TÜRKİYE’NİN MÜLTECİ POLİTİKASI; BIRAKINIZ GELSİNLER, BIRAKMAYIZ GİTSİNLER
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler sonucu dünya adeta büyük bir şehre dönüştü. Ülkelerdeki hayat standardı, zenginlik-fakirlik, gelişmişlik, geri kalmışlık, iç harpler, terör, despot yönetimler, insanca yaşama gibi pek çok konuda insanlar kolayca fikir sahibi olmaya başladı. Özellikle Batılı ülkelerin sömürüsü, hâkimiyetlerini devam ettirmek için çıkardıkları iç harpler, icad edilen ve çok yönlü olarak kullanılan terör örgütleri büyük bir göç hareketini tetikledi. Yaşadığı ülkede can korkusu yaşayan, gelecekle ilgili umutlarını yitiren, insanca bir hayata özlem duyan pek çok insan hayat standardı yüksek, can ve mal emniyetinin olduğu gelişmiş ülkelere gitmenin yollarını armaya başladı.
İkinci Dünya Harbi mağdurlarının kısmı azamı Hıristiyan veya Yahudi olduğu için o dönemde çıkarılan “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi” gerçekten mültecilere çok iyi imkânlar sağlamaktaydı. Ancak aynı sözleşme hükümleri Sovyetlerin dağılmasından sonra “terörist ve düşman” olarak yaftalanan, ülkeleri işgal edilen, iç harplere maruz bırakılan Müslümanlar için uygulanmak istenilmedi. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen ve daha pek çok İslâm ülkesinde çıkardıkları kargaşa ve kaostan kaçan insanlara kendi yaptıkları anlaşma hükümlerini uygulamamak için bin dereden su getirmeye başladı.
Avrupa ülkelerinin göçmen politikası temelde Müslümanların Avrupa’ya girişine her ne şekilde olursa olsun engel olmak şeklinde belirlenmiştir. Ancak Cenevre Sözleşmesi onlar için ortadan kaldıramadıkları uluslararası bir hukuki belge olarak ortada durmaktadır. Bunu geçersiz kılmak için politikalar geliştirmeye başladılar. Bu politikaların birincisi sınırları tahkim ederek, fiziki engeller, tel örgüler ve güvenlik güçleri ile mültecileri caydırmak. İkincisi, göçü kaynağında durdurmak için ülkelerle anlaşmalar yapmak. Üçüncüsü ise bir şekilde ülkelerine giren Müslümanları belirli kamplarda sefalete mahkûm ederek, geldiklerine bin pişman etmek.
Türkiye gerek iç harplerle istikrarsızlaştırılan coğrafyanın merkezinde olması, gerekse Avrupa’ya geçiş güzergâhı olması sebebiyle yoğun bir göç dalgasına maruz kaldı. Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere tüm iç harplerin yaşandığı İslam ülkelerinden yola çıkan mültecilerin adeta hücumuna uğradı. Mültecilerin hedefi öncelikle Türkiye değildi. Onlar Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine gitmek istiyorlardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin eline muazzam bir dış politika kartı da vermiş oluyordu. Zira Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye’ye sadece Avrupa’dan gelenler “mülteci” olarak kabul edilebilirdi. Suriye, Irak, İran, Afganistan veya diğer ülkelerden gelenler mülteci sıfatını haiz olmadıkları için Türkiye’nin bu insanlara karşı herhangi bir hukuki sorumluluğu yoktu. Bu sebeple ülkemize girenlere mülteci denilemezdi, nitekim onlar için “geçici misafir” “sığınmacı” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı.
Peki, Türkiye Avrupa’ya yönelen bu yeni “kavimler göçünü” doğru yönetebildi mi? Maalesef ki hayır. Avrupa ülkelerini dehşete düşüren göçmen istilasına karşı göçmen deposu olmayı kabul etti. Hem de uluslararası diplomatik kartın adını değiştirerek, yanlış bir şekilde “ensar” rolüne bürünerek heba etti. Daha da kötüsü Avrupa Birliği ile “Geri Kabul Anlaşması” imzaladı. Alman Şansölyesi Merkel ülkesini ve patronluğunu yaptığı Avrupa Birliği’ni göçmen istilasından kurtardı. Karşılığında bize sadece vaat ve yalanların dışında hiçbir şey vermedi. AB’de serbest dolaşım vaadi yalan çıktı, iki sene içinde altı milyar avro yardım yalan çıktı. Ama Avrupa ve Almanya o zamanki göğüsleyemeyeceği göç istilasından yakasını sıyırdı. Türkiye ise hedef ülke konumuna düştü. AB “Geri Kabul Anlaşması” ile ülkelerine gelen ve ihtiyaç duydukları vasıflı elemanları içeri alırken, diğerlerini Türkiye’ye itme hakkını kazandı.
Türkiye İçişleri Bakanı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı sunuş yazısında Türkiye’nin göç politikasını şöyle tarif ediyordu: “Türkiye, göç krizinin başından itibaren ortaya koyduğu irade ve uyguladığı açık kapı politikasıyla göçü yönetme noktasında ciddi bir başarıya imza atmıştır. Göçün hem ekonomik hem sosyal maliyetini deyim yerindeyse tek başına yüklenen ülkemiz, tarihinden gelen tecrübesini bu konuda etkin şekilde kullanmış ve komşusu olduğu coğrafyada yaşanan gelişmelere sadece maddi açıdan değil insani açıdan da yaklaşarak 21.yüzyılın medeniyet değerleri için tek başına bir yüz akı olmuştur.” Evet bu tablo bir iftihar vesilesi olabilir ama kesinlikle iyi bir uluslararası politika anlayışı değildir. Dahiliye ve Hariciye bakanlıklarının ortak bir siyaset kurgulayamadıklarının bir işaretidir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Stratejik Plânında Ülkemize gelen 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı için enteresan bir tespit de yapılmakta, “Türkiye’nin artan ekonomik gücünün ülkemize yönelik göç hareketleri için bir çekim unsuru” olduğundan bahsedilerek, “daha önce göç hareketleri açısından ülkemiz bir geçiş ülkesi konumunda iken; artan ekonomik gücü ve istikrarıyla birlikte yabancılar tarafından giderek hedef ülke konumuna geldiği” ifade edilmektedir. Bu ifadeler yine bir övünme vesilesi olabilir ama beynelmilel siyaset açısından bir davet gibi de algılanabilir veya algılatılabilir. Bu da daha fazla yabancının gelmesi demektir.
