Bakad

  • ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
    • HAKKIMIZDA
    • YÖNETİM
    • MİSYON
    • VİZYON
    • DEĞERLER
  • AKADEMİK BAKIŞ
  • DERGİLER
    • Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi (USOBED)
    • Uluslararası Batı Karadeniz Mühendislik ve Fen Bilimleri Dergisi (UMÜFED)
  • BAKAD YAYINEVİ
  • HABERLER
    • HABERLER
    • KONFERANS
    • SEMPOZYUM
    • PANEL
    • SEMİNER
  • İLETİŞİM
  • Ankara Web Tasarım
  • Tarafından gönderilen makaleler admin
  • Sayfa 2
4 Aralık 2025

Author: admin

SOYKIRIM SAFSATASI ÜZERİNDEN TÜRKİYE’YE ŞANTAJ SİYASETİ

Pazar, 25 Nisan 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut BOZAN

Emperyalist küresel güçlerin hâkimiyetlerini sürdürmek için kullandıkları ifade ve söylemlerden birisi de hedef aldıkları devletleri teröristlikle, haydutlukla ve soykırımla suçlamalarıdır. Bu şirretliklerini ellerindeki medya vasıtaları ile propaganda ederek, akademik unsurları kullanarak ve yine kendi kurdukları insan hakları örgütlerine hazırlattıkları raporları yayınlayarak devam ettirmeye çalışırlar. Ayrıca hedef aldıkları ülkelerden ucuz fiyata hainler de devşirebilirler. Bu şekilde kurmuş oldukları tezgâhı bozmak ve yalanlarını boşa çıkarmak daha da ötesi mezalim ve vahşetlerle dolu kendi tarihlerini deşifre etmek o kadar da kolay değildir. Fakat devran dönmekte, güç dengeleri yer değiştirmekte ve “papazın her gün yahni yediği” günler geride kalmaktadır.

Osmanlı coğrafyasında kurdurdukları sun’i devletlerden Yunanistan ve İsrail’i siyasetleri için kullandıkları gibi Ermenistan’ı da farklı bir politika için kullanmaya çalışıyorlar. Her sene 24 Nisan tarihini uydurdukları “Ermeni soykırımı” yalanı üzerinden Türkiye’ye bir şantaj siyasetine dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu hususta Hıristiyan dayanışmasından da istifade ederek bir akım oluşturma stratejisi güdüyorlar ve Türkiye’nin “tüm arşivlerin açılması, ilgili ülkelerden akademik bir komisyon teşkil edilmesi, arşivlerin incelenmesi ve gerçeklerin ortaya çıkarılması” teklifine kör ve sağır kalıp, yaygara ve propagandalarının kayıtsız-şartsız kabul edilmesini istiyorlar. Bu yolla hem Türkiye’yi baskı altında tutmak, hem dünyaya dağılan ve kimliğini kaybetmek üzere olan Ermenilere kimlik ve vücut kazandırmak hem de Ermenistan’a elleri altındaki sözde “uluslararası kuruluşlar” marifetiyle avantalar sağlamak istiyorlar.

Eğer Müslümanlarda kendileri gibi başka din ve milliyette olanları yok etme siyaseti olsaydı yaklaşık 1400 senedir Müslüman hâkimiyetinde olan Mısır’da, milyonlarca değil bir Hristiyan bile kalmazdı. Keza 400-500 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalan Yunan, Bulgar, Ermeni, Rumen, Sırp, Hırvat vs. halklarından bir tanesi bile var olamazdı. Oysa hepsi dinleriyle, kiliseleriyle, dilleri, örf ve adetleriyle bugünlere gelebilmişlerdir. Ancak Osmanlı o topraklardan çekildikten bir asır sonra Müslümanların ne hale düşürüldüğü mâlum. 800 sene Müslüman hâkimiyeti altında kalan Endülüs’te Hıristiyanlar huzur içinde yaşarken, bugün o topraklarda bir tane bile Müslüman bırakılmamıştır. Amerika’ya ulaşan Avrupa’nın yerli halkları nasıl Hristiyanlaştırdığı, kalanını da nasıl imha ettiği kimsenin meçhulü değildir. O halde bizim ne inancımızda, ne geleneğimizde ne de insanlık anlayışımızda olmayan “soykırım” gibi bir vahşeti neden bize yamamaya çalışıyorlar? Neden bizi de Nazi Almanya’sı eşdeğeri yapma gayretindeler? Demek burada siyasi bir gayenin tahakkuku için çalıştıkları gün gibi ortadadır.

Yaşanan hadiseyi kısaca hatırlamak gerekirse, Avrupa’nın büyük devletleri ve Rusya’nın Osmanlı coğrafyasını parçalamak için kullandıkları gayrı Müslim unsurların önce “hak-hukuk” teraneleriyle ayrıcalıklı hatta üstün bir konuma getirilmesi, daha sonra reform talepleriyle muhtariyet verdirilmesi, en sonunda da kendi kontrollerinde bir devlete dönüştürülmesi siyaseti Ermenistan hikâyesinde başarılı olamamıştır. Hatırlanacağı üzere Malazgirt’te Bizans ordusunun mağlubiyetinde Alparslan’ın safında duran Ermeniler “Milleti Sâdıka” olarak yüzyıllarca Anadolu’da refah içinde yaşamışlar, daha önce mahrum oldukları inanç ve ibadet hürriyetlerine sahip olarak dil ve görenekleriyle birlikte yaşayagelmişlerdir. Ancak Birinci Dünya harbini fırsat bilerek Rus, Fransız ve İngilizlerin kışkırtmasıyla Yunanlılar gibi bağımsız olma düşüncesiyle isyan etmişlerdir. Bu dönemde 1912 Osmanlı nüfus sayımında Ermeni mevcudiyeti tüm mezhepleriyle birlikte 1.294.851 kişidir. Osmanlı Devleti de bu tehdidi bertaraf etmek için harbin sonuna kadar yaklaşık 438.758 Ermeni vatandaşını yine kendi coğrafyası içinde fakat tehdit oluşturmayacak şekilde ve harbin hitamında geri dönmek üzere 27 Mayıs 1915 tarihinde muvakkat olarak Suriye civarına sevk ve tehcir etmiştir. Ancak bunların 382.148 kadarı tehcir bölgesine ulaşabilmiştir. Tehcir sevkiyatının durdurulduğu Şubat 1916 tarihine kadar Rus ve Fransız ordusuna katılmak için yapılan firarlar, hastalıklar ve eşkiya saldırıları ile bir takım kayıplar olmuştur. Bazen de Taşnak ve Hınçak gibi Ermeni çetelerinin yapmış oldukları katliamların intikamını almak için yerli halkın saldırılarından da bahsedilmektedir. Osmanlı arşiv kayıtlarına göre eşkıya saldırısına bağlı olarak ölen Ermeni sayısı 6.500-7.000 civarında olup, bunun üzerine faillerin cezalandırılması için Devletin tedbir aldığı kaydedilmektedir. Bununla ilgi devlet politikası, alınan resmi kararlar ve yapılan uygulamalar kayıt altına alınmış ve arşivlenmiştir. Keza yabancı ülkelerin büyükelçilikleri ve konsoloslukları ile Kızılhaç yetkilileri de tehciri ve iskanı takip etmişler ve ülkelerine raporlamışlardır. Rus işgali sırasında Ermeni-Rus işbirliği ile bu bölgede 1,5 milyon Müslümanın katledildiği, azınlık durumundaki Ermenilere alan açmak amacıyla Ermeni çetelerinin Müslümanları katledip göçe zorladığı da tarihi gerçeklerdendir. Harbi Umumi’den (1. Dünya Harbi) mağlup olarak çıkan Osmanlı Devleti “soykırım” iddiaları üzerine özellikle İngilizlerin kurmuş olduğu mahkemelerde mahkûm edilememiştir.

Meselenin bu tarafı ne Ermenilerin ne de arkasındaki güçlerin hoşuna gitmediği için “soykırım” yalanı uydurulmuş, bunun üzerinden Asala terör örgütü Türkiye’ye musallat edilmiş, o bitirilince de yerine PKK terör örgütü ihdas edilmiştir. Başta ABD ve Avrupa olmak üzere küresel güçler dünya hâkimiyetini idame için artık kendilerini geri çekerek yerlerine vekâlet verdikleri terör örgütlerini kullanmakta, terör maşaları üzerinden hasım gördükleri devletlere zarar vermeye çalışmaktadırlar. Bunların bir kısmını etnik kimlik üzerinden, bir kısmını ideoloji, bir kısmını da din ve mezhep farklılıkları üzerinden kurgulamakta, kullanmakta ve miadı dolunca veya mecbur kalınca da ortadan kaldırmaktadırlar.

İşte “soykırım” iftirası da ABD ve yardakçılarının bu amaçla kullanmaya çalıştıkları bedava bir baskı aracıdır. Bunun üzerinden pazarlık yapmak, tavizler koparmaya çalışmak, göz korkutmak, gücü yeterse tehdit etmeye çalışmak ve Türkiye üzerinde “Ermeni sokırımı” palavrasını “demoklesin kılıcı” gibi sallandırmak, alıcısı olduğu sürece vazgeçemeyecekleri bir karta dönüşmüş durumdadır.

