhil halk, kömür-makarnaya satılanlar” gibi bahanelere sarılmakta, CHP’ye ise toz kondurmamaktadırlar. 1923-1950 arası tek parti diktatörlüğünün damaklarında kalan lezzetini unutamamakta, bu sebeple darbelerden ve darbe destekçiliğinden vaz geçememektedirler. Demokrasi (milli irade) ise onlara sosyolojik gerçekliği gösterdiği için zahiren savunuyor gibi dursalar da hakikatte ondan pek hazzetmemektedirler. Haso-Memo edebiyatı, göbeğini kaşıyan adam tahkirleri, dağdaki çobanla kendi oyunun nasıl eşit olacağı sorgulamaları bu halk nefretinin açık tezahürleridir.
2. Türkiye’deki “sağ” partiler Fransız ihtilâlindeki oturma düzenine göre “sol” partiler olup emeğiyle geçinen geniş halk kitlelerini temsil ederler. Bir farkla ki sağ partiler materyalist ve Marksist düşünceye değil, inançlara, ahlâki değerlere, örf ve an’aneye kıymet verirler. Bu sosyolojik gerçeklik CHP’yi sınırlı bir alana mahkûm etmekte, öğrenilmiş çaresizliğin ikinci halkasını teşkil etmektedir.
3. 2. Dünya Harbinden sonra ortaya çıkan “soğuk savaş” döneminin iki kutuplu dünyasında ABD’nin başını çektiği Batı ittifakı vahşi kapitalizmin ve sömürünün liderliğini yaptığı için ona karşı çıkan SSCB blokunun ve onun ideolojisinin bir “aldatan put[2]” câzibesi vardı. Bu saman alevi 1991 yılında SSCB’nin dağılması ile söndü. Marksist ideoloji gölünün suyu kesildi. Müntesipleri de dağıldılar. Hal böyleyken CHP’nin Marksist fikirleri savunması onu bir nevi fosilleştirmektedir.
Diğer yandan tek başına kalan küresel sömürücüler yeni rakiplerin çıkmaması için kısmen örtülü bir mücadelenin içine girmişlerdir. Zira Batı’nın karanlık dönemini ifade için kullanılan “orta çağ” İslâm’ın zirve dönemini temsil etmekte ve elbette onun sadece bir siyasi sistemi değil iktisadi bir sistemi de bulunmaktadır. Bu iktisadi sistem ne emeğin ne de sermayenin diktatörlüğüne müsaade etmeyen, zenginle fakir arasındaki mesafeyi altın oran olan 40’la sınırlayan zekât sistemi ile sermayenin dünyada tefecilik yapmasını engelleyen riba yasağıdır. Dünyanın en büyük kalpazanı olan ve dünyaya Dolar adı altında damgalı kâğıt satan ABD, bu sebeple Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gibi adlar altında İslâm dünyasını kontrol altında tutma stratejileri geliştirmektedir. Buna ilmi bir kılıf giydirmek için de “Medeniyetler Çatışması[3]” gibi tezlerle İslâm’ı terörle, Müslümanları da teröristlikle itham etmeye çalışmaktadır. CHP’nin bu gelişmeleri dikkate alarak 6 okundaki değerleri güncellemesi ve sosyolojik gerçekliğe göre yeniden yazması icap etmektedir. Öğrenilmiş çaresizliğin söylemi olan “değerlerimizden uzaklaşırsak sağa kayarız, zaten sağ boş değil” ifadeleri bir ıskalamadır. Zira sağ ve sol kavramları tarihe karışmış, insanlar; hukukun üstünlüğü, ahlâki değerler, rüşvet ve adam kayırmanın engellenmesi, halka hizmet ve milli iradeye ram olma gibi değerleri öne çıkarmaya başlamıştır. Bu sebeple ideolojik belediyecilik de yerini yavaş yavaş halka hizmet ve değerlerle bırakmaya başlamıştır.
4. CHP “helâlleşme, muhafazakâr çevrelerden adam devşirme” gibi taşıma suyla değirmen döndürmek yerine halkın değerlerini, demokrasinin ifade ettiği mânâyı, yani milli iradeyi esas alırsa bu fasit çemberi kırabilir, aşılmasını imkânsız sandığı duvarın ötesine geçmek için bir çok yol olduğunu farkedebilir ve öğrenilmiş çaresizliği umuda dönüştürebilir. Bu dönüşümün hayrı da “ehveni şer” olarak milletin mecbur kaldığı iktidarların kendilerine çeki-düzen vermesini sağlayabilir. Ancak bunun için çok da zaman kalmamıştır. Bu boşluğu CHP dolduramazsa bir başka siyasi hareket dolduracaktır. Tabiat gibi siyaset de boşluk kabul etmez.