Dünyada göç hareketleri henüz doruk noktasına ulaşmamıştır. Türkiye nüfusu kadar bir insan seli akmaya hazır beklemekte iken, Türkiye’nin ciddi bir göç idare politikası maalesef bulunmamaktadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı incelendiğinde strateji bir yana doğru dürüst bir PESTLE analizi ve SWOT analizinin bile yapılamadığı açıkça görülmektedir. Göçün haklı olarak hedefi olan ABD ve AB ülkeleri mültecilerden kurtulmak için politikalar geliştirirken, Türkiye’yi göçmen deposu yapma niyetlerine sâfiyane çanak tutmak anlaşılır bir siyaset değildir. Bugün başta petrol, doğal gaz ve stratejik önemi haiz madenleri sömürülen, bu uğurda iç savaşlar çıkarılan, terörist gruplar üzerinden terbiye edilmeye çalışılan Müslümanların bu işin faili olan Avrupa ve ABD’ye göçlerini kuvvetle destelemek gerekirken dalgakıranlık yapmak ancak “bırakınız gelsinler, bırakmayız gitsinler” garip politikasıyla isimlendirilebilir.
Uyandığınızda ise “ba’de harab-ül Basra” olur.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ORMAN YANGINLARININ SERENCÂMI
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Manavgat’ta başlayarak Hatay’dan Muğla’ya kadar tüm sahil şeridini tutan ve aynı anda pek çok yerde eşzamanlı olarak başlayan orman yangınları Türkiye’nin gündemine oturdu. On gündür devam eden yangınların büyük kısmı kontrol altına alınmakla beraber halen söndürülemeyen yangınlar da bulunmaktadır. Yangınlardan önce de Türkiye Karadeniz sahillerindeki sel felaketinin acılarını yaşıyordu. 2021 yılı ülkemizi sel ve yangınların vurduğu yıl olarak hatırlanacak.
Biz bu yazıda özellikle orman yangınları üzerinde duracağız. Çünkü sel felaketi yangından bazı noktalarda farklılık arz etmektedir. “Rahmet” olan yağmuru kendimiz için felakete dönüştürmede beşeri kusurlarımız ve belediye ve özel idareler başta olmak üzere tüm yetkili çevrelerin önemli kusur ve kabahatleri bulunmaktadır. Ancak orman yangınlarında durum oldukça farklıdır. Burada tabii seyrini izlemeyen bir durum mevzu bahistir. Yani ormanlar ister ihmal, ister kasıt, ister menfaat, ister kargaşa ve terör amaçlı olsun neticede insan eliyle yakılmaktadır. Bu oran tüm orman istatistiklerinde %98 olarak geçmekte ancak kendi döngüsü içerisinde %2’lik bir tabii orman yangınından söz edilmektedir ki onlara müdahale edilmesi ve söndürülmesi de öncekilere göre daha kolaydır.
Orman yangınlarına bakıldığında ilk dikkati çeken husus 28 Temmuz’dan bu güne kadar yani 10 gün içinde 200’e yakın orman yangını çıkmasıdır. İkinci husus yangınların eş zamanlı ve turizmi vuracak şekilde sahil bölgelerinde çıkmasıdır. Üçüncü husus sosyal medya üzerinden yangın provokasyonları yapılarak meselenin siyasi mecrada kullanılmaya kalkışılmasıdır.
Eğer ders alınırsa bir musibet bin nasihatten daha müessir olabilir. Olan olmuş, yanan yanmıştır. Şimdi devleti yönetme mesuliyetini üstlenen Reisicumhurdan, bakanlara, valilerden, belediye başkanlarına kadar tüm kesimlerin bundan sonraki yıllarda benzer felaketler yaşanmaması için gerekli planlamaları yapmak, tedbirleri almak ve bunu bir bütünlük ve ahenk içerisinde yapmak olmalıdır. Bu hususta ülkeyi yönetenler kadar yönetmeye aday olan siyasi partilere ve sivil toplum kuruluşları ile birlikte akademisyenlere de büyük sorumluluklar düşmektedir.
Yapılması gerekenlere gelince; günümüzde artık devleti yönetmenin bilgiyi yönetmek olduğunu akıldan çıkarmadan bir durum tespiti yapmakla işe başlamak gerekmektedir. İstatistiklerin incelenmesinden, Türkiye’de 1940-1960 yılları arasında çıkan 16.869 adet yangında 972.961 hektar orman sahası yandığı anlaşılmaktadır. 1960-1987 yılları arasında da 24.949 adet orman yangını çıkmış ve 343.207 hektar ormanlık alan yanmıştır[1]. 1990-2018 yılları arasında ise orman istatistikleri daha düzenli olarak tutulmaya başlamış ve son 30 yılın orman yangın sayı ve yanan alanları tablo 1’de verilmiştir. Tabloda olmayan 2019 ve 2020 yıllarının yangın sayı ve yanan alanlarına bakıldığında 2019 yılı diğer yıllara benzerken (2688 yangın, 11332 hektar yanan alan) 2020 yılında yangın sayısının 3399, yanan alanın ise iki katına çıkarak 20971 hektara ulaştığı görülmektedir. 2021 yılı rakamlarının daha da vahim olacağı mevcut halin gidişatından anlaşılmaktadır.
Tablo 1: Türkiye’nin Orman Yangınları (1990-2018)
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
İkinci bakılacak bilgi ise yangınların çıkış sebeplerinin ne olduğudur. Her ne kadar baş sebep olarak “küresel ısınma” ilan edilse de bunu tabii sebepler içerisinde kabul ederek insan unsurunun yerini anlamak son derece önem arz etmektedir. Zira alınacak tedbirlerin en güç yetirileni bu kısımda bulunmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde tabiatın tabii seyri ve döngüsü içerisinde çıkan yangınların oldukça küçük, faili meçhuller ile ihmal ve kaza sonucu çıkan yangınların daha büyük yekûn tuttukları görülür. Burada en affedilmez olanını ise “kasten” çıkarılan yangınlar olup bunların üzerinde ciddiyetle durulması gerekmektedir.
Tablo 2: Çıkış Sebeplerine Göre Yangın Sayıları (1997-2018)
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
Bundan sonraki yıllar için orman yangınlarını önlemede yapılacak çalışmalara katkı sağlaması açısından yangının çıkış sebeplerinin detaylandırılmasına ihtiyaç vardır. Tablo 3 incelendiğinde bu detaylandırmanın üç ana başlık altında yapıldığı görülmektedir. Bunların başında 2361 adet ”kaza” sebebiyle çıkan yangınlar listelenmiştir. Fakat bunlar arasında 1859 adet yangınla “faili meçhuller” en büyük sayıyı teşkil etmektedir. Galiba düğümün çözümü de burada gizlidir. Fail varsa meçhul değil malûm olması gerekir ki bu sorumluluk da devletin ilgili kurum ve yöneticilerine düşmektedir. 966 adet ihmal sonucu çıkan yangının alt başlıklarına bakıldığında da büyük bir cehalet ve vurdum-duymazlık yatmaktadır. Bu kesimlere de hem gerekli bilgilendirme yapılmalı hem de “pabucun pahalı olduğu” iyice bir gösterilmelidir.
Tablo 3: Yangınların Çıkış Sebeplerine Göre Sayısal Dağılımı 2020
Kaynak: Orman Genel Müdürlüğü, Ormancılık İstatistikleri 2020.