Bu iftira kartını ecnebilerin elinden almak için Türkiye’nin uzmanlardan meydana gelen bir akademik komisyon teşkil etmesi ve ilgili taraflara iştirak çağırısı yaparak bu çalışmayı yapması ve sonuçlandırması gerekir. Ayrıca bu komisyonun Azerbaycan Hocalı’da, Bosna’da, Kırım’da, Türkistan’da, Afganistan’da, Cezayir’de, Ruanda’da ve hatta Amerika kıt’asında ve dünyanın muhtelif yerlerinde ecnebilerin yapmış oldukları soykırımları araştırarak raporlar hazırlaması ve dünyaya duyurması elzemdir. Bize, geçmişimize ve tarihimize iftira atan her ülke için misilleme yapmak artık bir vecibe olmuştur. ABD Başkanı Joe Biden’in bugünkü “soykırım” iftirasına elbette Türkiye gereken cevabı hak ettiği şekilde verecektir. Ayrıca Türkiye Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde güncelleme yaparak ABD’yi birinci tehdit unsuru yapmalı, siyasetini ona göre yeniden yapılandırmalıdır.

Tarih bize hayatı savaş olarak gören, yaşama hakkını güçlülere tahsis eden ve zayıfların hakkının ancak doğal seleksiyona uğramak olduğu inancında olan ve üstün ırk anlayışındaki bu zalimlere karşı mazlum milletlerin sesi ve müdafii olma fırsatını sunmaktadır. Bu durum dünya siyasetinde üçüncü bir güç tezahürünün habercisi olabilir.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

BAHARDA DAĞDAN ÇIĞ DÜŞÜRME ATIŞLARI

Pazartesi, 05 Nisan 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut BOZAN

Türkiye’de bahar mevsimi kimilerinde farklı hisler uyandırıyor. Tabiat kışın ardından dirilip yeşerirken bazı hazan mevsimi bedbinleri zümrüt yeşili dağlardan çığ hasadı yapmaya çalışıyorlar. Ola ki tepeden harekete geçirebilecekleri bir kar yığınının aşağı doğru tekerlenirken belki de bir çığa dönüşebileceğinin hayalini kuruyorlar. Belli ki geçmişte damaklarında bir darbe tadı kalmış, ülke zarar ve kayıplar yaşarken onlar müstefit olup yeşermişler. Şimdi ise bir darbe kotaramazlarsa bile ahir ömürlerinde en azından bir “kahramanlık” duygusunu yaşamak istiyorlar.

Türkiye totaliter ve otoriter rejimlerden çok partili hayata kapı aralamakla birlikte demokratik bir sisteme geçişte çok sıkıntılar yaşadı. Milli irade asker ve sivil bürokratların vesayetinden yakasını uzun yıllar kurtaramadı. Tek partili dönemin yetiştirdiği asker-sivil bürokratlar, akademisyenler hep memleketin “alikıran-başkesen”i oldular. Yapılan darbe anayasaları ile kendilerini garantiye alacak vesayet müesseseleri kurdular, bin düğüm attıkları “kanun devleti”nde hak ve hukuka geçit vermediler. Ne zaman milli irade yöneticilerini seçecek olsa ya astılar, ya suikastlara maruz bıraktılar, ya sürdüler. Asla seçilmişlere itaat etmek istemediler. Kendilerini hancı ve asıl, milli iradeyi yolcu ve füruat olarak gördüler.

Dünya değişti, kutupların çifti de teki de zevale yöneldi. Türkiye kabuğunu kırdı, milli irade devletin idaresinde kendisini göstermeye başladı. Totaliter cumhuriyet döneminin Batılılaştırma çabalarının sonucunda ortaya çıkan ve Samuel P. Huntington’un resmettiği “torn country” (yırtık, şizofren ülke) yerini kendi asli kimliğine dönen bir Türkiye’ye bıraktı. Ancak bunu hazmedemeyen, bedenen bu ülkeye ama zihnen batıya bağlı bir kesim ve ağırlıklı olarak da bürokrat ağırlıklı bir eski nesil direnmeye devam ediyor. Milli iradeyi sevmiyor, halkın değerlerinden hazzetmiyor, sureta demokrat, gerçekte dayatmacı ve totaliter otokrat anlayışta olanlar ne zaman bir fırsat bulsalar veya buldukları zehabına kapılsalar hemen milli iradeyi tehdide yelteniyorlar. Fikirleriyle, görüşleriyle bir parti kimliğiyle halkın karşısına çıkmaya ve milli iradenin tasvibini almaya asla yanaşmıyorlar. Önceki tecrübeleriyle biliyorlar ki milletin karşısına bir siyasi parti kimliğiyle çıktıkları zaman halk onlara itibar etmiyor.

O zaman geriye tek bir şey kalıyor, cuntacılık. Kendilerini istemeyen halkın başına zorla geçip, anayasalar, kanunlar çıkarıp, onların değiştirilmemesi için de vesayet kurumları eliyle dört bir tarafına düğümler atıp, hatta gelecek nesillerin iradesine “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyerek ipotekler koyup ebediyyen yönetecekleri bir ülke hayal ediyorlar. Bu dünyadan kopuk kasıntı seçkincilerin nazarında “allâmeyi cihan” olsanız, bir ehemmiyeti yok. Kendi ideolojilerinde olmayan herkes yetersiz, cahil, yönetilmesi gereken kuru kalabalık.

İşte bu kafa ve anlayışta olan bir kısım akademisyenler, bazı silahsız bürokrat ve emekli büyükelçiler, sefirler, monşerler milli iradeye peş peşe ihtar çektiler. Daha 2021 yılının başında Boğaziçi Üniversitesine rektör tayinini bahane eden öğretim üyeleri tüm üniversitelerde uygulanan rektör tayininden Boğaziçi Üniversitesi istisna imiş gibi zırva bahanelerle kazan kaldırdılar, her gün saat 12’de arkalarını Rektörlük binasına dönerek rektör Prof. Dr. Melih Bulu’yu güya protesto ettiler. Öğrencileri tahrik edip sokağa sürmeye, kargaşa çıkarmaya çalıştılar.

Onları emekli büyükelçiler takip etti. 126 tane emekli büyükelçi 30 Ocak 2020’de yaptıkları açıklamada Montrö Sözleşmesi üzerinden siyasi iktidarı tenkit edip Kanal İstanbul projesinden vaz geçilmesi talebinde hatta tehdidinde bulundular. Onlara göre “Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açar, o da Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki hükümranlığın kaybedilmesini intaç eder.” Neyse ki emekli büyükelçilerin “dağdan çığ düşürme” atışları da neticesiz kaldı.

Bu sefer meydana silahlı bürokratların emeklileri indi. Bunlar daha celalli ve öfkeliydiler. Vesayetçi seleflerine özenerek bir “bildiri” kaleme aldılar. 104 e-amiral 4 Nisan 2021 tarihinde bir “gece yarısı muhtırası” ile seçilmiş cumhurbaşkanını ve onun şahsında milli iradeyi tehdit ettiler. Sert kayaya çarpınca da bunu “fikir hürriyeti” kılıfına sokarak perdelemeye çalıştılar. Dağdan çığ kopararak sokağı hareketlendirme ve yeni yeni “gezi” hadiseleri çıkarma plânları bir kere daha akim kaldı.

Cunta heveslisi beyler! Sizin miadınız doldu. Gelen neslin kapısında durmayın. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüne milletin verdiği cevabı da unutmayın. Medarı iftiharımız olan ordumuzu da töhmet altında bırakmayın. Ömrünüzün son deminde müktesebatınızı vatan ve millet hesabına hayırlı işlerde kullanmaya çalışın. Milletin iradesi kimi seçerse ülkeyi onun yönetmesine rıza gösterin. Tenkit etmek isterseniz, müktesebatınızla edin ama tehdit etmeyin. Düşmanlarla hulus birliği yapmayın.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

ÜÇ KURMACA DEVLET

Pazartesi, 22 Mart 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut Bozan

Yakın dönemin küresel siyasetinde hegemonik güçlerin Türkiye’yi baskılamak amacıyla üç kurmaca devleti sıkça kullandığına şahit oluyoruz. Bu fabrikasyon devletçikler Yunanistan, Ermenistan ve İsrail’dir. Zamanı biraz geriye sardığımızda bu üç devletin vatandaşları olan Yunan, Ermeni ve Yahudilerin Osmanlı Devleti bünyesinde dilleri, dinleri, kilise ve havraları, örf ve adetleri, canları ve mallarının koruma altında olduğu, daha da önemlisi huzur içerisinde yaşadıkları görülür. Hatta o kadar ki Müslüman ahali bu gayrı Müslim unsurlardan daha müreffeh değildir. Zimmilikleri sebebiyle Devletin koruması altındadırlar. Müslümanlar zekât ve öşür verirken, gayrı Müslimlerden haraç ve cizye alınmaktadır. Yani ağır bir vergi yükleri yoktur. Üstelik baş vergisi de denilen cizye karşılığında askerlikten de muaftırlar. Çok cüz’i bir bedel karşılığında askerlik yapmaktan kurtulmaktadırlar. Bunun ne kadar değerli olduğunu anlamak için Tanzimat Fermanı ile eşit vatandaşlık hakları kazanan gayrı Müslimlerin askerlik yapmada eşitliğe sıra gelince hemen nasıl iptal için canhıraş şekilde uğraştıklarını ve onu iptal ettirerek eskisi gibi cizye vermeyi seve seve kabul ettiklerini hatırlamak yeter. Müslüman ahali vatan savunmasında cepheden cepheye koşarken, gayrı Müslimler koruma altında hem çoğalmışlar hem de ticaret ve mesleklerini icra ile zengin olmuşlardır. Hâsılı ne Rum, ne Ermeni, ne Yahudi ne de başka bir gayrı Müslimin Osmanlı aleyhine tek bir kelime dahi etmeye hakkı yoktur.