[1] Devlet idaresinin Türk-İslam geleneğinde ne manaya geldiğini detaylı incelemek için bkz. Farabi (2013). El-Medinetü’l-Fazıla, Ter. A. Aslan, Divan Kitap/Nizâm-ül Mülk (2003). Siyasetnâme, Ter. N. Bayburtlugil, Dergâh Yayınları/Ebu’l-Hasan Habib el-Mâverdi (2021). El-Ahkâmü’s-Sultaniye, Ter. A. Şafak. Bedir Yayınları.
[2] Bkz. Koestler, A. ve Diğ. (1973). Aldatan Put, Ter. E. Gedik, Tur Yayınevi
[3] Bkz. Huntington, Samuel P. (2001). Medeniyetler Çatışması, Ter. M. Yılmaz, Vadi Yayınları.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YA KISAS YA CİNAYET
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İnsanlık tarihinde insanla beraber var olan müessif vakaların muhtemelen en başta geleni Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir. O günden bu güne insanlar öldürülmektedir. İnsanlar ya vadeleri gelince veya bir kaza sonucu ölebildikleri gibi, insan eliyle kasten de öldürülebilirler. Bunların bir kısmı hukuki bir yargılama sonucu uygulanan idam cezaları ile gerçekleşirken bir kısmı vatan, millet ve mukaddesatın savunulması amacıyla yapılan harpler ve benzeri harekatlar sonucunda vukua gelmektedir. Bu sınıftaki ölümler ve öldürmeler meşru kabul edilmektedir. İslâm’da ise bu uğruda ölme, öldürme veya yaralanma “şehitlik ve gazilik” olarak tavsif edilmekte ve teşvik edilmektedir. Zira bu dünyada değerleri uğruna bedel ödemeyi göze almayanlara hayat hakkı tanımayan kişi, zümre veya devletler de yaşamaktadır. Üzerinde duracağımız husus ise masum insanların muhtelif amaç ve gerekçelerle kasten öldürülmeleridir. İnsan hayatına meşru ve hukuki yollar dışında son verme, cinayet olarak kabul edilmekte ve cânilere karşı kişiler de, kurumlar ve devletler de gerekli tedbirleri almaya çalışmaktadır.
Meseleyi ülkemiz sınırlılığında ele alırsak insan öldürme üç cihetle gayr-ı meşrudur, suçtur ve behemehâl cezalandırılması gerekir. Birincisi, insaniyet adına suçtur, normal bir insan tabiatı, bu fiili meşru göremez. Bu sebeple cinayet insan tabiatından bir sapmadır. İkincisi, cinayet örfen ve hukuken ağır bir suçtur. Bu İki hususta dünyadaki tüm aklı selim insanlar, hukukçu ve hukuklar birleşmektedir. Üçüncüsü, inançlar açısından tüm dinlerde adam öldürmek en ağır suç olarak zikredilmiştir. İslâm inancına göre bir insanı haksız yere öldürmek cinayetlerin en büyüğüdür. Kur’an-ı Kerim’de “yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapan veya bir cana karşılık olmaksızın birini öldüren kimse bütün insanları öldürmüş gibidir, bir canı yaşatan ise bütün insanlara hayat vermiş gibidir (Mâide, 32. âyet) denilerek mesele en üst noktaya taşınmaktadır. Bu sebepledir ki İslâm ülkeleri İslâm hukukunun hükümferma olduğu dönemlerde dünyanın en huzurlu ve emniyetli bölgeleri arasında yer almıştır. Bugün bile sömürgeci ülkelerin çıkardıkları iç harpler ve kargaşalar hariç tutulursa İslâm ülkeleri sair ülkelere oranla daha emniyetlidir.
Bugün Batı ülkeleri idam cezasını kaldırarak cinayetleri teşvik eder bir tutum sergilemektedirler. Maalesef bu kervana bir hiç uğruna Türkiye de katılmıştır[1]. Böyle hayatî ve hayatı ilgilendiren bir konunun halka sorulmadan karara bağlanması son derece yanlış olmuştur. Zira ülkelerde insanlar, adam öldürme dâhil tüm suçluların cezalandırılmasına ilişkin yetkiyi devlete devretmektedirler. Devletlerin bu yetkiyi kullanmak istememesi için halktan müsaade alması gerekir. Maalesef Türkiye’de bu yapılmamıştır. Oysa cânileri cesaretlendiren, mafyalaşmayı teşvik eden ve cinayetleri çoğaltan husus bizatihi idam cezasının kaldırılmasıdır. 1889 İtalyan Ceza Kanunundan iktibas edilerek Şer’i hukukun yerine 01 Temmuz 1926 yılında ikame edilen ve adına Türk Ceza Kanunu denilen uygulama, özü itibariyle mâsumdan yana değil, suçludan yana olan, hukuku teferruat usûl kaidelerine boğduğu için avukatlık mesleğine revaç veren, haklının hakkını almasını sürüncemede bırakan, adaleti geciktiren ve bazen asla temin etmeyen, bu sebeple de “ihkak-ı hak” düşüncesini teşvik eden ve infaz mafyalarının yolunu açan bir sistemdir. Batı’nın ceza hukukuna “kuşların delip geçtiği, sineklerin takılıp kaldığı” bir örümcek ağı eleştirisi boşuna yapılmamıştır. Zira Batı’da umumiyetle suç işleyenler başta krallar olmak üzere kast sisteminin üst sıralarında yer alan derebeyleri, aristokrat sınıflar, sermaye sahipleri ve kilise mensupları olduğu için hep korunmuş, mecbur kalındığı takdirde ise mağdurlara dikenli ispat yolları gösterilmiştir.