Son grubu teşkil eden ve kasten çıkarılan 72 adet yangına bakıldığında terörist parmağı, kundaklama, yangınakonma/yakıpkonma veya alan açma diyebileceğimiz yakma çeşitleri gelmektedir. Buradaki “diğer”in ne olduğuna ise öteki alt başlıklardaki diğerler gibi açıklık getiril(e)memiştir.
Tedbir almada bilgi eksikliğinin asgariye indirilmesi kadar, neler yapılacağının plânlanması da büyük önem arz eder. Bu mesele ayrı bir uzmanlık sahası olup, ehline bırakılması en evla olanıdır. Ancak şu kadarını söyle hakkımız da vardır. Türkiye geçmişe ve düne göre daha güçlü, daha zengin, insan kaynağı daha yetkin, uzman sayısı daha fazla ve sahip olduğu teknolojik birikim daha yüksektir. O halde mazeret az veya yok, mes’uliyet var ve alabildiğine çoktur. Hem merkezi idare ve onun taşra teşkilatı, hem de mahalli idareler kalkınma ve stratejik plânlarında bu konuya yer vermeli, siyasi partiler programlarında orman yangınları başta olmak üzere âfet ve felaketler için nasıl bir kriz ve âfet yönetimi yapacaklarını ilan etmelidirler. Üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları da uzmanlıkları ve sorumlulukları gereği “daha iyi bir Türkiye” için katkı sağlamalıdırlar.
[1] Bkz. Küçükosmanoğlu, Ali (1988). İstatistiklerle Türkiye’de Orman Yangınları, İ.Ü. Orman Fakültesi, Orman Entomolojisi ve Koruma Anabilim Dalı, İstanbul.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KURBAN BAYRAMI TEBRİĞİ
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği üyelerinin Kurban Bayramını tebrik eder, ailelerimiz, dostlarımız, ülkemiz ve İslam dünyası için hayırlara vesile olmasını dileriz.
BAKAD YÖNETİM KURULU
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BEŞ YIL SONRA 15 TEMMUZ DARBE TEŞEBBÜSÜNE YENİDEN BAKMAK
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Uçak sisten çıktıktan sonra manzara daha iyi görülür. Sosyal hâdiseleri değerlendirirken de bazı belirsizliklerin netleşmesinde geçen zamanın müsbet tesiri olur. Bundan beş sene evvel Türkiye kanlı bir askeri darbe teşebbüsüne maruz kalmıştı. Ama milletin çelikten iradesi 250 küsur şehit vererek darbe teşebbüsünü yarım gün içerisinde boğdu. Darbe koalisyonunun dâhili ve hârici ortakları hüsrana uğradılar.
Daha önce yapılan darbe teşebbüslerindeki başarı, darbecilerde bir hesap hatasına yol açmış olmalı ki darbenin deşifre olmasına rağmen darbeciler geri çekilme yerine şiddetin dozunu arttırarak milleti sindireceklerini zannettiler. 1960 darbesi, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri ile bir nevi rutine bağladıklarını zannettikleri zorbalığı aslında milli iradenin temsilcisi olan hükümet 2007 yılında bozmuş, verdikleri e-muhtıra suratlarına çarpılmıştı. Bundan gereken dersi çıkaramadıkları için veya çok kuvvetli teminat aldıkları için 15 Temmuz’da darbe teşebbüsünde bulundular.
Darbe teşebbüsü millete, milletin iradesine, milli iradenin temsilcisi olan siyasi iktidara karşı yapılmıştı ama kim yapmıştı? Darbe teşebbüsünün akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu teşebbüsü “ ordu içinde emir-komuta dışında küçük bir azınlığın kalkışması” olarak tavsif etmişti. Evet, bu bir askeri darbe teşebbüsü idi ama onlar bu işte yalnız değillerdi. Darbe koalisyonunun adı bir yerlere atıf yapma amacıyla “yurtta sulh konseyi” olarak belirlenmişti. Bu konseyin üyeleri arasında koçbaşı olarak ihtilalci askerler kullanılırken mütemmimleri de devletin önemli müesseselerinde etkili ve yetkili makamlarda bulunan Fetullah Gülen’e bağlı cemaat mensupları ve Ak Parti iktidarını devirmede kararlı çevrelerden meydana geliyordu. Yani orduda, yüksek yargıda, emniyet güçleri arasında, istihbarat teşkilatında ve üst bürokrasi ile akademide de darbenin destekçileri vardı. İş dünyası, büyük sermaye çevreleri, ideolojik kimlikli muhalif medya da gruba eklemlenmişti. Siyasi destekçiler ise darbecilerin hedefinde olmadığı için tutulan yollar onlar için açılabiliyordu. Bunun diyeti daha sonra 15 Temmuz darbe teşebbüsünün “bir hükümet kumpası” olduğu propagandasına malzeme yapılmakla ödenmişti.
Vak’a analizinde iç çevre kadar harici güç odaklarının da dikkate alınması gerekir. Hatta bu darbe teşebbüsünde dış çevreyi esas, iç çevredekileri uydu ve tabi olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Zira bir asır öncesinde İslâm âleminin ve hilâfetin merkezi konumunda olan Osmanlı Devleti hedef alınarak dünya siyasetinde Müslümanların sesi kesilerek sadece sömürmek, pazara dönüştürmek ve uydulaştırmak açısından operasyon sahası konumuna indirilmişti. Geçen bir asır Türkiye’yi Osmanlı vârisi konumuna itmeye başlamıştı. Üstelik SSCB’nin dağılması ve en büyük rakibin tasfiyesi ile yeni bir “düşmana” ihtiyaç vardı. ABD liderliğindeki emperyalist Batı, siyasetini iki stratejik kanal üzerinden yürütmeye başladı. Birincisi komünizmin yerine İslâm’ı yeni tehdit unsuru olarak kabul ile Müslümanları terörist olarak yaftalamak, ikincisi ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile kontrol alına almak ve “Arap Baharı” ile başlayan süreçteki demokratikleşmenin önünü keserek diktatörlükleri tekrardan inşa etmektir. Kontrollü kaos plânı ile İslâm ülkeleri işgal ve iç harplere sürüklenirken nihai hedefin Türkiye olduğunu dikkatten kaçırmamak gerekir. O sebeple “gezi hadisesi” üzerinden bir darbe kıvılcımı yakılmak istenmiş, muvaffak olunamayınca teröre hız verilmiş ve ülkeyi parçalamak ve Suriyeleştirmek gayesi ile “hendek savaşları” başlatılmıştır. Bundan da bir netice alınamayınca ABD liderliğinde, AB desteğinde ve İsrail katkısı ile 15 Temmuz darbe teşebbüsü yapılmıştır. Eğer analizin parçalarını birleştirecek olursak bu darbe teşebbüsünde patronajı ABD istihbaratı üstlenmekte, lojistik AB ve İsrail üzerinde kalmakta, icracılar ise iç analizde isimleri sayılan asker-sivil bürokratlardan meydana gelmektedir. “Cemaat” darbe teşebbüsünün bizatihi içerisindedir. Bu darbe teşebbüsü bir Devlet veya Hükümet “kumpası” değildir.