Ne vakit ki Devlet-i Âliye ihtiyarlamış ve zayıflamış, düşmanlar ise güçlenmişler, üstelik de Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımları Avrupa ile yakın münasebette bulunan gayrı Müslimleri ayartmış; işte o zaman dış düşmanlara bir de bu iç düşmanlar ilave olmaya başlamıştır. İngilizler, Fransızlar ve Ruslar içimizdeki gayrı Müslim unsurların hamiliğini üstlenmişler, onlar da bu himayeye çıkardıkları isyanlarla güç katmaya ve Devleti Âliye’yi zayıflatmaya çalışmışlardır. Netice itibariyle “onların dışarıdan, bunların içeriden” işbirliği halinde saldırmaları sonucu önce Yunanlılara, sonra Ermenilere, daha sonra da Yahudilere efendileri birer devletçik ihsan etmişlerdir. Şimdi bu serencamı kısaca gözden geçirelim.

Osmanlı Devletinden ilk koparılan parça Yunanlılar olmuştur. Osmanlı hariciyesinde ağırlıklı nüfuza kavuşan Yunanlıların ihaneti ile başlayan süreçte Rus, İngiliz ve Fransız üçlüsünün 1827 yılında Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmaları ve 1829’da yapılan Edirne Antlaşması sonucu Rusya’nın baskısıyla Yunanlılara istiklâliyet tanınmış ve 1830 İstanbul antlaşması ile de durum resmiyet kazanmıştır.  Yunanlılara verilen toprak 47.516 km² dir, fakat efendilerinin ihsanları ile bu toprak sürekli genişleyecek (bugün 131.957 km²) ve bu günlere gelecektir. Yunanlılar efendilerinin himaye ve şımartması altında adalar üzerinden denizlere de hâkim olmak isteyecekler, böylece Türkiye üzerinde sürekli bir Yunan tacizi siyaseti ortaya çıkacaktır. Ama Yunan okullarında uydurulmuş, yalan ve iftiralarla şişirilmiş bir tarih okutulmakta, sözüm ona “şanlı bir bağımsızlık savaşı” ile gelen nesillerin beyinleri yıkanmakta ve Türk nefreti iman esası gibi ezberletilmektedir. Böylece Hıristiyan dünyada Batı medeniyetinin çekirdek unsuru kabul edilen Antik Yunan üzerinden bir nevi hulus birliği sağlanmış olmaktadır.

Fenerli Rumların ihaneti sonrasında Osmanlı Devletinin “Millet-i Sâdıka” dediği Ermenilere alan açılmış ve devlet bürokrasisinde kâtiplikten nâzırlığa kadar pek çok alanda Ermeni vatandaşlara görevler verilmiştir.[1] Acaba hangi ülkenin tarihinde başka unsurlara bu kadar güvenilmiş ve üst seviyede vazife tevdi edilmiştir? Bugünün demokratik yönetim anlayışlarında bile Amerika ve Avrupa’da bunun bir örneğine rastlamanın imkân ve ihtimali yoktur. Ancak Ermeniler de Yunanlılardan ihanet konusunda geri kalmamışlar, Hıristiyan dünyasının güçlü ülkelerini arkalarına alarak veya onların siyasetlerine aşkla alet olarak Osmanlı’ya en nazik zamanında isyan etmişlerdir. Taşnak ve Hınçak başta olmak üzere teşkil edilen çeteler ülkede terör estirmişler, hatta bir Osmanlı Padişahına bombalı suikast düzenleyebilmişlerdir. 1. Dünya Harbinde fiilen Ruslarla işbirliği halinde Devleti Âliye’ye savaş açmışlardır. Osmanlı Devleti 7 Mayıs 1915’te çıkarmış olduğu Geçici Sevk ve İskân Kanunu (Tehcir Kanunu) ile tehdit teşkil eden Ermeni nüfusu yine devletin Rus sınırından uzak Halep ve Suriye vilayetlerinin bazı bölgelerine muvakkaten tehcire yani mecburi göçe tabi tutmuştur. Emeline nail olamayan Ermeniler, Rusların güney Kafkasya siyasetine uygun olarak Azerbaycan topraklarına iskân edilmişler ve toplama nüfus temini ile sun’i bir Ermenistan inşa etmişlerdir.

Dünyaya dağılmış ve kaybolmaya yüz tutmuş Ermeni kimliğini korumak için de “soykırım” yalanını ortaya atmışlar, bu yalan üzerinden hem varlık inşa etme hem de Türkiye’yi taciz etme siyaseti gütmeye başlamışlardır[2]. Yunanistan gibi Ermeniler de efendilerinin ikramları ile toprak büyütme gayretine düşmüşler, Rusların desteğiyle Azerbaycan topraklarını işgal etmişler ve Karabağ’ı ele geçirmişlerdir. Neyse ki Türkiye’nin gücünü toparlaması ve kardeş ülkeye askeri destek sağlaması ile Azerbaycan 40 günde Ermeni askeri gücünü eze eze topraklarını kurtarmayı başarmış ve 10 Kasım 2020 ateşkes antlaşması ile bir zafer kazanmıştır. Tüm bunlara rağmen Ermenistan Türkiye’den toprak talep etmekte ve resmi armasının ortasına Ağrı dağını yerleştirerek bir nevi “Siyon tepesi” hayalinin peşinden gitmektedir.

Yunan ve Ermeni milletlerinden kısmen farklı olan Yahudiler de kurmaca devletlerin üçüncü halkasını teşkil etmektedir. Her ne kadar iki dünya harbi sonrasında sömürgeci güçler sömürdükleri ülkelere istiklâliyet tanımış olsalar da oralardan ellerini bütün bütün çekmemişler, hâkimiyetlerini idame için ya fabrikasyon devletler inşa etmişler veya sınır ihtilafları ile sürekli müdahale edecekleri fırsat kapıları bırakmışlardır. Biz burada sadece Türkiye açısından kullanılan üç devletçiği incelemeye alıyoruz.

Yahudiler din ve milliyet olarak Hıristiyanlardan farklı, hatta onların menfuru olsalar da kullanılmak açısından bir benzerlik taşımaktadırlar. Osmanlı tebaaları arasında en mesut yaşayan gayrı Müslimlerden biri olan Yahudiler gerek Allah’ın birliğine inanma, gerekse domuz eti yememe, sünnet olma gibi sosyal hayatları bakımından Müslümanlar arasında daha uyumlu ve Hıristiyan nefretinden uzakta bir hayat sürmüşler, gayrı Müslim ayrıcalıklarından istifade ile zenginleşmişler ve nüfus olarak da artmışlardır. Üstelik İspanya’da imha olmaktan Osmanlı Devletinin insani şefkati sayesinde kurtulabilmişler ve Osmanlı topraklarına iskân edilmişlerdi. Daha da ötesi devlet bürokrasisinde istihdam edilmişler, önemli makamlara rahatlıkla gelebilmişlerdir. Ancak milliyetçilik onların da gözünü döndürmüş, ABD ve İngiltere’nin müzahereti, Almanların itmesi ve nefreti Yahudilere Filistin’de bir devlet kurma hayalini gerçeğe döndürme gayreti aşılamıştır.

2. Abdulhamid Han’dan toprak satın alma tüccarlığı ve fırsatçılığı netice vermeyince Osmanlı’nın vefatını beklemek zorunda kalmışlar ve Filistin’in İngiliz hâkimiyetine girmesiyle Siyonist hareket İsrail devletine dönüşmek için ABD’nin kurduğu Birleşmiş Milletlere müracaat etmiş, ABD’nin kontrolünde olan BM’de, 1947 yılında Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar vermiştir. Böylece Batılı efendileri sayesinde daha önce gettolara sıkıştırılan Yahudiler devlet sahibi olmuşlar ve yine efendilerinin müzahereti altında genişleye genişleye Filistin’in tamamını ele geçirecek duruma gelmişlerdir. Yunan ve Ermenilerden farklı olarak nitelikli insan gücüne sahip olan Yahudiler dünyada az bir nüfusa sahip olmalarına rağmen Siyonist ideal, Yahudi kardeşliği ve Mason dayanışması gibi birleştirici bağları sayesinde bulundukları ülkelerde kazan-kazan mantığı ile güç terakümü yapmışlardır. Bu denklemin kaybet-kaybet tarafında ise hep Müslümanlar bulunmaktadır.