İslam’ın cinayetlere bakış açısı gayet berraktır. Kur’an’da mealen “Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız (Bakara, 2/179). Denilerek cinayet işleyenin öldürüleceği bir hukuk kaidesi olarak vaz’edilmektedir. Bunun bazı şartlar dâhilinde tarafların rızası ile diyete çevrilebileceği hususu temel hükmü nakzetmemektedir.
İslam’ın kısas hükmüne razı olmayanları iki guruba ayırmak mümkündür. Birinci gurup İlahi hükümleri veya İslâm’ın ve Kur’an’ın hükümlerini reddedenlerdir. Onlar insan aklına güvenmekte ve beşeri hükümleri esas almaktadırlar. Bu grubun içinde bulunan ve “insan hakları” diye yırtınan kesimler gerçekte katil savunucuları olup maktulleri insan olarak görmeyen kesimlerdir. İkinci gruptakiler ise İlahi hükümleri kabul etmekle beraber ya güçleri yetmediği için veya su-istimal ve uygulama güçlükleri için veya bilgi eksikliği ve cehalet sebebiyle idama karşı olanlardır. Bu gruptakilerden yetki sahibi olanlar yetkilerinin yüklediği sorumluluğu yerine getirmedikleri için mes’uldürler. Zira demokrasilerde milli irade esastır. Böyle ciddi bir mesele halkoylaması ile çözülebilir. Halk oylamasının yolunu ise milli iradeyi temsil yetkisini haiz olanlar açabilirler.
Peki, idam cezası neden olmalıdır? Bu soruya verilecek cevap ‘haksız yere birini öldürenin’ bütün insanlığı öldürmüş gibi olmasıdır. Yani katil için bir insan veya daha fazlası önemli değildir, insanlığın bir ferdini öldüren diğer fertlerini de öldürme istidadındadır ve nitekim öldürebildiği kadar öldürme örnekleri görülmektedir. Özellikle de idam cezası yoksa.
İkincisi, bir kişiyi öldürene en fazla müebbet hapis cezası verilebiliyorsa iki veya daha fazlasını öldürene hangi ceza verilecektir? Yine müebbet hapis ise, bu katile “bir de beş de fark etmez” fetvası mânasına gelmez mi? Yani buradan katile “seri katil” yolu açılmaz mı?
Üçüncüsü, kendisine hapiste de olsa hayat garantisi verilen bir katil buna razı olarak kendisini cinayete ikna edemez mi? “Ucunda ölüm yok ya!” psikolojisine sahip bir katili hangi hukuk kaidesi cinayetten vaz geçirebilir? Teröristler bile müebbet hapsi tercih ettikleri için “çatışmada gebermeyi” kasıtlı infaz olarak propaganda etmiyorlar mı? Bu yüzden PKK’nın siyasi avukatı Sezgin Tanrıkulu SİHA’ları katil ilan etmedi mi?
Dördüncüsü katillere bunca kesim sahip çıkarken maktulün hakkı ne olacaktır? Derinden yaralanan ma’şeri vicdan ve maktul tarafını hangi ilaç tedavi edecektir? Ölmeyi yüz kere hak eden birisine hapishane de de olsa hayat hakkı tanınması, insanları “kendi hakkını kendi eliyle alma” düşüncesine götürmeyecek mi? Zaten hukuka güven yerlerde sürünmekte, suçlu üreten hukuk sistemi ile hapishaneler dolup taşmakta[2], insanlar hukuka ve hukuk sisteminin dağıttığını iddia ettiği adalete güvenmemekte, daha da kötüsü çıkarılan “sözüm ona” aflarla katiller tekrar cemiyete salıverilmekte ve kıdemli katil olarak işlerinin başına döndürülmektedir.
Zaman zaman cemiyeti sarsan cinayetler işlendiğinde iktidar sahipleri “öfke dindirme” kabilinden idam cezasını geri getirme beyanatları ile arzı endam etmekte fakat bunun fiili adımını atmaya yanaşmamaktadırlar.