Darbenin bastırılmasından sonra darbecilere, onlara yardım ve yataklık edenlere hesap sorulmasından daha tabii bir şey olamaz. Ancak özellikle “laikçi” çevreler, Müslümanlardan hazzetmeyenler, İslam’a düşmanlık besleyenler ve ortamı kendileri için müsait bulanlar bu darbe teşebbüsü üzerinden tüm Müslümanları töhmet altında bırakmak, dini cemaatleri ve tarikatları baskı altına almak için çirkin propagandalara giriştiler ve darbe teşebbüsüne bulaşmamış geniş bir kesimi de bu vesile ile yakmaya çalıştılar. Darbeci askerler birden “asker kıyafeti giymiş fetöcü teröristlere” dönüşüverdi. Darbeye katılan laik veya laikçi, Kemalist, sosyalist veya bir şekilde muhalif olan subayların tamamı fetöcü ilan edildi. Cemaatin siyasi iktidarla sıkı çalıştığı günlerin bir uzantısı olarak kurulmuş ilişkilerin aniden kesilememesi sebebiyle “özel okuluna veya dershanesine gitmek, yurdunda kalmak, bankasına para yatırmak veya yayınlarına abone olmak vb.” kabilinden cemaatin kayıtlarına giren insanlar suçlu muamelesi görmeye başladı. Daha önce “üstü hıyanet, ortası ticaret, altı ibadet” olarak kategorize edilen yapı göz karartılarak tamamen hain ilan edildi. Bu gelişmede muhtemelen Ak Parti iktidarını yıkmayı canı gönülden arzu eden ama mevcut durum gereği iktidarın yanında görünmenin faydalı olduğuna inanan çevrelerin Ak Parti’ye karşı toplumda geniş bir kesimi muhalif etme planlarının da payı olması gerekir. Aksi takdirde kamuda çalışan insanların önüne “fetöcü olmadığını ispat et” diye belge konulamazdı. Meşhur Mecelle ve hukuk kaidesi ispat mecburiyetini müddeiye yüklemektedir, suçlanana değil. Ondan sonra da “canım suçlu değilse zaten yargı sürecinde aklanır” gibi ucunda zulüm görülen bir sorumsuzluğa sığınılamazdı. Şimdiye kadar yapılan tüm darbelerde darbeciler bile doğru dürüst yargılanamamışken, onların yatakçıları, irtibatları, iltisakları ve halen hararetli savunucuları ortada gezerken beri tarafta kılıcın darbe teşebbüsüne fiilen iştirak etmeyen sempatizanlara kadar uzatılması hakkaniyetli değildir.
Bu hâdisede “cemaat” sempatizanlarına veya taraftarlarına veya içinde olanlara çok önemli bir vazife düşmektedir. O da cemaat propagandacılarını dikkate almadan, yaşananlar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden bir iç muhasebe veya öz eleştiri yapmak, “hizmet” gibi “cemaat” gibi kavramları da kirleten, halkı dini yapılara karşı soğutan ve gayesi dışına çıkarak “bağiliğe” yeltenen bu hareketin müsebbiplerinden hesap sormaktır.
Devlete düşen vazife de Müslim veya gayrı Müslim, dindar veya dinsiz, laik veya farklı kisvelerdeki her türlü cemaatin fiil ve eylemlerini şeffaf ve denetlenebilir hale getirmek için gerekli tedbirleri almak, 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan 667 sayılı “Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men Ve İlgasına Dair Kanunu” ilga etmek, Osmanlı Devletinde tarikatların denetimi için ihdas edilen Meclis-i Meşâyih’i yeniden kurmaktır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
RENKLİ AKAN DERELERDEN DENİZ SALYASINA; ÇEVRENİN İMDAT ÇIĞLIĞI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Yaşadığımız çevrede gözle görülür bozulmalar hızla artmaya başladı. Bunların bir kısmı sanayi üretimi fazla olan ülkelerin kârlarını âzamileştirmek için dünyaya yaydıkları zehirli atıklardan kaynaklandığı gibi bir kısmı da ülkemizde faaliyet gösteren şirketlerin aynı kapitalist anlayışla çevreye boşalttıkları zehirlerin havamızı, suyumuzu ve toprağımızı zehirlemesinden kaynaklanıyor.
Büyük devletlerin büyümesinin bedelini tüm dünya öderken kirleticilere “dur” diyecek bir güç bulunmuyor. Merhum Âkif’in tabiriyle “Günümüz dünyasında hak zıpırın olduğu için” çevre ve iklim konferansları bir işe yaramıyor, zaten onları pek dikkate alanda yok. Fakat ülkemizdeki kirleticilere “dur” diyecek bir devletimiz ve onun yetkili müesseseleri mevcut. Peki, genel tanımıyla “devlet” nerede? Neden bu materyalist, fırsatçı, şahsi menfaatini umumun mazarratında gören kirleticilere karşı halkın menfaatini korumakla mükellef olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta olmak üzere mülki âmirler, savcılıklar ve sair yetkililer harekete geçmezler? Bu soruyu onlara sormak bizim hakkımız. Zira millet adına milli iradeyi temsil hak ve yetkisini kazanan siyasi iktidarlar ve onun emrindeki bürokratik mekanizmanın en birinci vazifesi milletin canını, malını, namusunu, hukukunu korumak, bunlara karşı yapılan tecavüzleri önleyici tedbirleri almak, buna rağmen ihlalde bulunanlara ise hak ettikleri cezayı vermektir.
İnsanların yaşama, mülk edinme, seyahat etme, haberleşme, eğitim ve sağlık gibi hakları olduğu gibi sağlıklı bir çevrede yaşama hakları da vardır. Bu husus başta anayasa olmak üzere resmi belgelere girmiştir. 1982 darbe anayasasının 56. Maddesinde bile “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” Denilerek çevre sağlığının korunması ve kirlenmesinin önlenmesi için hem devletin ilgili kurumları hem de vatandaş vazifeli addedilmektedir. Peki, vatandaş ne yapabilir? Yetkili mercilere şikâyette bulunabilir, özellikle sivil toplum kuruluşları ve medya vasıtasıyla yetkililer ikaz edilebilir ama esas vazife öncelikle müdde-i umumlara yani halk adına iddia yetkisi olan savcılara (baştan savıcılara değil) düşmektedir. Eş zamanlı olarak vali ve emrindeki kaymakam ve il müdürlükleri, vesayet denetimi yetkisini haiz oldukları belediye başkanları, il özel idare elemanları ve merkez teşkilatından da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerine düşmektedir.