Küresel hegemonik güçler bu üç kurmaca devlete yaklaşık bir asırdır bir yenisini ilave etmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Bu dördüncüsü ise gayrı Müslimler üzerinden değil maalesef mağdur ve mazlum bir halk üzerinden yapılmaya çalışılmakta, Kürtler bu gaye için istismar edilmektedir. Türkiye’ye bu hususta ağır bir fatura çıkarılmış olmakla birlikte Müslüman halkın sağduyusu bu oyunu boşa çıkarmakta kararlıdır. Bizimiçin savunma dönemi bitmiş, saldırılara misliyle mukabele dönemi başlamıştır.

Hülasa edersek; doğuda Ermeniler, batıda Yunanlılar ve güneyde de Yahudiler el’an çıkmış oldukları Osmanlı topraklarından onun varisi olan Türkiye’ye husumet pazarlamaktadırlar ve zaten onun için kurulmuşlardır. Ancak unutulmaması gereken husus şudur; dünün güçlüleri bugün artık zayıflamakta, yukarıda olanlar aşağıya doğru inmekte, medeniyet ışıkları Asya’dan bize doğru gelmektedir. Batı medeniyetinin emzirdiği Nazizm, Faşizm, Marksizm ve Kapitalizmin bunalttığı dünya İslâm medeniyetinin sulh ortamına muhtaçtır ve vaktiyle yaşanmış olan “Osmanlı Barışı” ile tanışmayı beklemektedir. Bu üç devletin de siyasi aklına tavsiyemiz stratejilerini buna göre yapmaları, efendilerinin arkalarında durma gücü kalmayınca ne yapacaklarını bir kere daha düşünmeleridir.


[1] Osmanlı Devletinde Ermenilerden 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili, 7 Büyükelçi,11 Başkonsolos ve Konsolos, 11 Üniversite öğretim üyesi ve 41 Yüksek rütbeli memur hizmet görmüştür. Sayıya diğer alt kadrolar dâhil değildir. Bkz; Ethemoğlu, M. (1987). Ermeni Terörünün Kısa Tarihi, Dicle Üniversitesi Yayınları, Diyarbakır.

[2] Ermenistan’ın en büyük tehditlerinden birisi Iğdır’a 30 km. mesafede bulunan ve 1977 yılında inşa edilen Metzamor nükleer santralidir. Birinci derece fay hattında bulunan santral, dünyadaki en güvensiz reaktör olma özelliği taşımakta olup, bugüne kadar 106 civarında kaza geçirmiş olmasına ve Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen bir tehdit unsuru olarak inatla çalıştırılmaktadır. Çernobil’den daha tehlikeli olan bu reaktör çevresindeki 4 milyon insanı tehdit etmekte ve Ermenistan’dan ziyade Türkiye için ağır bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye’de hemen her şeyi protesto eden ama Metzamor nükleer santrali için tek kelime etmeyen “çevreciler”in kulakları çınlasın!

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

ÖSYM’NİN SINAV STRATEJİSİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Pazar, 28 Şubat 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut Bozan

Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)’nin yaptığı sınavlar varlığıyla, yapılış şekliyle ve alınan ücretlerle vatandaşlar ve özellikle sınava girenler tarafından ciddi şekilde eleştirilmektedir. Kendi ifadeleriyle “Ulusal ölçekte yıllık ortalama 10 milyonun üzerinde adaya sınav hizmeti sunan ve yaklaşık 50 çeşit sınav yaparak bu ölçekte ülkemizde ve dünyada tek sınav merkezi olan ÖSYM” gerçekten “herkes için her yerde olabilmekte midir?” Verdiği hizmeti alanlar memnun mudur? Daha da önemlisi “şeffaf ve hesap verebilir” durumda mıdır? Bu yazı virüs pandemisi münasebetiyle biriken sınavlar üzerinden ÖSYM’ye bir açık mektup olarak kaleme alınmıştır.

ÖSYM ile ilgili şikâyetler 5 ana başlık altında toplanmaktadır.

  1. ÖSYM sınav hizmetini aşırı pahalı yapmakta, üstüne üstlük sınav ücretleri üzerinden KDV tahsili yapılmaktadır.
  2. Türkiye’nin 81 ilinde üniversite bulunduğu halde sınavların hepsi 81 ilde yapılmamaktadır.
  3. Adaylar ikametgâhları civarında yeteri kadar sınav binası, okul varken hayli uzak merkezlerde sınava girmek zorunda bırakılmaktadır. Özellikle büyük kentlerde bu durum sınav stresine tavan yaptırmaktadır.
  4. Sınavlarda olması gerekenin dışında, mâkuliyeti aşan ve “ifrat” denilebilecek bazı kurallar adayları kaygılandırmaktadır.
  5. ÖSYM’nin velinimeti kahir ekseriyet öğrenciler olmakla beraber stratejik plânlama ekibinde bir tane bile öğrenci temsilcisi bulunmamaktadır.

Bu şikâyetlerden ÖSYM üst yönetiminin haberi var mıdır bilinmez. Yoksa, zaten diğer soruları sormaya ve açıklama istemeye gerek yoktur. Biz kısmen de olsa var olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bırakalım dış paydaş analizini, ÖSYM üst yöneticileri yakınlarından sınava giren birkaç kişiye ÖSYM ile ilgili görüşlerini sorsalar teknik kısımlar hariç yukarıda sayılan sıkıntıların çoğunu dile getireceklerdir.

Şimdi yukarıdaki sorulara cevap isteyelim ve meslektaşlarımız kusura bakmasınlar ama yönetim makamında olmanın sorumluluklarını onlara hatırlatalım.

  1. Bir ülkenin en değerli hazinesi iyi eğitilmiş insan, yani “beşeri sermayesi” olup, stratejik bir önemi haizdir. Binaenaleyh bu sermayenin teşekkülünde önemli bir sorumluluk üstlenen ÖSYM, ticari bir işletme gibi davranmamalı, sınavları bir kazanç kapısı olarak görmemelidir. Maliyetleri düşürmeli, nerelerden tasarruf yapacağını da iyi hesaplamalıdır. ÖSYM’nin stratejik plânındaki 5 yıllık maliyet tablosuna bakıldığında israf kapıları açıklıkla görülebilirken stratejik plân mali analizinde tasarruftan ziyade dövizdeki artış gerekçe gösterilerek sınav ücretlerinin arttırılmasından söz edilmektedir. Sınav ücretlerinden katma değer vergisi alınması da sınav ücretlerinde artışın devam edeceğini göstermektedir.

Zaten bu ülkenin başı dolaylı vergilerle beladadır. Kayıt dışılık, vergi kaçakları, vergisini veren namuslu insanlara hakaret mânasına gelen vergi afları, keyfi zam ve tekelcilikler, envaı çeşit hırsızlıkların toplam maliyeti vatandaşın sırtına yüklenirken bir de üzerine çocuğunun sınav ücretinden vergi almaya çalışmak izahı gayrı kabil bir husustur. Hoş, bu ülkede “damga vergisi” gibi bir mâli ucube halen meriyette ise, ilgili bakanlık gelir olsun da “göz üstünde kaşın var” vergisi olsun, hayır demeyecektir.