Sonuç, ya kısas veya bolca cinayettir.
[1] Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik yolunda idam cezasını kaldırma girişimi, önce Anayasa’dan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (07. 05. 2004 tarih ve 5170 sayılı Kanun), sonra da Türk Ceza Kanunu’ndan ölüm cezaları ile ilgili maddelerin çıkarılması (14. 07. 2004 tarih ve 5218 sayılı Kanun) ile nihayete ermiş, ölüm cezası hukuk sistemimizden tamamen kaldırılmıştır.
[2] Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 1 Ocak 2023 itibarıyla Türkiye’de; 279 kapalı, 89 açık, 10 kadın kapalı, 8 kadın açık, 9 çocuk kapalı, 4 çocuk eğitim evi olmak üzere toplam 399 ceza infaz kurumu bulunmaktadır. Bu kurumların toplam kapasitesi 289.974 kişi olmakla birlikte Ocak 2023 sonu itibarıyla cezaevlerinde 341. 497 kişi kalmaktadır. Bu kişilerin 298. 975’i hükümlü, 42. 522’si ise tutukludur. Cezaevi nüfusunun 325.009’u erkeklerden, 13. 977’si kadınlardan, 2.511’i ise çocuklardan oluşmaktadır. Cezaevlerindekilerin 118.738’i açık infaz kurumu, 222. 759’u kapalı ceza infaz kurumunda bulunmaktadır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
EN KOLAY VE EN TEHLİKESİZ KÜRESEL ŞÖHRET YOLU: KUR’AN YAKMA
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Son günlerde Avrupa’da iyice artan “Kur’an-ı Kerim” yakma hâdisesi televizyonların ve diğer sosyal medya organlarının ilk haberleri olmaya başladı. Bu sebeple meselenin mahiyetini, tahrik ve teşvikçilerini, fâil ve fâillerin motivasyonlarını incelemek zaruri hale geldi.
İslâmofobi[1] veya İslâm korkusu, küresel ve emperyalist güçler tarafından siyasi bir amaca matuf olarak plânlı bir şeklide kurgulanmış, daha sonra da kademeli bir şekilde İslâm kelimesinin yanına cihadist, fundamentalist ve nihayet terörist gibi kavramlar ilave edilerek güçlü medya ağı ve akademik kimlik ve kanallar aracılığı ile yaygın bir şekilde kullanılması sağlanmış bir kavramdır. İslâm’ı korkulması gereken bir tehdit olarak takdim etmenin, ötekileştirmenin ve düşmanlaştırmanın elbette siyasi bir amacı bulunmaktadır.
Nasıl ki SSCB 1991’de dağıldıktan sonra düşmansız kalan NATO’yu ayakta tutmak için küresel siyasette Batı’ya yeni bir düşman aranmış ve Samuel P. Huntinton’un, 1993’te yayımladığı “Medeniyetler Çatışması” tezi ile İslâm yeni düşman olarak ilan edilmişse, hızla çöküşe giden ve tüm değerlerini kaybeden Batı insanı için de İslâmofobi bir alternatif değer olarak sunulmuştur. Bu değer şeytanlaştırılan bir “öteki” var etme ve her türlü kötülüğü ondan bilme, hatta “kendi varoluşunu o kötüye nefretin üzerine bina etme” gibi psikolojik saikler de taşımaktadır. Bunun sonucunda birtakım şöhret-perest budalalara tehlikesiz, kolay yoldan şöhret olma, hatta dâhilde kahramanlaştırma gibi fırsatlar da doğuran İslâm’a saldırma akımını başlatmıştır.
Şeytanî bir düşünceyle ortaya atılan Şeytan Ayetleri[2] şöhret budalalarına bu kapıyı aralamış, arkasından mizah dergisi kimliğiyle Fransa’da Charlie Hebdo karikatürleriyle İslâm’a saldırıyı genişletmiştir. Danimarka’da devlet okullarında okutulan bir din dersi kitabındaki “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslüman’dır” ifadesi ile İslâm nefreti Batı’da eğitim politikalarının amacı haline gelmiştir. Batı, “İslâmi terör” ve “Müslüman terörist” kavramlarını gayet şuurlu olarak insanların zihinlerinde eşanlamlı hale getirmeye çalışmaktadır. Batı’da İslâm nefreti özellikle 2001 yılında ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra sistematik hale getirilmiştir. Fransa’da Müslüman talebelere başörtüsü yasağı uygulanmaya başlanmış (Türkiye’deki müstear Cüneyt ismiyle hüküm tesis etmeye çalışan Coni’lerden ders almış olmalılar), gittikçe dosya kabarmış ve iş şiddete dökülmüştür. Norveç’te A. B. Berwick 2011 yılında yaptığı 77 kişiyi öldürüp, 242 kişiyi yaraladığı ırkçı saldırıyı Yeni Zelanda’da B. Tarrant isimli teröristin 2019 yılında Nur Camisi’nde yaptığı saldırı takip etmiş, 51 Müslüman öldürülmüştür. Bugün artık Batı’da artan İslâm düşmanlığının istatistiği bile tutulamaz hale gelmiştir.