Mesele son derece ciddi ve Türkiye gerçeğinde vahimdir. Temiz akan bir nehir veya deremiz neredeyse kalmamıştır. Su havzalarımız tehdit altındadır, göllerimiz hatta Marmara denizimiz elden çıkmak üzeredir. Filitresiz fabrika bacaları zehir kusmakta, şehir çeperleri tehlikeli atıklarla dolmaktadır. Böylece hem havamız, hem suyumuz hem de toprağımız kirlenmekte, hatta zehirlenmektedir. Bu gidişata katlanmak mümkün değildir. Yetkili ve sorumlular vazifelerini yapmalı, yapmayanlar hakkında kirleticilere yardım, yataklık ve destek olma suçundan dava açılıp hesap sorulmalıdır. Eğer mevzuatta eksiklikler varsa ya cumhurbaşkanlığı veya TBMM harekete geçerek mevzuat noksanlığını gidermelidir.
İktisat dilinde “menfi dışsallık” olarak ifade edilen “şirketlerin kendi menfaatlerini âzamileştirmek için başkalarını zarara atması” atanlar açısından hem suç, hem ahlâksızlık, hem hukuka tecavüz hem de nitelikli dolandırıcılık mesabesinde haksız bir kazançtır. Bunu basitleştirerek şöyle ifade edebiliriz. Birisi evinizin yanına bir ev yapıyor ama defi hacet için her gün sizin bahçenize gelip ortalığı kirletip, kokutuyor veya evinin fosseptiğini sizin bahçedeki havuza akıtıyor. Böyle yapan bir komşuya nasıl muamele edilir? Bu iş karakolda bitmez mi?
Aynı şekilde paragöz birisi bir yere bir fabrika kuruyor, zehirli atıklarını oradaki denize veya göle veya yandan geçen nehre aktarıyor veya zehirli ve tehlikeli atıklarını havaya savuruyor veya oraya buraya kaçak olarak döküyor. Sebep? Arıtma tesisi için, filtre için para harcamamak. Bunu bazen altyapıya, kanalizasyona kaynak ayırmayan katı atıklar için geri dönüşüm tesisi kurmayan belediyeler de yapabiliyor. Peki, yukarıdaki örneğin benzerini yapan bu kurumlara ne yapılıyor? Hemen hemen hiçbir şey yapılmıyor. Onun için resimde gördüğünüz gibi derelerimiz kırmızı, sarı, siyah envai çeşit renkte akıyor, çevrelerine fena kokular saçıyor, içlerinde canlı yaşayamadığı gibi geçtiği yerlerdeki canlıları da öldürüyor, ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlayan vatandaşlara da büyük zararlar veriyor.
Hülasa, devlet, devlet olma mesuliyetiyle önleyici tedbirleri âcilen almalı, ihlal edenlere de buna bin pişman edecek cezaları vermelidir. Aksi halde kirlilik dereleri, nehir ve gölleri yuttuğu gibi Marmara’da başını uzatan deniz salyası veya sümüğü ile de tüm sahillerimizi esir alabilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI
Batı Karadeniz Akademisyenler Derneği’nin (BAKAD) Olağan Genel Kurulu 26 Haziran 2021 Cumartesi günü saat 16:00’da Dernek Merkezinde yapıldı. Geçen üç yıl içerisinde yapılan faaliyetler değerlendirildi. Derneğin çıkarmış olduğu Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi (USOBED) ve Uluslararası Batı Karadeniz Mühendislik ve Fen Bilimleri Dergisi (UMÜFED) ile BAKAD Yayınevi’nin daha iyi seviyelere getirilmesi ve Derneğimizin akademik toplantılarının arttırılması ve sistematik hale getirmesi hususları üzerinde duruldu.
Daha sonra yeni yönetim ve denetim kurulları asıl ve yedek üyelerinin seçimine geçildi. Buna göre Yönetim Kurulu Başkanlığına Prof. Dr. Mahmut BOZAN, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığına Doç. Dr. Ahmet ÖZTEL, Sekreterliğe Doç. Dr. Ayhan KARAKAŞ, Saymanlığa Doç. Dr. Yaşar ÖZ ve Üyeliğe Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Talha SÖZER getirildi. DenetimKurulu asıl üyeliklerine yapılan seçim sonucunda da Denetim Kurulu Başkanlığına Doç. Dr. Süleyman AĞRAŞ, üyeliklere ise Dr. Öğr. Üyesi Faruk Kerem ŞENTÜRK ve ÖğretimGörevlisi Murat TEKBAŞ getirildi.
Yeni yönetim ve denetim kurullarına çalışmalarında muvaffakiyetler dilerken Derneğimizin tüm üyelerine de katılım ve katkıları için teşekkür ederiz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
AF YETKİSİ; AFFEDENLER AFFEDİLECEK Mİ?
“Fert mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanet olur.”
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Devlet idaresinde mühim yer işgal eden meselelerden birisi de zaman zaman değişik isimlerle gündeme gelen aflardır. Mahkûm affı, vergi affı, imar affı, defter affı, vs. gibi satırlara sığmayacak kadar af türü var. Bunun karşılığında da “Birkaç sene yatar çıkarım! “ diyen bilumum câniler, mütecavizler, eşkıyalar; medyada “suç makinesi” olarak adeta reklamı yapılan hırsızlar; “defter affı gelecek, borç yapılandırması gündemde” diyerek vergi vermeyen zenginler ve esnaflar; “imar affının eli kulağında” diye şehir çeperlerinden sahillere, ormanlardan yaylalara kadar umumun müşterek malı olan ve hazine arazileri denilen topraklara “sözüm ona gecekondu” villaları diken yağmacılar, hülasa her türlü gayrı meşruluğu yol ve huy edinenler neden hiç eksilmiyor, hatta gün geçtikçe hızla artıyor? Tüm bu soruların cevabını Türkiye’nin hukuk sisteminde, o hukukla keyfine göre oynayan siyasi iktidarlar ve emirlerindeki üst bürokrasinde aramak gerekir.
Öncelikle dikta dönemlerinin hukuk ve adalet anlayışını dışarıda tutmak mecburiyeti vardır. Zira totaliter, otoriter idarelerde ve darbe dönemlerinde milli iradenin temsilinden söz edilemeyeceği için devlet organlarının ve bürokrasinin bizzat kendisi sabıkalıdır. Halkına, halkının inançlarına, örf ve adetlerine saygı göstermeyen, hatta suç sayan anlayışları bu değerlendirmenin haricine almak gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmakta fayda vardır. Sözümüz, tam olmasa da demokratik usullerle iktidara gelen ve mili iradeyi temsil eden iktidarlaradır.
Bu iktidarlar yaptıkları her affın azınlık bir fırsatçı ve de şamatacı ve yaygaracı bir kesimi memnun ederken cemiyetin kahir ekseriyetine haksızlık ettiklerini, zulmettiklerini ve daha da ötesi sosyal ahlâkı bozarak fesat çıkardıklarını bilmiyor olabilirler mi? Daha da hazini siyasi iktidarlar yetkisiz oldukları sözüm ona bu “afları” müjde olarak ilan etmekte ve namuslu vatandaşla istihza etmektedirler.