  • AK Parti iktidarı ile üniversiteler tüm illerimize yayıldı ve üzerlerinden 10-12 yıl geçti. Tüm üniversiteler yepyeni hizmet binalarına, akademik ve idari personele kavuştu. Yani sınavların tüm illerde, hatta bazı şehir nüfuslarını katlayan ilçelerde yapılmasına hiçbir engel kalmadı. O halde neden hâlâ bazı sınavlar tüm illerde yapılamıyor? “Aday odaklı il ve ilçe sınav merkezi sayısının artırılması” taahhüdü ne zaman gerçekleştirilecek? Bu sorunun cevabı da verilebilmiş değildir.
  • Benzer şekilde adayların ikametgâhları civarında kâfi miktarda okul ve imkân varken başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere özellikle büyük şehirlerde adaylar kilometrelerce uzak yerlerde sınava girmeye zorlanmaktadır. Bunun sonucunda aday daha sınava girmeden sınava yetişme endişesi ile güne başlıyor, trafik sıkışıklığı, bazen de kazalar sebebiyle yaşanan tıkanmalar toplu taşıma kadar özel arabalarıyla gidenleri dahi huzursuz edip strese sokuyor. Peki, neden böyle yapıyorlar? Basit bir program, aday odaklı dağıtımı en yakın merkezlere saniyeler içinde gerçekleştirebilirken niçin en kötü alternatif tercih ediliyor? Buna beceriksizlik mi, yoksa art niyet mi diyeceğiz? Her iki şık da kabul edilebilir değildir. Sınavların yoğunlaştığı bazı merkezlerle ilgili çok farklı değerlendirmeler yapılmakta, sınav görevi üzerinden bazı üniversite veya okulların abone gibi olduğu tartışmaları da zaman zaman basına yansımaktadır. Ayrıca yetişkin insanların oturamayacağı sıraların olduğu ilkokullardan, sürekli ambulans geçen sağlık merkezlerine kadar olumsuz fiziki şartları, ulaşım zorlukları ve aşırı gürültü gibi menfilikleri olan okullarda tüm şikâyetlere rağmen sınav yapılmaya devam edilmektedir.
  • ÖSYM’nin bazı sınav kuralları gerçekten insanı hayrete düşürecek kadar aşırı olup bunun temelinde de muhtemelen adaylara güvensizlik yatmaktadır. Sınav güvenliği adına adayların yanlarında getirdikleri hiçbir şeye müsaade edilmemekte; araba veya evinin anahtarından tutunuz paraya, otobüs kartına, hatta başörtüsünü tutan iğneye, gözlüğe kadar (ÖSYM “vur” demiş, görevliler bunu en iyi şekilde yapmak için öldürüyorlar) envaı çeşit yasaklar sınav konforunu yok etmektedir. Bazı okul önlerinde vatandaşlar “emanetçi” masaları kurarak bu sıkıntıya çözüm bulurken, bazı okul avlularında buna da müsaade edilmemektedir. Dikkatli bir gözlemci okul bahçesinin kenarlarındaki çit, mazı veya çalılar arasına ev veya araba anahtarlarının atıldığını rahatlıkla görebilir ama kimin umurunda? Konuyu hoş olmayan ama kaydını gerekli gördüğüm bir örnekle toparlamak istiyorum. Sınav esnasında ya heyecandan veya hastalıktan veya bağırsakları bozulduğu için nadir de olsa tuvalete gitme ihtiyacı ortaya çıkabiliyor. Sınav salonunu terk etmek her hal-i kârda yasak, isterse altına yapsın! Niye müsaade yok? Efendim ya kopya çekerse? Sanki böyle bir meseleyi halletmenin başka hiçbir çaresi yok! Peki, siz adaylara bu kadar güvensizlik içindesiniz, ya adaylar size nasıl güvensin? Soruların çalınmadığı ne mâlum? Eskide yaşandı, gördük. Şimdi yaşanma ihtimali yok mu? Siz nasıl binde bir ihtimalle, yani sınav salonlarına kurduğunuz kameralar, görevlendirdiğiniz onca sınav görevlileri ve sorumluları varken adayın ille de kopya çekeceği ihtimali üzerinden millete olmadık yaptırımlar uyguluyor; % 1 muhtemel kopyacı üzerinden %99 dürüst adaya sınav stresi yaşatıyorsunuz ve kendinizi mazur görüyorsunuz. Halkın da sizi sorgulama hakkı var, hem de daha fazla. Zira parayı veren o, parayı alıp hizmeti vermekle mükellef olan sizsiniz. Sorumluluk her zaman hizmeti veren tarafında daha ağırdır. Bu hususla ilgili “Adaylar üzerinden sınav güvenliği baskısının kaldırılması için teknolojik gelişmelere paralel olarak çalışmalar devam etmektedir.” şeklindeki beyanınızın meşhur “alt komisyona havale” den öte bir mânası maalesef yoktur.
  • Son olarak stratejik plânlama ekibinizde dış paydaşların en önde geleni ve bir numarası olan “müşteriler” yani talebeleri temsilen neden bir kişi dahi bulunmuyor? Tüm üniversitelerde öğrenci temsilcileri Senatolarda yerini alırken ÖSYM neden belirli sayıda öğrenciye kontenjan tanımaz? Bunun da bir cevabı olması gerekir.

Sonuç, ÖSYM’yi 2023 yılında daha iyi bir yerde görmek istiyoruz. Bu sebeple stratejik plânları ve yıllık programları ve de uygulamaları üzerinden onu takip etmeye devam edeceğiz. Bu hem onlar, hem sınava girenler, hem de sınav kalitesinin arttırılması için elzemdir. ÖSYM kurumsal kimliğinin katılımcı demokrasiye inandığını düşünüyor ve bir STK olarak bu katılımın bir parçası olma sorumluluğumuzu yerine getirmemizden memnuniyet duyulacağı inancını taşıyoruz.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

HAYVAN KATLİAMINDAN YENİ APİS ÖKÜZÜNE HAYVAN HAKLARI

Pazar, 21 Şubat 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut Bozan

Epey bir zamandır medyada hayvanlarla ilgili kötü haberler öne çıkmaya başladı. Ekseriyetle de hayvanlara yapılan bed muameleler, işkence ve telefat haberleri sıklıkla işlenmektedir. Meseleyi nasıl değerlendirmek gerekir. Hayvan “mal” mı, yoksa “can” mı üzerinden yapılan tartışmalar TBMM’nin gündemine giren kanun tasarısına nasıl yansır, bu yazıda bu konuya mercek tutmaya çalışacağız.

Öncelikle ait olduğumuz inanç ve kültür değerleri açısından hayvan neye tekabül eder ona bakalım. Değerlerimizin en yaygın dillerinden biri olan Yunus Emre “Yaradılanı hoşgör, Yaradandan ötürü” demiş. Bu ifade bizim tüm mahlûkata karşı bakış açımızın ne olması gerektiğini anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak yaradılanların bir sıralaması da vardır elbette. İnsan, “eşrefi mahlûkat” olarak en üstte yer alır. Daha sonra hayvanlar, sonra bitkiler en sonrada cansız varlıklar gelmektedir. Bu genel sıralamada “mahlûkatın en şereflisi” olarak tanımlanan insan eğer özelliklerini kaybederse hayvandan daha aşağıya düşebilir ki bunun örneklerini ilerideki satırlarda zikredeceğiz.

Peki, varlık sıralamasında en üstte olan insan diğer varlıklar üzerinde nasıl bir tasarruf yetkisi kullanacaktır? Özellikle can ve his sahibi hayvanlara istediği gibi davranabilir mi? Meseleyi beşeriyet ve İslâmiyet açısından değerlendirdiğimizde insanların bu dünyada yaşayabilmelerinin hayvan varlığına bağlı olduğunu, hayvan varlığının da bitki varlığına, onun da yerküre ve fezadaki diğer cansızların varlığına bağlı olduğunu görürüz. Allah kâinatı öyle âhenkli bir şekilde yaratmış ki bu ekosistemde var olabilmemiz için değil hayvan ve bitkileri belki toprak, su ve havayı da korumak mecburiyetindeyiz. Ancak bu mecburiyet insanın emrine verilen diğer canlı ve cansız varlıklar üzerinde hiçbir tasarruf hakkının olmadığı mânasına da gelmiyor. Zaten bu mesele öylede anlaşılmıyor. Elbette insanlar hayvanların etinden, sütünden, derisinden ve sair uzuvlarından faydalanacaklar ve onları muhtelif hizmetlerinde de kullanacaklardır. Bu açıdan bakıldığında hayvanların bir nevi canlı robotlar gibi insanlara hizmet edebilecekleri, eğer “kuş dili” yani hayvan yetenekleri tam olarak bilinse çok geniş bir alanda insanlara yardım edebilecekleri anlaşılır. Nitekim günümüzde köpeklerin sadece bekçilik değil, tıptan asayişe kadar arama-kurtarma, narkotik, bomba arama, hatta hastalık teşhisi gibi pek çok alanda istihdam edildiği görülmektedir. Öyleyse tür ve sayı olarak insanlardan milyonlar kere fazla olan arıdan, kartala, sivrisinekten file, hamsiden balinaya kadar hayatı onlarsız düşünemediğimiz hayvanlara karşı nasıl davranacağız? Bu hususta biri ifrat, diğeri tefrit doğrusu da vasat olmak üzere üç anlayış ve davranış tarzı bulunmaktadır.

Birincisi vasat yani orta yoldur. Aynı zamanda doğru olan bu yol, hayvanlara bizim Yunus’umuz gibi bakmak, hayvanlara eziyet ve işkence etmemek, onların hayat hakkına tecavüz etmemek, bilakis yerkürede onların da yaşama hakları olduğuna inanmaktır. Bu çerçevede yabani hayvanların korunması, avlanmalarında devletin belirlemiş olduğu kurallara riayet edilmesi, bunlardan hatalı olduğu düşünülen hususlara karşı da iyileştirme için faaliyet gösterilmesi, bazı türlerin ekosistemden silinmemeleri için koruma tedbirleri alınması, yabani hayvan saldırılarına karşı tedbir alınması ilk akla gelenler olduğu gibi, kedi, köpek gibi yabani hayvanların akrabası olan ve evcilleştirilen hayvanların da haklarının korunması için hukuki düzenlemeler yapılması gerekir. Bu düzenlemeler hem hayvanların haklarını korumak, hem de hayvanlardan insanları korumak şeklinde olmalıdır. Özellikle eti, sütü ve yumurtası başta olmak üzere hemen hemen her şeyinden faydalandığımız hayvanlara karşı sorumluluklarımızın olduğu unutulmamalıdır.