Kökü hayli gerilere giden İslâm düşmanlığını besleyen unsurlardan birisi Batının ırkçı bir zihniyete sahip olmasıdır.[3] Avrupa’daki din savaşlarında milyonlarca insanın öldürülmesi ve Amerikan yerlilerinin neredeyse tamamının imha edilmesi gibi karanlık bir tarafı olan Hıristiyan dünyasının şiddet barındıran kimliğini Müslümanlara yansıtması, İslâm’ı ötekileştirmesi, düşmanlaştırması ve nihayet nefret objesi haline getirmesi psikolojik bir durumdur. Yaklaşık 800 sene İspanya’da hâkim olan Müslümanların idaresinde her din ve millet yaşama hakkına sahipken, Hristiyan hâkimiyetine girdikten sonra Katoliklerden başka kimseye hayat hakkı tanınmaması bunun en müşahhas misalidir. Bir ucu haçlı seferlerine dayanan bu hareketin diğer ucu ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar uzanmaktadır. Dönemin ABD başkanı Bush, 11 Eylül’deki mahiyeti meçhul intihar saldırılarının ardından terörizme karşı haçlı seferi başlattığını ilan etmiştir. Tabiîki burada terörizmle İslâm kastedilmektedir. Zaten haçlı seferleri tarihte Müslümanlara karşı yapılmış bir harekettir. Nitekim ABD önce Afganistan’a daha sonra Irak’a aynı bahanelerle saldırmış daha sonra da tüm İslâm dünyasını kontrol altına almak amacıyla Büyük Ortadoğu Projesi uygulamaya konulmuştur.
Bugün ilmi, iktisadi ve askeri üstünlüğü elinde tutan, küresel çapta politika belirleme araçlarına sahip Batılı ülkelerin büyük oranda sömürgesi durumunda olan, üstelik işgal edilen, parçalanan, kaynakları yağmalanan ve din, mezhep ve ırkçılık üzerinden kutuplaştırılarak birbirine düşürülen İslâm ülkelerinin nasıl bir tehdit ürettiği sorusunu her türlü yalan ve algı operasyonlarının üzerine çıkarak sormak gerekir. Avrupa ve ABD mi işgal altındadır; yoksa Afganistan, Irak ve Suriye mi? Almanya, Fransa, İngiltere veya Kanada da mı iç savaş vardır; yoksa Libya’da, Yemen’de, Suriye ve Irak’ta mı? İslâm ülkeleri mi Batı’nın hammadde ve enerji kaynaklarını sömürmektedir, yoksa tam tersi mi olmaktadır? Tüm bu soruların cevabı ortada iken neden bir Hristiyan veya Yahudi fobisinden değil de İslâmofobi’den bahsedilmektedir?
İslâm’ın mukaddeslerine yapılan saldırılar fikir hürriyeti bahanesi ile savunulmakta, rencide edilen, hatta tâciz ve tahrik edilen Müslümanların eylemleri de terör olarak istismar edilmektedir. Kışkırtılan ve ülkesi istila edilen Müslümanlara fundamentalist, cihadist ve nihayet terörist diyerek Müslümanları güvenlik açısından bir tehdit gibi sunarken, eş zamanlı olarak İslâm, hilafet ve şeriat gibi kavramları da hayat tarzları için bir tehdit unsuru olarak takdim etmeye devam etmektedirler ve maalesef bu hususta iç ve dış İslâmofobikler iş birliği halindedirler.
İslâm nefretinin dâhili ayağı da maalesef hârici ayağı ile işbirliği halindedir. Hatta dâhildeki Batı kâselisleri bazen İslâm nefretinin hârici ayağına parmak ısırtacak kadar yıkıcı ve saldırgan olabilmektedir. Batı tipi eğitimle bir nevi devşirilmiş ve İslâmi değerlere en az Batılılar kadar mesafeli mütegallibe bir kesim İslâm’ı tahkirden geri durmamaktadır. İslâm ülkelerinde İslâmi değerlerin gerilik, iptidailik, gelişmemişlik, çağdışılık ve benzeri ifadelerle aşağılanması öncelikle Müslüman ismi taşıyan ve arada bir kendilerinin de Müslüman olduğu iddiasını ileri süren etkili ve maalesef yetkili kişilerce dile getirilmiş, her türlü mevzuattan dini ifade, yemin ve hatta selamlaşma gibi gelenekleşen unsurlar bile kaldırılmıştır. Diğer İslâm ülkelerinde de durum pek farklı değildir.