Oysa siyasi iktidarların af konusundaki yetkileri çok sınırlıdır. Zira şahıslarına yönelik bir hakareti veya tecavüzü veya bir cinayeti affedebilirler, bu onların bileceği bir iştir ama temsil ettikleri devlete, millete, hukukullaha (ki o hukuku ammedir), hukuku ibâda, vatandaşa yapılan tecavüzleri, cinayetleri ve bilumum hukuksuzlukları affetme yetkisine haiz değillerdir. Yaşananlar ise bunun tam tersidir, temsil makamında olan seçilmişler ve onların tayin ettiği memurlar şahıslarına olan hakaretleri derhal mahkemelere taşırken, yetkisiz oldukları alanlarda bol bol aflar çıkarabiliyorlar. Af esas, ceza istisnaya dönüşüyor, suçlulara ve potansiyel suçlulara genişçe bir yol açılıyor. Gerisini katil değil, cani değil, hırsız-arsız, namussuz değil namuslu vatandaş düşünsün! Vatandaş canını ve malını koruyamayan, hukukunu savunamayan devletten umudunu kesince ya “ihkakı hak” ediyor veya buna gücü yetmezse soluğu türlü çeşit mafya çetelerinin kapısında alıyor. Ona da gücü yetmeyen o zilletin yükü altında “yaşasın cehennem” diyerek teselli buluyor.
Devlet denilen müessesenin en temel vazifesi vatandaşlarının malını, canını ve hukukunu korumaktır. Adliyeler, mahkemeler, polis, jandarma, asker gibi emniyet kuvvetleri bunun için vardır. Hizmet metotları da katili, hırsızı, mütecavizi, bilumum suç çetelerini yakalamadan önce onların yollarını kapatmak yani suçu önleyici tedbirleri baştan almaktır. Her şeye rağmen suç işleyenleri de en sert şekilde cezalandırmaktır. Eğer katile “istediğin kadar öldür” ben seni en fazla müebbet hapisle cezalandıracağım dersen katile peşin olarak “ucunda ölüm yok ya!” cesareti vermiş olursun. Eğer imar affı, defter affı, borç affı, hülasa her işlenen suça af getirirsen sosyal çürümeye davetiye çıkarır namuslu insanlara aptaal muamelesi yaparak onlara hayatı zorlaştırmış olursun.
Hukuk sistemini iyileştirmek için yapılan bilmem kaçıncı yargı paketlerinde bu meselelerin de nazarı dikkate alınması dileğiyle.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
YEDİ BENZEMEZLERİN GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEMİ VEYA KAR HELVASI
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Makalenin ciddiyetine gölge düşürmesini istemem ama başka türlü anlatması da kolay değil. Siyaset bilimi kayıtlarında başkanlık sistemi, parlamenter sistem, meclis hükûmeti sistemi, hatta melez sistemlerden yarı başkanlık sistemi de bulunuyor fakat güçlendirilmiş/iyileştirilmiş parlamenter sistem diye bir sistem yok. Yukarıda sayılan tüm idari sistemlerin ülke uygulamalarında bazı farklılıkları bulunabilir. Fakat bu farklılıkları ayrı bir idari sistem gibi takdim etmek zorlama bir tavırdan öte gitmez.
Bugün Türkiye’de muhalefet partilerinin üzerinde ittifak ettikleri hükûmet sistemi Nasreddin Hoca’nın “kar helvası” fıkrasına dönmüş durumdadır. Muhalefet partilerinin acz içerisinde bula bula buldukları “güçlendirilmiş, iyileştirilmiş, yandan çarklı ve dahi payandalı” parlamenter sistem sadece çaresizlikten yapışılan bir siyasi polemikten öte bir mâna taşımamaktadır.
Tarihe bir kayıt düşmek için burada iddia ediyorum ki, eğer muhalefet 2023 seçimlerinde farzı muhal cumhurbaşkanlığı seçimini kazansa bu güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmaları bıçak gibi kesilecektir. Tıpkı büyükşehir belediyelerinin kurulmasında yaptıkları “ülke elden gider, bölünür, parçalanır, bu iktidar vatanı satıyor vs. vs.” yaygaraların bazı büyükşehir belediyelerini muhalefetin kazanmasından sonra hızla unutulması ve unutturulması gibi. O günlerde yapılan tartışmalara bakıldığında muhalefetin ve “muhalefetin megafonu” olan bazı akademisyenlerin esip savurmalarının tıpkı bugünlerde yapılan güçlendirilmiş parlamenter sistem çağırılarına ne kadar benzediği açıkça görülecektir.
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri henüz ileride olduğu için kimin kazanacağına yönelik tahlilleri bir tarafa bırakarak şu kadarını söylemekle iktifa edelim. Çok partili hayattan günümüze kadar tek başına iktidara gelemeyen CHP’nin muhalefeti kendi liderliğinde organize ederek iktidar arayışına girmesi gayet mantıklı görünmektedir. Zira halkın ancak beşte birinin oyunu alabilen bir parti için başkaca bir çıkış yolu yoktur. Çok basit bir şekilde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini alma taktiğini cumhurbaşkanlığı için de kullanmak istemektedir. İyi de omuzuna basılan “bizim mahallenin” çocuklarının derdi ne ola ki? Haydi Karamollaoğlu CHP’ye vaktiyle payanda olan MSP geleneğinden geldiği için mâzurdur. Akşener de siyasi çizgi olarak CHP ile uyuşabilir. Peki, Davutoğlu ve Babacan’a ve onun fahri başkanı olan Abdullah Gül’e ne demeli? Eğer şahsi bir rekabetten öte ciddi bir görüş olarak parlamenter sistemi savunuyorlar ise büyük bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim.
İdareler teklik üzere, meclisler çokluk ve çeşitlilik üzere hayat bulur. Yapılması gereken şey başkanlık sistemine karşı çıkmak değil, sistemin aksayan yönlerini düzeltmek için teklif ve önerilerde bulunmaktır. Bugün başkanlık sistemi ile “yönetimde istikrar” sağlanmıştır ancak “temsilde adalet” sağlanamamıştır. Çünkü eski sistemden kalan %10 seçim barajı kaldırılmamıştır. Sokağı kargaşadan halas edecek olan şey seçim barajının kaldırılması ile her neviden toplum kesimlerinin meşru ve kanunlara riayet ederek TBMM’de temsil edilmesidir. Suç işleyenlerin yakasına yapışacak bir yargı ve emniyet gücü istismarlara kapıları kapatacaktır.