İkinci anlayış ve davranış şekli hayvan haklarında ifrattır. İfratçılara veya hayvan haklarında aşırı gidenlere gelince, bu guruptakiler neredeyse hayvanlarla insanları eşit tutmaya kalkmakta, hayvanlara gösterdikleri ihtimamı insanlardan esirgemektedir. Bu gurubun tarihte ulaştığı nihai nokta eski Mısır’da tapılan apis öküzü ile günümüz Hindistan’ındaki kutsiyet isnad edilen inek statüsüdür. İfratçıların bir kısmı kurdukları dernekler vasıtasıyla önemli gelir kaynaklarına ulaşabilmekte, insanların merhamet damarını kullanarak kendilerine istikbal sağlamakta, reklamlarını da çağdaşlık, modernlik, çevrecilik gibi kavramlar üzerinden yapmaktadırlar. Bu hareketin topluma yansımaları içerisinde en bilinenleri vejetaryenlik ve veganlık gibi hayvan menşeli gıda ve giyim maddelerini kullanmama hareketidir. İşin garip yanı bu hareketin öncülerini (The Vegan Society‘nin kurucularından Donald Watson’a haksızlık etmeden) bir iki asır geriye götürdüğümüzde İngiliz atalarının dünya sömürüsünde neredeyse hayvan türlerini yol edecek bir kıyımın baş sorumluları oldukları gerçeğidir. Yukarıdaki resim bizon başlarından yapılmış tepenin önünde poz veren şahsın Amerikan yerlisi değil, İngiliz işgalcisi olduğunu gösteriyor.

Bu resimle birlikte bir de tefritçilere göz atmak faydalı olabilir. Bu kesimdekiler ise insanı diğer canlılar ve özellikle hayvanlar üzerinde “tepe yırtıcı” olarak gören insanlardır. Bunlara göre hayat bir savaştır, güçlü olan yaşar, zayıf olan doğal seleksiyona uğrar, öldürülür, yok edilir ve hiçbir hakkı yoktur. Bu anlayış sahipleri için sade hayvanlar değil insanlar da tehlikededir; özellikle zayıflar, başka ırktan, başka inançtan olanlar. Nerede kaldı ki hayvanların bir hakkı olsun. Bu kesim kazanç ve hatta zevk ve eğlence uğruna Afrika’da, Amerika’da, Avusturalya’da, Hindistan’da ve gidebildikleri dünyanın her yerinde hayvan katliamları ile nice nesilleri yok ettiler ve bugün de ellerine her fırsat geçişte müptezel eğlenceleri uğruna yok etmeye devam ediyorlar. Bu konuyla ilgili belgeseller ve yayınlar ciddi bir yekûn tuttuğu için detayına girmeye gerek yoktur.

Son olarak gelelim ülkemizin müşahhas hayvan hakları meselesine. TBMM’nin hayvan hakları ile ilgili bir kanun çıkarması normaldir ama bunu Meclis komisyonları sınırlılığından çıkarıp tüm toplum kesimlerinin görüşlerini alarak yapmaları isabetli olacaktır. Kanun yapmak elbette TBMM’nin sorumluluğundadır ama uygulamaların kamudaki muhatabı belediyeler olmalıdır. Sorumluluğun diğer kanadında ise sivil toplum kuruluşları ve özellikle kendilerine “hayvan sever” ayrıcalığını yakıştıran (sanki başkaları hayvanları sevmiyor!) hayvan hakkı savunucularıdır. Başıboş, sahipsiz sokak köpekleri ile ilgili görüşlerimizi söylemek gerekirse, evvela; bu işin çok değil, tek sorumlusu olmalıdır. Gelişmiş demokratik ülkelerde bu sorumluluk belediyelere verilmektedir. Biz de de halka en yakın ve halkın mahalli ve müşterek ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef olan belediyeler tek sorumlu olmalıdır. Belediyeler kesinlikle sokaklarda başıboş dolaşan köpeklere müsaade etmemeli, kısırlaştırma, tedavi, barınaklara toplama ve gerekirse uyutma gibi sair hizmetleri yerine getirmelidir. Başıboş hayvanları kısırlaştırıp aldığı yere iade kolaycılığına kaçmamalı ve kaçamamalıdır. Çünkü ülkemizde sokak hayvanları ile ilgili pek çok mesele bulunmakla birlikte en çok tartışma başıboş köpekler üzerinden çıkmaktadır. Ya başıboş sokak köpekleri insanlara saldırmakta veya tersi olmakta, bazı insanlar hayvanlara eziyet ve işkence etmekte, hatta öldürmektedir.

İkinci sorumlu kesim hayvan hakları üzerine kurulan STK’lar ve hayvancılık üzerine iş yapan firmalardır. STK’lar sadece hayvan hakları üzerinden kendi reklamlarını yapma ve kazanç sağlama yerine kendilerine tanınan kamu desteklerinden istifade ile sorumluluk üstlenmekten kaçınmamalı, hayvancılıkla iştigal eden şirketler ise kuracakları köpek çiftlikleri ile sokak köpeklerini toplayıp aynen domuz çiftliklerinde olduğu gibi domuzun benzeri ve bir açıdan kardeşi olan köpekleri yiyen, alım satımına müsaade eden başta Çin olmak üzere diğer ülkelere ihraç etmeli, bu meseleyi kazanca dönüştürmelidirler.

Son olarak villalarında, hatta apartman dairelerinde, daracık mekânlarda kocaman köpeklere mahkûm hayatı yaşatan ve meskûn mahallerin huzurunu kaçıran müstağrip nevzuhurlara hürriyetlerinin bir sınırı olduğunu gösteren yasal düzenlemelerin yapılmasına da ihtiyaç vardır.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

MESELE BOĞAZİÇİNE REKTÖR ATAMA DEĞİL, SEN HÂLÂ ANLAMADIN MI?

Çarşamba, 13 Ocak 2021 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut Bozan

Meselenin özü 02 Ocak 2021 tarihinde 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun 13 üncü maddesi ile 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 2., 3. ve 7. maddeleri gereğince, Cumhurbaşkanı R: Tayyip Erdoğan tarafından Prof. Dr. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanması üzerinden ortaya çıkarılmak istenen sokak hareketidir. Böyle bir sokak hareketini kimler, ne için çıkarmak istiyorlar? Bu hareket mâsum bir gösteri hakkının kullanılması mıdır veya daha fazlası mıdır? Bu hareket bilim aşkından, akademik hürriyetlerin koruma hassasiyetinden mi yoksa bilimin halk nezdindeki itibarının istismar için elverişli bulunmasından mı kaynaklanmaktadır? Bu yazı bu hususlara açıklık getirmek için kaleme alınmıştır.

Öncelikle üniversitelerimizin serencamını özetlemek ve büyük resme bakmak meseleyi anlamak bakımından faydalı olacaktır. Türkiye, Osmanlı Devleti’nden devraldığı o zamanki adıyla Dâr-ül Fünunları yani üniversiteleri maalesef nüfus artış hızı ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmekte başarılı olamamıştır. 1923-1950 arası Cumhuriyet hükümetleri sadece bir üniversite açabilmiştir. Ancak akademik kadro ilk tırpanı da 1933 yılında yemiş, devrimlere destek vermediği gerekçesi ile İstanbul Dâr-ül Fünunundaki öğretim kadrosunun çoğu tasfiye edilmiştir. Dâr-ül Fünundan atılan 92 müderris ve yardımcısının (profesör ve doçent) akademik yetersizliğini hiçbir kimse iddia edemez. Bu da yetmemiş tüm akademik unvanlar ve kurum adları da bu “üniversite reformu” ile değiştirilmiştir. Bu çok şaşırtıcı da değildir zira tek partili totaliter idarenin devrim anlayışı teknik değil ideolojik, sosyolojik ve kültüreldir. Böylece akademi tek sesliliğe kavuşturulmuş, fikri ve vicdanı bir akademisyenlerden müteşekkil bir yapı ortaya çıkmıştır.

Çok partili hayata geçişten sonraki süreç incelendiğinde üniversitelerin ekseriyetle akademik çalışmalardan ziyade vesayetçi güç odaklarının ve darbecilerin akıl hocalığı yaptığı, yenilik, keşif, icat veya patent yerine milli iradeyle mücadele ettiği, ideolojik bir konumlanmayla fikir hürriyetini kısıtladığı görülür. Artan nüfusa paralel olarak yüksek öğrenim talebini karşılayacak sayıda üniversite açılması yerine öğrenim hakkını kısıtlayıcı politikalara ağırlık verilmiş, katsayı uygulaması, başörtüsü yasağı gibi uygulamalar ülkemizin beşeri sermayesinin yurt dışına kaçmasına yol açmıştır.