Batı’daki bu kaba, saldırgan ve kontrolsüz İslâm düşmanlığına karşı Türkiye ve birkaç İslâm ülkesinden başka ses çıkaran olmamaktadır. BM’den sonra en kalabalık üyeye sahip (56 üyeli) İslâm İşbirliği Teşkilatı acizleri oynamakta, elinde enerji kaynaklarından yatırım fonlarına, ticari ambargolardan ithalat kısıtlamalarına kadar inanılmaz baskı araçları olmasına rağmen bunları kullanamamaktadır. Hatta Batı’nın keyfi ambargolarına karşı mukabele bile edememektedir. Tüm bunlar hem Batı’yı cesaretlendirmekte, hem de şöhret budalalarına kolay yoldan hem de dünya çapında şöhret olma fırsatı sunmaktadır. Artık İslâm dünyası bu reklamları medyasında yayımlayarak bu işe alet olmamalı, ancak uluslararası ilişkiler boyutunda “can yakıcı” tedbirler almaya yönelmeli, her şeyden önemlisi İslâm dünyası İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden tüm dünyaya ve özellikle saldırgan Batıya bir bütünlük mesajı verecek kıvama gelmelidir.
[1] İslâmofobi gerçekte İslam nefreti demektir. Zira ecnebi lisanında yükseklikten, karanlıktan, yalnızlıktan, örümcekten-böcekten korkma gibi bir sürü boş fobiler (korkular) bulunmaktadır. İslâmofobi bu tür bir kuruntuyu değil, İslâm nefretini esas almaktadır. Bkz. Bozan, M. (2018). Küresel Gücün Tahkiminde Düşmanca Bir Tavır; İslâmofobi. Bartın Üniversitesi İİBF Dergisi, 9 (18), 221-238 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/bartiniibf/issue/40570/456852.
[2] Şeytan Ayetleri, Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşdi’nin Kur’an’a ve Hz. Peygambere saldırı amacıyla 1988’de İngiltere’de yayımladığı bir romandır. Kitabın Türkiye’de yayımlanması için çalışan kişi de “Türk halkının %60’ı aptaldır” diye milletimize hakaret eden Aziz Nesin’dir. Tencere ve kapak nasıl da örtüşmektedir.
[3] Bkz. Özarslan, S. (2023). Avrupa’da İslâmofobinin Tarihi Kökleri ve Güncel Nedenleri, Akif, 53/1 s. 62-74. https://dx.doi.org/10.51121/akif.2023.32
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YENİ AK PARTİ HÜKÛMETİNİN İKTİSAT POLİTİKASI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin ikinci hükûmeti veya Türkiye’nin 67. Hükûmeti 3 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın TBMM’de yemin etmesi ile kurulmuş oldu. Önceki hükûmetten Sağlık ve Kültür-Turizm bakanları hariç hiçbir bakana yeni hükûmette vazife verilmedi. Cumhurbaşkanı yardımcılığına ise 2003 yılında başlatılan Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma çalışmaları kapsamında Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı metnini Ömer Dinçer’le beraber hazırlayan Cevdet Yılmaz‘ın getirilmesi AK Parti’de kuruluş yıllarındaki reformcu kimliğine dönüş işareti olabilir mi şeklinde yorumlara sebep oldu. Hatırlanacağı üzere TBMM’den geçen Kanun dönemin cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in vetosu ile kadük olmuştu. En çok merak edilen husus ise “mutfak kabine” denilen hâriciye, dâhiliye, maliye ve harbiye (milli savunma) vekâletlerine kimlerin getirileceği idi. MİT Başkanı Hâkan Fidan’ın Dışişleri Bakanı yapılması siyaset ve uluslararası ilişkiler uzmanları başta olmak üzere geniş bir çevre tarafından isabetli bulundu. Hazine ve Maliye bakanlığına Mehmet Şimşek’in şartlı gelebileceğine dair yayılan görüşler de Merkez Bankası başkanlığına Hafize Gaye Erkan’ın getirilmesiyle doğrulanmış oldu. Savunma Bakanlığına eski Genelkurmay Başkanı’nın ve İçişleri Bakanlığına bir vâlinin getirilmesi de beklenen ve olması gereken bir tasarruftu. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın da MİT Başkanlığını Hâkan Fidan’dan devraldı. Böylece mutfak kabine şekillenmiş oldu. Parlamenter sistemin bakanlarında ekseriyetle yaşanan “yönettiği bakanlığı tanımama” zaafiyeti bertaraf edilmiş oldu.