Başkanlık sisteminin iyileştirilmesi için tekliflerde bulunmak sadece muhalefet partilerine bırakılamaz. Biz de buradan başkanlık sisteminin demokratik kimliğini güçlendirmek için seçim kanununda mutlaka değişiklik yapılmasını teklif ediyoruz. Mevcut uygulama parti genel başkanlarının eline bırakılmış, halkı figüranlığa mahkûm eden sahte bir demokrasiden başka bir şey değildir. Yani milli irade parti genel başkanlarının elinde esirdir. Onların aday gösterdikleri seçilmekte, aday göstermedikleri ise seçilememektedir. Seçilen bendeler veya sözüm ona milletvekilleri ise milletin değil parti genel başkanının vekilleridir. İşte muhalefetin karşı çıkması icabeden ve gündemden hiç düşürmemesi gereken husus budur; vekilleri milletin temsilcisi haline getirmek. Bunun yolu da seçim kanununu değiştirerek, nisbi temsil sistemi yerine dar bölge çoğunluk sistemini kabul etmektir. Ayrıca parti genel başkanlarının “ulufe dağıtma” aracı olarak kullandıkları 600 milletvekilliğini en fazla 400’de tutmaktır. Bu uygulama ile ülke 400 seçim bölgesine ayrılacak, her bölgeden sadece bir milletvekili seçilebilecektir. İşte o zaman parti başkanları demokrasisi tam olarak sıfırlanmasa da büyük oranda ortadan kalkacaktır. Tıpkı belediye başkanlarının seçilmesi gibi, halk kimi seçtiğini bilecek, ona göre oy verecektir. Üstelik parti üyeliği olmayan adaylar da diğerleri ile rahatlıkla yarışabileceklerdir.
Gelelim başkanlık sistemine yapılan itirazlara. Başkanlık sistemine karşı çıkışın iki temel sebebi olabilir. Birincisi bilgi eksikliğidir. Bunu telafi için hükumet sistemlerini kısaca gözden geçirmek faydalı olabilir. Önce parlamenter sistemi ele alalım. Diğer adı başbakanlık sistemi olan bu uygulama İngiliz menşeli olup temelde “taçlı demokrasiler” için câridir. Zira taç sabit olup, seçim yoluyla değil irsi olarak değişir. Haliyle demokrasinin bir gereği olarak halkın hükumeti seçmekten başka bir çaresi yoktur. İngiltere’de kral/kraliçe var olduğu müddetçe hiç kimse başkanlık sistemini savunamaz. Nitekim 1. Meşrutiyet döneminde de Osmanlı Devletinde parlamenter sistem câri idi. Bugün birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da parlamenter sistem uygulanmaktadır. Tacın yerine cumhuriyetin konulduğu Almanya gibi bazı demokratik ülkelerde de sembolikleştirilen cumhurbaşkanlıkları yanında şansölyelik makamı gibi ortağı olmayan, güçlü başbakanlık sistemleri bulunmaktadır.
İkinci hükûmet sistemi ise tacın olmadığı ülkelerde cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığın birleştirildiği başkanlık sistemidir. Bu sisteme Amerikan sistemi de denilmektedir. Büyük Britanya’dan istiklâliyetini alan ABD, sert kuvvetler ayrılığının uygulandığı başkanlık sistemini tercih etmiş ve hiç değiştirmeden bu güne kadar onunla gelmiştir.
Üçüncü sistem ise başkanlık ve parlamenter sistemin melezi olan “yarı başkanlık” sistemidir. Bu sistem ise iki büyük devlet arasında var olma uğruna Fransız kibrini yansıtan yarı başkanlık gibi bir garip sistemdir. Yine de bu sistemde başkan terazide bakanlar kuruluna ağır basmaktadır.
Dördüncü sistem ise meclis hükumeti sistemi olup indelhâce geçiş dönemlerinde kısa süreliğine uygulanmıştır. Bu sistemde tüm yetkiler mecliste toplanmakta, meclisin seçtiği meclis başkanı aynı zamanda devlet başkanı ve hükumet başkanı olarak görev yapmaktadır. Bakanları da meclis seçmekte ve azledebilmektedir. Bu sistemin ecnebi uygulamalarında yargı hariç tutulmuşken Türkiye uygulamasında yargı yetkisi de meclis tarafından kullanılmış, 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri ile hukukçu olmayan bazı kimselerin elinde nice canlar yakılıp, nice cinayetler işlenmiştir. Ona da totaliter yönetimde Türkiye farkı denilebilir.
Bu dört hükûmet siteminin tamamı da Osmanlı Devletinden günümüze kadar bu ülkede uygulanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili hayata geçinceye kadar uygulanan totaliter ve otoriter siyasi yapı hariç tutulursa, daha sonraki dönemlerde vesayet altındaki parlamenter sistem, 1980 askeri darbesi ile kurulan gayrı resmi yarı başkanlık sistemi ve nihayet 2018 yılından beri uygulanan başkanlık sisteminin hepsi için ülkemiz bir laboratuvar hizmeti görmüştür.
Eğer ülkemizde padişahlık devam ediyor olsa idi, parlamenter sistemden başka bir sistemi değil tartışmak, ağıza bile alınması İngiltere örneğinde olduğu gibi abes olurdu. Padişahlık kaldırıldığına göre olması gereken en uygun idari yapı başkanlık sistemidir. Kaldı ki Müslümanlar için en temel referans kaynağı olan “Asr-ı Saadetteki” İslam’ın ilk uygulamaları da başkanlık sistemi şeklindedir. Devlet başkanı olan Halifeler biat sistemi denilen bir nevi seçimle gelmektedir.
Yüz yıllık tecrübemiz de göstermektedir ki başbakan ve cumhurbaşkanı arasında paylaştırılan yönetim millete hayır getirmemiş, siyasi istikrarsızlıklar içinde ülkemize pahalıya patlamıştır. Özellikle Menderes dönemi çoğunluk sistemi ile seçilen hükûmetlerin sağladığı istikrar; milletin kendilerini ebediyyen seçmeyeceğini anlayan totaliter, otoriter ve demokrasiye hiç inanmayan azınlık bir siyasi parti için karın ağrısı olmuş, 1960 askeri darbesi ile çoğunluk sistemi yerine nisbi temsil sistemi getirilerek tek başına gelemedikleri iktidara bir şekilde iktidar ortağı olarak gelme umutlarını arttırmıştır. Bu sebepledir ki demokratik ülkelerde uygulanan çoğunluk sitemine de, dar bölge çift turlu çoğunluk sistemine de karşı çıkmaktadırlar.
Başka bir garabet ise mahalli idarelerde yaşanan hatta kuvvetler birliği şeklini almış olan belediye başkanlarının seçimine kimsenin ses çıkarmamasıdır. Türkiye’de tüm belediyelerde başkanlık sistemi uygulanmaktadır. O kadar ki belediye başkanı aynı zamanda belediye meclisinin ve encümenin de başkanıdır. Yani bir nevi meclis hükumeti sistemi gibi kuvvetler birliği esasına göre çalışmakta ve seçilirken de salt çoğunluk değil, basit çoğunluk esasına göre seçilmektedir. Mahalli idarelerdeki bu durumu “diktatörlük” olarak yorumlayan ve karşı çıkan bir siyasi parti var mıdır? Belediye meclisleri neden başkanlarını seçememektedir? Eğer bunlar normal hatta çok iyi ise neden ülke geneli için kuvvetler ayrılığının en güçlü şekli olan ve sadece yürütmeyi deruhte eden başkanlık sistemi farklı şekilde değerlendirilmektedir?
Son olarak kar helvasına tekrar dönelim. Bugün yedi benzemez nasıl oluyor da bir sürü sıfatlarla kamufle etmeye çalıştıkları parlamenter sistemi savunmada benzer oluveriyorlar? Haklarını da yemeyelim, onlar “zinhar biz eski parlamenter sistemi değil, güçlendirilmiş, iyileştirilmiş parlamenter sistemi savunuyoruz” diyorlar. Ağızlarına sakız ettikleri bu ucubenin çıplak parlamenter sistemden tek farkı kurucu güvensizlik oyu dedikleri parlamentodaki çoğunluğun sadece hükümeti düşürmek için değil, yeni hükumeti kurmak için de mutabakat yapma mecburiyeti olmasıdır. Yani meclisin yeni başbakan üzerinde anlaşmadan mevcut başbakanı düşürememesi. Ortada parlamenter sistem bütünüyle duruyor ama onlar siyasi sistemin tüm sıkıntılarını güya böylece aşmış oluyorlar. Yahu halkın meclisi seçtiği gibi cumhurbaşkanını da seçmesine neden karşı çıkarsınız? Dertleri Ali sevgisi değil, Ömer düşmanlığı! Onun için de takiyyeden kurtulamıyorlar.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BATI KARADENİZ AKADEMİSYENLER DERNEĞİ’NDEN OLAĞAN GENEL KURUL İLANI
Derneğimizin Genel Kurul Toplantısı 26.06.2021 tarihinde saat 16.00’da Karaköy Mah. Kadıoğlu Sokak No:74 Dostlar Ap. Daire:1 Bartın adresindeki Dernek merkezinde aşağıdaki gündemle yapılacaktır. Çoğunluk sağlanamadığı takdirde ikinci toplantı 11.07.2021 tarihinde saat 10.00’da yine aynı gündemle ve aynı adreste yapılacaktır. Bu duyuru tebliğ yerine geçecektir.
Üyelerimize duyurulur.
YÖNETİM KURULU
GÜNDEM
- Açılış ve Katılan üyelerce hâzırun listesinin imzalanması,
- Divan teşekkülü
- Gelir-gider durumu ile Yönetim ve Denetim Kurulu faaliyet raporlarının okunması,
- Yönetim Kurulunun İbrası
- Yönetim ve Denetim Kuruluna asıl ve yedek üyelerin seçimi
- 2021 yılı faaliyetlerinin görüşülmesi
- Dilek ve Temenniler
- Kapanış
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
KURMACA BİR MÜFSİT DEVLET; İSRAİL
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Osmanlı Devletinde müstakil bir sancak olan Kudüs, 1917 yılında İngiliz hâkimiyetine girdikten sonra emperyal siyasetin İslâm dünyasına yönelik bir aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sanayi inkılabı ile teknolojik üstünlüğü ele geçiren Avrupa devletleri özellikle silah ve askeri güce dayalı bir yayılma siyaseti izlemeye başlamışlar ve bunu devletleri bünyesinde müstemlekât nâzırlığı (sömürge bakanlığı) adı altında kurumsal yapılara bağlamışlardır Ele geçirilen ülkelerin sadece iktisadi kaynakları sömürülmekle kalınmamış, orada yaşayan insanların tüm hakları ellerinden alınarak önlerine ‘kırk katır veya kırk satır’ kabilinden üç tane tercih hakkı konulmuştur. Birincisi tanassur etmeleri yani Hıristiyan olmaları, ikincisi o bölgeyi terk etmeleri, üçüncüsü ise yok edilmeleri yani öldürülmeleri idi. Bunlar içerisinde insanlara en kolay gelen şık her şeylerini arkada bırakarak göç etmek olmakla birlikte bazen ona da fırsat verilmemiş, hatta zor ve şiddet kullanılarak Hıristiyanlaştırılanlar da sürekli bir baskı ve denetim altında kalmaktan, sistematik bir işkence ve yok etme politikalarından bir türlü azade olamamışlardır. İspanya Moriskolarının tarihi buna şahittir.
İşte Batı’nın bu siyaseti Şam eyaletinin vilayetleri için de cari olmuş, Kudüs sancağı Yahudilere yurt olarak tahsis edilmiş, 1947 yılında BM’nin paylaşım planını müteakip 14 Mayıs 1948 yılında İsrail adında bir kurmaca devlet ortaya çıkmıştır. “Müslüman arzında fesat çıkarmak” amacıyla kurulan bu devleti ABD’nin 11. dakikasında tanıdığını açıklaması “perşembenin nasıl geleceğini çarşambadan” ortya koymuştur. Nitekim de öyle oldu. ABD’nin 51. Eyaleti olarak isimlendirilen İsrail, dünyadaki tüm Yahudilerin vergi, bağış, yardım veya değişik isimler altında destek sağladığı, ayrıca her sene ABD bütçesinden resmi olarak üç milyar dolar para yardımı alarak varlığını idame ettirdiği bir devletçiğe dönüşmüştür. Yüksek teknoloji, nükleer silah ve hepsinden mühimi yaptığı tüm haydutluklara göz yumulan, belki daha doğru bir ifade ile eşkıyalığı teşvik ve teşci edilen bir kurmaca devlet, İslam dünyasında fesat çıkarma sorumluğunu üstlenmiş durumdadır.
Üstte görülen harita İsrail’in nerden nereye geldiğini açıkladığı gibi, nereye gideceği veya nereye gitmesi için teşvik edildiği hakkında da bir fikir vermektedir. İşin özü; İsrail’in Filistin’i yutmakla doymayacağı aşikâr olmakla birlikte daha fazla büyümesinin mümkün olamayacağı, binaen aleyh çevresindeki ülkelerin ya parçalanarak İsrail cesametine yaklaştırılacağı veya kendi tipinde terörist ve haydut devletçikler kurdurulacağı ve İslam ittihadının elden geldiği kadar geriye atılacağı bir plânda düğümlenmektedir.
Son yaşanan hâdiseler ne ilkti, ne de son olacaktır. Başta ABD ve AB olmak üzere tüm Hıristiyan dünyası ölen Müslümanları suçlayacaklar, Yahudilerin arkasında saf tutacaklar, destek olacaklardır. Öyle ise yapılması gereken şudur. İslâm ülkeleri yeni bir strateji belirlemeli; bu çerçevede İslâm İşbirliği Teşkilatını canlı bir bünyeye kavuşturmalı, ABD ve Avrupa devletlerinin patronajında olan sözde uluslararası kuruluşlardan tedrici bir şekilde ayrılarak kendi teşkilatlarını kurmalıdır. Hem onlara bütçe sağlamak ve kendine atacağı kurşun için para vermekten kurtulmuş olurlar, hem de dünya siyasetinde kendini ABD ve AB’ye mecbur hisseden ülkelere alternatif bir tercih sunarlar. Nitekim BM genel kurul toplantılarında bunun işaretleri alınmaktadır. Çin ve Rusya gibi kendini Batı’ya rakip olarak gören ülkeler için de dengeleyici bir unsur olurlar. An şart ki, İslam dünyasındaki Müslüman halkların birlikteliği devlet idaresindekilere de sirayet etsin ve bir mâkes bulsun.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
- 1
- 2