Turgut Özal’la birlikte vakıf üniversiteleri kurulmaya başlanmış ancak çağ nüfusunun yüksek öğrenim talebini karşılayacak sayıda üniversite açılması 2003 yılından sonra olmuştur.. Ancak bu genişleme ile “tabela üniversiteleri” tartışması başlamıştır. Anadolu’da açılan üniversiteler aşağılanmış, çoğu büyükşehirlerde öbeklenen, öğrenci yetiştirmekten ve ilmi çalışmalar yapmaktan ziyade siyasi iktidarla mücadele etmeyi yeğleyen bu kesimler, memleketin en zeki gençleri görev yaptıkları üniversitelere geldiği halde neden o üniversiteleri dünyanın ilk 100 üniversitesinin arasına sokamadıklarının hesabını vermemişlerdir. Kendilerini diğer gelişmiş ülke üniversiteleri ile değil yeni kurulan üniversitelerle mukayese etme kolaycılığına kaçmışlardır. Akademik kadro, bütçe imkânları ve alınan öğrenci başarısı hep göz ardı edilmiştir.

Bugün 209 üniversite ile yükseköğretimde sayısal hedefler büyük oranda yakalanmıştır. Artık nitelik ve kalite hiç mazeretsiz birinci hedeftir. Yeni açılan üniversiteler de akademik kadrolarını güçlendirmişler ve fiziki mekân ve altyapı sıkıntılarını büyük oranda aşmışlardır. Artık Yüksek Öğretim Kanununun güncellenmesi, YÖK’ün koordinatör birim olarak yeniden yapılanması, Üniversitelerarası Kurul’un bir akademik şûra hüviyetine kavuşması, üniversite yönetimlerinin gücü rektörde toplayan mevcut uygulama yerine, kuvvetler ayrılığı esasına göre düzenlenmesi yani rektörün sadece üniversite yönetim kurulu başkanı olarak yürütme alanı ile sınırlandırılıp üniversite senatosunun kendi başkanını seçmesi, akademik terfilerin liyakat esas alınarak yapılacağı bir sistem getirilmesi, üniversitelerin akredite olması, öğretim kalitesinin denetlenmesi üzerine mesai harcanması gerekir. Akademik terfi, teşvik ve yayın hususunda gerçekten iyileştirmelere ihtiyaç vardır.

Tekrar mevzuya dönecek olursak üniversitelere rektör tayin edilmesi hususunda mer’i mevzuatın uygulanmakta olduğunu görürüz. Boğaziçi Üniversitesi de aynı mevzuata tabi olup bir istisna teşkil etmemektedir. O halde çıkarılan gürültü nasıl izah edilebilir? Eğer “rektör atamaları yeniden düzenlensin, katılımcı bir anlayışla tüm paydaşların görüşü alınarak yapılsın” şeklinde bir öneri getirilecekse buna kimsenin bir diyeceği olmaz, herkesin fikrini beyan etme hürriyeti vardır. Yok eğer “Boğaziçi Üniversitesine mevcut mevzuat uygulanmasın” deniliyorsa bu hukuka da eşitlik kaidesine de aykırı “saçma” bir öneri olur. Ancak saçmalama hakkını kullanmak isteyenler de küçük düşme pahasına bu haklarını kullanabilirler. Üçüncü şık ise şu anda Boğaziçi Üniversitesi önünde yapıldığı şekliyle rektör atamasını bahane edip kargaşa çıkarmaya teşebbüs etmektir ki bu tehlikelidir. Pandemi sebebiyle üniversitelere gidemeyen talebelerin sadece İstanbul’da ve Boğaziçi Üniversitesinde “demokratik hak” kullanmaya koşmaları, aralarına kaos tulumbacılarının, terör gündelikçilerinin ve özellikle de muhalefet partisinden kaşıyıcıların katılması hayra alamet değildir. Biz bu oyunu gezi olaylarında da “çevrecilik” numarası üzerinden yaşamıştık. Ama bu yazıya başlık olan “Mesele Boğaziçine Rektör Atama Değil, Sen Hâlâ Anlamadın Mı?” paralelinde söylenen “Mesele Çevre, Ağaç Değil, Sen Hâlâ Anlamadın Mı?” sloganında sırıtıyordu. Mesele milli iradenin temsilcilerini sandıkta yenemeyeceğini anlayanların demokrasi ve hürriyet istismarı ile kaos çıkararak, sokak hareketlerini yaygınlaştırarak, belirli kesimleri ve özellikle üniversite talebelerini kışkırtarak ülkeyi yönetilemez hale getirme ve kendilerini çare olarak öne sürme operasyonudur. Bu fikrin ABD ve AB bağlantıları da vardır.

Azgın azınlığın kargaşa çıkarma teşebbüslerine âkıl çoğunluğun “sus” demesi bir vecibe olmuştur. Yoksa meydanı boş sananlar çeşitli vesilelerle gürültü çıkarmaktan vaz geçmeyeceklerdir.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

BAKAD YAYINEVİ İKİNCİ E-KİTABINI DA YAYINLADI

Pazar, 06 Aralık 2020 admin TARAFINDAN YAZILDI

Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği’nin 2019 yılında kurmuş olduğu BAKAD Yayınevi 2. e-kitabını da yayınladı. Kitapta 2014-2019 yılları arasında ABD’nin operasyon aracı olarak kullandığı bir taşeron yapı olan IŞİD inceleniyor. Esasen kitap akademik bir çalışma sonunda ortaya çıkmış. Kitabın yazarı emekli bir tarih öğretmeni olan Fatma Bozan. Kitap, yapılan bir yüksek lisans tezinden uyarlanmış. Kitapta en çok bilinen adıyla IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) tarihi kökleri, fikrî ve dinî dayanakları, dünyadaki hegemonik güç odaklarının bu örgütle ilişkileri ve taşeron olarak asimetrik harbin bir unsuru olarak kullanma taktikleri açısından masaya yatırılıyor. Ayrıca dini kimlik kullanan radikal örgütlerin İslâm dünyası için neden ve nasıl bir tehdide dönüştüğü, militan temininde itikat ve akidelerin nasıl çarpıtıldığı da dikkatlice analiz edilmiş. Kitapta, Sünni İslâm’ın hâmisi olan Osmanlı Devleti’nin zaafa uğraması ve dağılması ile Rafızi ve Selefi (Bâtıni ve Zâhiri) unsurların küresel güçler tarafından nasıl öne çıkarıldığı, İran ve Suudi Arabistan kutuplaştırması ile Sünnî İslâm’ın nasıl geriletilmeye çalışıldığı da etraflıca açıklanmış. Ve nihayet ABD’nin liderlik ettiği Batı ittifakının medya ve akademi dâhil pek çok unsuru kullanarak İslâm’ı kara propagandaya tabi tutması; terörle, şiddetle aynileştirilmeye çalışması, özellikle Hıristiyanların İslâm’la münasebetlerini baştan kesmek ve Müslüman olmalarını önlemek için İslâmofobi veya İslâm nefretini yaygınlaştırmaya çalışmasını da gözler önüne sermektedir. Kitabın hedef kitlesi sosyal medyayı ve interneti yaygın olarak kullanan üniversite gençliği olmakla birlikte tüm toplum kesimleri için faydalı olacağı düşünülmektedir.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

AZERBAYCAN’IN ZAFERİ

Salı, 10 Kasım 2020 admin TARAFINDAN YAZILDI

Prof. Dr. Mahmut BOZAN

BAKAD Başkanı

SSCB’nin dağılma sürecinde (1988-1994) Rusya destekli Ermenistan güçlerinin Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ’ı işgal etmesi, katliamlar yaparak halkı göçe zorlaması ve orada kukla bir “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti !” kurması ile ortaya çıkan durum AGİT Minsk Grubu denilen ve zahirde tarafsız, gerçekte Ermenistan destekçisi Rusya, ABD ve Fransa’nın eş başkanlığında güya çözüme kavuşturulacaktı. Ancak aradan geçen zaman içinde Ermenistan geri çekilmediği gibi yeni işgal denemelerine bile girişti. Özellikle2018’de değişim vaadiyle iktidara gelen Başbakan NikolPaşinyan’ın Azerbeaycan’ın Tovuz bölgesine yaptığı saldırı ve son olarak 27 Eylül 2020 tarihli saldırısı üzerine Azerbaycan Ermenistan’a savaş ilan etmiştir.

Yıllarca Karabağ’da askeri yapılanmaya giden Ermenistan Rusya ve Batı desteği ile yine toprak koparacağını düşünürken karşısında profesyonel, teknolojik donanımı mükemmel ve azimli bir Azerbaycan ordusu bulmuştur. Dağlık Karabağ’daki askeri yığınak özellikle Türkiye’nin verdiği İHA ve SİHA’lar tarafından nokta atışlarla kuş gibi avlanmış, Rusya ve ABD’nin arabuluculuğunda yapılan ateşkes numaraları da Ermenistan’ı kurtaramamıştır. Türkiye açık bir şekilde Azerbaycan’ı haklı davasında desteklediğini ilan etmiş ve Azerbaycan’ın sahipsiz olmadığını tüm dünyaya göstermiştir. Rusya ise Kafkasya’daki stratejisine uygun biçimde savaş Karabağ’la sınırlı kaldığı müddetçe tarafsız kalacağını ilan ederek hem Batı yanlısı bulduğu Paşinyan’ı cezalandırmış hem de Kafkasya’daki Türkiye’nin de dâhil olduğu yeni güç dengesine razı olduğunu ortaya koymuştur.

10 Kasım2020 tarihinde yapılan ateşkes anlaşması ile Azerbaycan zaferini ilan etmiş, Ermenistan ise zillet içerisinde mağlubiyeti resmen kabul ederek Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’a iade etme sözü vermiştir. Azerbaycan 44 gün gibi kısa bir zamanda işgaldeki yedi şehirden beşini savaşla teslim almış, kalan ikisi ise birkaç hafta içinde teslim alınmak üzere anlaşma imzalanmıştır. Diğer bir önemli husus ise Azerbaycan-Nahcivan arasındaki bağlantı yolunun açılmasıdır.

Rusya bu savaşta Minsk grubunun diğer üyelerini bölgeye yaklaştırmadan meseleyi kendi patronajında çözme maharetini göstermiş, barış gücünü de tekeline alarak Türkiye’yi dışarda tutmanın hesabını yapmaktadır. Ancak Azerbaycan’ın da diretmesi ile anlaşma şartlarının yerine getirilme sürecinde Türkiye’nin varlığı kolay kolay reddedilemeyecektir.

Sonuç olarak bir asır önceki güç dengeleri değişmeye başlamıştır. Türkiye hem kendisi, hem de İslam dünyası için artık yükselen bir güçtür. Diğer İslâm ülkelerinin de bu kervana katılması, özellikle Arap dünyasındaki otoriter yöneticilerin bundan ders alması en büyük temennimizdir.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

BAKAD WEB SİTESİ YENİLENDİ

Pazartesi, 21 Eylül 2020 admin TARAFINDAN YAZILDI

Web sayfamızda bir süredir devam eden arıza, yeni bir web sayfası tasarımı ile düzeltildi. Üyelerimiz ve izleyenlerimiz artık web sayfamızdan hem haber ve duyurularımızı takip edebilecekler hem de ülkemizi ilgilendiren konularla ilgili akademik yorum ve analizlere ulaşabileceklerdir. Yeni web sayfamızla ilgili görüş ve önerilerinizi bakad74@gmail.com adresi üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz.

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments

BATI’NIN ALTIN VURUŞ ARAYIŞLARI

Pazar, 20 Eylül 2020 admin TARAFINDAN YAZILDI

“Hâfızayı beşer nisyan ile mâluldür” ama devletlerin hâfızası olan tarih unutmaz, geçmişin vesikaları geleceğe ayna tutar. Kim dost, kim düşman; kim harbî, kim sinsi düşman hepsini gösterir. Merhum Âkif’in “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..” diyerek ibret almaya davet ettiği tarih, “okumuşlardan” ziyade Anadolu irfanının şaşmaz hafızasında nisyandan mâlul olmadan muhafaza edilmektedir. Anadolu irfanının temsilcileri olan bağında bahçesinde nafakası için çalışan sıradan bir vatandaşa hangi devletin dost, hangisinin düşman olduğu sorulsa kesinlikle doğru cevaba ulaşılabilir. “Ama o devletle filan yerde müttefikiz, ötekisi de katılmak istediğimiz falan ailenin üyesidir” gibi lafları “çarıklı erkânı harp” asla etmez.

Meseleye bir de dışarıdan bakmayı denersek, içerden bakışın sağlamasını da yapmış oluruz. Dışarıdan kasıt küresel siyasette güya birlikte olduğumuz veya olmayı devlet politikası yaptığımız devletlerdir. Bu “dost ve müttefik” olarak etiketlenen devletlerin ne kadar ve nereye kadar hayırhahımız oldukları neredeyse yaşanan her hâdisede açık ve seçik ortaya çıkmaktadır. Mesela Rusya, harbi ve açık düşmandır, ne bir ittifakta onlarla beraberiz ne de onlarla ortak bir gelecek inşa etme plânımız var, ama ABD ile NATO üzerinden neredeyse 70 yıldır güya dostuz ve de “sıkı” müttefikiz. Bu öyle bir dostluk ki, düşman başına demek gerekir. Türkiye’nin demokrasi serüveninde milli iradeye yapılan her darbede bu sıkı dost ve müttefiklerin bir yerden dahli vardır ve “bizim çocuklar başardı” cümlesi en bilinen örneğidir. Milli iradenin vesayet altına alınmasında, vesayetin kurumsallaştırılmasında, kendilerini değil de milletine kulak veren idarecilerin “bir şekilde” öldürülmesinde hep onların parmağı vardır. Dahası Türkiye “harbi ve açık” düşmanla karşı karşıya geldiğinde veya getirildiğinde bizimle değil düşmanla işbirliği yapması ve kaos çıkarma siyaseti de cabasıdır. Bu durum ABD’nin neredeyse milli siyaseti haline gelmiştir. 1964 yılında Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla yazmış olduğu mektup ile 09 Ekim 2019 tarihinde Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve “Türk ekonomisini mahvetmekten…” bahsettiği tehdit mektubu bunun en çok bilinenleridir.

Bir asır önce bizi “Orta Asya’ya sürme” siyaseti izleyen İngiliz ve Fransızlar da içine girmeye çalıştığımız Batı ailesinin çok “dost canlısı” üyeleridir. 2. Dünya Harbinde Almanya’ya bir ay bile dayanamayan ve daha çok yakınlarda ABD başkanı Trump’tan “Sizi kurtarmasaydık bugün Almanca konuşuyor olacaktınız” dediği Fransa, Akdeniz’in batı yakasından gelip doğusunda Türkiye’ye meydan okuma gafletinde bulunuyor. Bu arada Fransızların medarı iftiharları olan Napolyon Bonapart’a daha sonra asla iflah olamayacağı en ağır tokadı da 21 Mayıs 1799’da Osmanlı kale komutanı Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka Kalesi önünde attığını unutmayalım. Diğer taraftan bunların güya en serinkanlısı gibi duran Almanya ise “Doğu Akdeniz” restleşmesinde -ileri sürdükleri ve feda edilmesinden hiç de üzülmeyecekleri piyonları- Yunanistan’la Türkiye arasında bir yandan arabuluculuk yapıyormuş gibi davranırken perdenin önce arkasında daha sonra da perdenin önünde alenen Yunanistan’ın arkasında olduğunu ilan eder ve Türkiye’ye “yaptırım uygulama” tehditleri savurur. Bir de bunların yedeğe aldığı “kâselisleri” vardır. Asırlarca birlikte yaşadığımız ve kardeşlik hukuku uyguladığımız, fakat Osmanlı’nın vefatı ile ortada kalan ve Batı’nın sömürgesi haline gelen Basra Körfezine sıralanmış bir kısım fabrikasyon devletçikler de maalesef bize karşı İsrail ve Batı ile hulus birliği yaparlar.

Türkiye’nin anavatanı çevreleyen mavi vatandaki enerji kaynakları ile yükselişini hızlandırma ihtimalinden fevkalâde çekinen küresel oyuncular “Büyük Ortadoğu” dedikleri İslâm coğrafyasını dizayn etme siyasetinde bir altın vuruş fırsatı  ararken bu kuşatılmışlıkta ne yazık ki içeriden de tenkitler eksik olmamaktadır. Türkiye gücünü arttırmadığı sürece her ne yaparsa yapsın Batı’nın bize karşı bakışı değişmeyecek, düşman azaltma ve dost arttırma önerileri semere vermeyecektir. Beynelmilel münasebetlerde “hak zıpırındır” diyen ve güçten başka araç tanımayanlara dostluk mesajları vermenin bir faydası olmayacaktır. Bu tavrı en son AB’nin dış ilişkiler temsilcisi Josep Borrell dillendirmiştir. Borrell Türkiye, Rusya ve Çin’i kastederek “eski imparatorluklar geri geliyor” beyanında bulunmuş, açıkça Türkiye’yi dost ve müttefik değil, düşman ve öteki olarak ilan etmiştir. Bu yeni duruma karşı AB’nin politika geliştirmesi ve tedbir alması gerektiğini söylemiştir. Nükleer gücü olan Çin ve Rusya çatılamayacak büyüklükte olduğu için “altın vuruş” niyetlerinin Türkiye’ye yöneldiği açıkça belli olmaktadır. Büyümeye fırsat vermeden, Osmanlı’nın azametine erişmeden gerekirse Yunanistan gibi bazı piyonları feda ederek “şah” çekmek. Ancak tarih Batı’nın “döner merdivenin aşağı inen tarafında” olduğunu söylüyor. Biz ve Asya ise merdivenin yukarı çıkan tarafındayız.

Prof. Dr. Mahmut Bozan

Read more
  • YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
No Comments
  • 1
  • 2
  • ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
  • AKADEMİK BAKIŞ
  • DERGİLER
  • BAKAD YAYINEVİ
  • HABERLER
  • İLETİŞİM

BİZE ULAŞIN

  • 0 378 228 18 77
  • bakad74@gmail.com
  • http//www.bakad.org.tr

BAĞLANTILAR

Telif Hakkı © 2021 İzmir Web Tasarım İzmir Web Tasarım Tüm hakları saklıdır.

Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım & Kodlama ♥  Web Tasarım ©

ÜST Web Tasarım