Kabinede bize göre altı çizilecek eksiklik geçmiş hükûmetlerde yaşanan ve bu hükûmette de maalesef devam eden Maarif Vekâletine bir türlü eğitim menşe’li bir bakanın bulunamaması idi. Yusuf Tekin her ne kadar kamu yönetimi uzmanı olarak akademik bir yeterliliğe sahip olsa da Milli Eğitim gibi –sadece Türkiye’nin değil- dünyanın en büyük bakanlıklarından birisinde bakanlık yapma hususunda “dâhilden gelmemenin” getirdiği “içeriden bakış” eksikliklerini taşımaktan kurtulamayacaktır. Daha önce bu Bakanlıkta yapmış olduğu müsteşarlık ve bakan yardımcılığı bile bu eksikliği telafi edemez. Nasıl ki ne kadar eğitim almış olursa olsun yönetim uzmanı bir kişi savunma bakanlığına askeri kademeleri birer birer çıkan ve kurmay eğitimi ile silk-i askerînin tepesine tırmanan bir subay kadar o bakanlığa nüfuz edemez ve tam muvaffak olamazsa, eğitim ve sair bakanlıklarda da aynı kaide câridir. Nitekim bizim parlamenter sisteme yaptığımız itirazlardan birisi de hükûmetlerin teknokratlardan teşekkülünde yaşanan sıkıntılara dair idi. Maarifteki bu istisnayı tercihin bilgi eksikliğinden ziyade “fincancı katırlarını ürkütme” endişesinden ve “devrim kanunlarına anayasayı bekçi yapan” vesayet diktesini aşamama gibi sebeplere dayandığını iş ’ar etmekle beraber şimdilik o bahsi açmayacağım[1].
Zira bugünkü mevzuumuz Türkiye’nin iktisadi sistemi ve uygulamadaki garabetler üzerine olacaktır. Garabetler diyorum çünkü devlet eliyle özel mülkiyete müdahale edilmekte, kişi hatasından kaynaklanan zarar ve ziyanlar hazineden yani milletin ortak kesesinden karşılanmakta, vergisini veren namuslu vatandaşlar vergisini vermeyenlere getirilen aflarla cezalandırılmakta, keza borcunu ödemeyenler de yine aflar vasıtasıyla bir nevi ödüllendirilerek, borcunu ödeyenler teçhil ve tezlil edilmektedir. Peki, hükûmet ve devlet organlarının bu gibi tasarruflara yetkisi var mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için önce Türkiye’nin siyasi sistemi ve onun alt sistemi olan iktisadi sisteminin ne olduğuna kısaca bakalım.
Türkiye bir diktatörlük değildir. Demokratik bir cumhuriyettir. Seçimlerle teşekkül eden bir meclisi, yine seçilerek gelen cumhurbaşkanı ve mahalli idarelerde de seçimle gelen belediye başkanları ve meclisleri vardır. İktisadi sistemi de serbest piyasa ekonomisine dayalı, özel mülkiyeti esas alan bir yapıya sahiptir. Bu demektir ki özel teşebbüs serbestçe piyasaya girebilir, rekabet edebilir, kazanabilir veya iflas edebilir. Gizli açık tekeller, tröstler ve rekabeti engelleyecek her türlü teşebbüs devlet kurumları tarafından bertaraf edilir. Kamu mallarına kişilerin veya kurumların tecavüzüne müsaade edilmez. Hukuk önünde herkes eşittir, kimseye ayrıcalık tanınamaz. Hazine veya devlet bütçesi milletin vergileriyle teşekkül eder, sosyal devlet anlayışıyla dezavantajlı kesimlere yapılan yardım ve destekler hariç hazineden kimsenin kişi kaynaklı özel zararları, borçları ödenemez. Kişi malına keyfi tasarrufta bulunamaz. Kısaca vermeye çalıştığımız bu tablonun Türkiye’de ihlal edilip edilmediğine herkesin mutlaka bir cevabı vardır. Biz de burada kendi cevabımızı efkâr-ı amme ile paylaşalım.
- Hazine arazisi olarak tanımlanan ormanlar, yaylalar, meralar, belirli mesafeye kadar sahil şeritleri, hatta vakıf arazilerine kadar bulunan her alan birileri tarafından yağmalanabiliyor, mülk ediliyor ve devletin merkezi veya mahalli kurumları da bunları tanıyıp, aflarla, tapu tahsisleriyle imar aflarıyla tasdik ediyor mu? Evet. 30-40 sene çalıştıktan sonra başını sokacak bir eve helâl parasıyla sahip olan bir vatandaşın karşısında “bilmem kaç dönüm kamu arazisini yağmalayan” bila-bedel mülküne geçiren bir “eşkıya vatandaş” da oradan 5-10 eve hatta villalara sahip olabiliyor mu? Evet.
- Vergi borcunu ödeyen esnaf, kredi borcunu ödeyen talebe, trafik cezasını ödeyen, kaçak elektrik ve su kullanmayan namuslu vatandaş –ki olması gereken budur- karşısında vergi borcunu ödemeyen esnafa ve benzeri durumda olanlara aflar getiriliyor mu? Evet.
- Hükûmet kendi iktisadi politikaları sonucu ortaya çıkan enflasyon, hayat pahalılığı ve alım gücünün düşmesi sonucu piyasadaki emtianın fiyat etiketini “narh” koyarak kendisi belirleyebiliyor mu? Hayır. Peki, evini kiraya veren vatandaşın ev kirasının ne kadar olacağını belirleyebiliyor mu? Evet. Peki, ev kiralarında daha önce uygulanan ve emlakçılar odasınca her ay ilan edilen “kiralara TÜFE oranında zam yapılması” yanlış mıydı? Hayır, doğruydu. Bir sıkıntı çıkıyor muydu? Hayır. Hükûmet kendi kurumunun (TÜİK) ilan ettiği %100’lere varan enflasyona karşı kira artışını %25’le sınırlama yetkisini haiz midir? Hayır. Yaparsa ne olur? Keyfilik olur, o ülke de hukuk devleti değil kanun devleti olur. Kanunların en sıkıları da demokratik olmayan ülkelerde olur.
- Bir vatandaş arabasına hem kendinden hem de başkasından kaynaklanacak kazalara karşı trafik sigortası ve üstüne de kasko sigortası yaptırırken diğer vatandaş ikisini de yaptırmazsa yaptığı kazaları devlet kurumları tazmin ediyor mu? Hayır. Bu doğru mu? Evet. Peki, evinin veya işyerinin Zorunlu Deprem Sigortasını[2] yaptırmayan vatandaş, yaptıranla eşit hale geliyor mu? Büyük oranda evet.
- Cana ve mala karşı işlenen cinayetlere, tecavüzlere, hırsızlıklara getirilen aflara burada girmiyorum. O da ayrı bir dosyanın konusu[3].
Bu kadar sorudan sonra sormak lâzım. Bu nasıl bir iktisadi sistem? Bu nasıl bir “hukuk” devleti? Bu çarpık uygulamalar namuslu vatandaşı cezalandırırken sorumluluklarını yerine getirmeyenleri ve suç işleyenleri koruyup mükâfaatlandırmıyor mu? Ey Hazine ve Maliye Bakanı 5 yıl boyunca “reel ekonomi” böyle mi uygulanacak? Hazinenin ana gelir kaynağını adaletsizliği arttıran ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler mi oluşturacak? Gelir dağılımındaki adaletsizlik böyle mi giderilecek? Siz uluslararası sistemi ve piyasa ekonomisini iyi bilirsiniz. Dünyanın hangi serbest piyasa ekonomisinde böyle uygulamalar var? Biz iktisatçı değiliz, lütfen açıklayın da biz de, efkâr-ı amme de bilsin.
[1]Konu ile ilgili detay bilgi isteyenler “Eğitime Biçilen Rol: Yetenek Geliştirme Mi? Kimlik Dönüştürme Mi?” başlıklı makale (https://dergipark.org.tr/tr/pub/buefad/issue/46051/426770) ile “Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim” başlıklı makaleye (https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6549) bakabilirler. [2] Zorunlu Deprem Sigortası, Türkiye'de oturmakta olan tüm binaları kapsayan bir sigorta sistemidir. Bu sigorta, deprem sonucu meydana gelen hasarları karşılamak amacıyla oluşturulmuştur. 1999 Marmara depremleri sonrasında çıkarılan bir kanunla yürürlüğe giren DASK, tüm konutların ve işyerlerinin en az bir yıl mecburi olarak sigortalanmasını sağlamaktadır. Bu sigorta sayesinde, deprem riskine karşı koruma altına alınan yapılar, meydana gelen hasarlar için sigorta şirketlerinden tazminat alabilirler. Ancak her yıl ilan edilen DASK limitleri ve üst sınırı aşan hasarlar için ayrıca “konut sigortası” yaptırılması gereği gibi hususlar kamu kurumlarının dinamik hayatın gerisinde kaldığını gösterdiği gibi bu alanın acilen yeniden düzenlenmesi gerektiğini de ortaya koymaktadır. [3] Kişiler şahsi hayatlarında kendilerine karşı yapılan haksızlıkları ve suçları affedebilirler ancak temsil makamında oldukları zaman öyle bir yetki kullanamazlar. Şahıslarına karşı suç işlendiği iddiasıyla bile mahkemelere koşanların gayrın canına ve malına karşı işlenen suçlarda affa yönelmesi cây-ı ibrettir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler