Prof. Dr. Mahmut Bozan
Epey bir zamandır medyada hayvanlarla ilgili kötü haberler öne çıkmaya başladı. Ekseriyetle de hayvanlara yapılan bed muameleler, işkence ve telefat haberleri sıklıkla işlenmektedir. Meseleyi nasıl değerlendirmek gerekir. Hayvan “mal” mı, yoksa “can” mı üzerinden yapılan tartışmalar TBMM’nin gündemine giren kanun tasarısına nasıl yansır, bu yazıda bu konuya mercek tutmaya çalışacağız.
Öncelikle ait olduğumuz inanç ve kültür değerleri açısından hayvan neye tekabül eder ona bakalım. Değerlerimizin en yaygın dillerinden biri olan Yunus Emre “Yaradılanı hoşgör, Yaradandan ötürü” demiş. Bu ifade bizim tüm mahlûkata karşı bakış açımızın ne olması gerektiğini anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak yaradılanların bir sıralaması da vardır elbette. İnsan, “eşrefi mahlûkat” olarak en üstte yer alır. Daha sonra hayvanlar, sonra bitkiler en sonrada cansız varlıklar gelmektedir. Bu genel sıralamada “mahlûkatın en şereflisi” olarak tanımlanan insan eğer özelliklerini kaybederse hayvandan daha aşağıya düşebilir ki bunun örneklerini ilerideki satırlarda zikredeceğiz.
Peki, varlık sıralamasında en üstte olan insan diğer varlıklar üzerinde nasıl bir tasarruf yetkisi kullanacaktır? Özellikle can ve his sahibi hayvanlara istediği gibi davranabilir mi? Meseleyi beşeriyet ve İslâmiyet açısından değerlendirdiğimizde insanların bu dünyada yaşayabilmelerinin hayvan varlığına bağlı olduğunu, hayvan varlığının da bitki varlığına, onun da yerküre ve fezadaki diğer cansızların varlığına bağlı olduğunu görürüz. Allah kâinatı öyle âhenkli bir şekilde yaratmış ki bu ekosistemde var olabilmemiz için değil hayvan ve bitkileri belki toprak, su ve havayı da korumak mecburiyetindeyiz. Ancak bu mecburiyet insanın emrine verilen diğer canlı ve cansız varlıklar üzerinde hiçbir tasarruf hakkının olmadığı mânasına da gelmiyor. Zaten bu mesele öylede anlaşılmıyor. Elbette insanlar hayvanların etinden, sütünden, derisinden ve sair uzuvlarından faydalanacaklar ve onları muhtelif hizmetlerinde de kullanacaklardır. Bu açıdan bakıldığında hayvanların bir nevi canlı robotlar gibi insanlara hizmet edebilecekleri, eğer “kuş dili” yani hayvan yetenekleri tam olarak bilinse çok geniş bir alanda insanlara yardım edebilecekleri anlaşılır. Nitekim günümüzde köpeklerin sadece bekçilik değil, tıptan asayişe kadar arama-kurtarma, narkotik, bomba arama, hatta hastalık teşhisi gibi pek çok alanda istihdam edildiği görülmektedir. Öyleyse tür ve sayı olarak insanlardan milyonlar kere fazla olan arıdan, kartala, sivrisinekten file, hamsiden balinaya kadar hayatı onlarsız düşünemediğimiz hayvanlara karşı nasıl davranacağız? Bu hususta biri ifrat, diğeri tefrit doğrusu da vasat olmak üzere üç anlayış ve davranış tarzı bulunmaktadır.
Birincisi vasat yani orta yoldur. Aynı zamanda doğru olan bu yol, hayvanlara bizim Yunus’umuz gibi bakmak, hayvanlara eziyet ve işkence etmemek, onların hayat hakkına tecavüz etmemek, bilakis yerkürede onların da yaşama hakları olduğuna inanmaktır. Bu çerçevede yabani hayvanların korunması, avlanmalarında devletin belirlemiş olduğu kurallara riayet edilmesi, bunlardan hatalı olduğu düşünülen hususlara karşı da iyileştirme için faaliyet gösterilmesi, bazı türlerin ekosistemden silinmemeleri için koruma tedbirleri alınması, yabani hayvan saldırılarına karşı tedbir alınması ilk akla gelenler olduğu gibi, kedi, köpek gibi yabani hayvanların akrabası olan ve evcilleştirilen hayvanların da haklarının korunması için hukuki düzenlemeler yapılması gerekir. Bu düzenlemeler hem hayvanların haklarını korumak, hem de hayvanlardan insanları korumak şeklinde olmalıdır. Özellikle eti, sütü ve yumurtası başta olmak üzere hemen hemen her şeyinden faydalandığımız hayvanlara karşı sorumluluklarımızın olduğu unutulmamalıdır.
İkinci anlayış ve davranış şekli hayvan haklarında ifrattır. İfratçılara veya hayvan haklarında aşırı gidenlere gelince, bu guruptakiler neredeyse hayvanlarla insanları eşit tutmaya kalkmakta, hayvanlara gösterdikleri ihtimamı insanlardan esirgemektedir. Bu gurubun tarihte ulaştığı nihai nokta eski Mısır’da tapılan apis öküzü ile günümüz Hindistan’ındaki kutsiyet isnad edilen inek statüsüdür. İfratçıların bir kısmı kurdukları dernekler vasıtasıyla önemli gelir kaynaklarına ulaşabilmekte, insanların merhamet damarını kullanarak kendilerine istikbal sağlamakta, reklamlarını da çağdaşlık, modernlik, çevrecilik gibi kavramlar üzerinden yapmaktadırlar. Bu hareketin topluma yansımaları içerisinde en bilinenleri vejetaryenlik ve veganlık gibi hayvan menşeli gıda ve giyim maddelerini kullanmama hareketidir. İşin garip yanı bu hareketin öncülerini (The Vegan Society‘nin kurucularından Donald Watson’a haksızlık etmeden) bir iki asır geriye götürdüğümüzde İngiliz atalarının dünya sömürüsünde neredeyse hayvan türlerini yol edecek bir kıyımın baş sorumluları oldukları gerçeğidir. Yukarıdaki resim bizon başlarından yapılmış tepenin önünde poz veren şahsın Amerikan yerlisi değil, İngiliz işgalcisi olduğunu gösteriyor.
Bu resimle birlikte bir de tefritçilere göz atmak faydalı olabilir. Bu kesimdekiler ise insanı diğer canlılar ve özellikle hayvanlar üzerinde “tepe yırtıcı” olarak gören insanlardır. Bunlara göre hayat bir savaştır, güçlü olan yaşar, zayıf olan doğal seleksiyona uğrar, öldürülür, yok edilir ve hiçbir hakkı yoktur. Bu anlayış sahipleri için sade hayvanlar değil insanlar da tehlikededir; özellikle zayıflar, başka ırktan, başka inançtan olanlar. Nerede kaldı ki hayvanların bir hakkı olsun. Bu kesim kazanç ve hatta zevk ve eğlence uğruna Afrika’da, Amerika’da, Avusturalya’da, Hindistan’da ve gidebildikleri dünyanın her yerinde hayvan katliamları ile nice nesilleri yok ettiler ve bugün de ellerine her fırsat geçişte müptezel eğlenceleri uğruna yok etmeye devam ediyorlar. Bu konuyla ilgili belgeseller ve yayınlar ciddi bir yekûn tuttuğu için detayına girmeye gerek yoktur.
Son olarak gelelim ülkemizin müşahhas hayvan hakları meselesine. TBMM’nin hayvan hakları ile ilgili bir kanun çıkarması normaldir ama bunu Meclis komisyonları sınırlılığından çıkarıp tüm toplum kesimlerinin görüşlerini alarak yapmaları isabetli olacaktır. Kanun yapmak elbette TBMM’nin sorumluluğundadır ama uygulamaların kamudaki muhatabı belediyeler olmalıdır. Sorumluluğun diğer kanadında ise sivil toplum kuruluşları ve özellikle kendilerine “hayvan sever” ayrıcalığını yakıştıran (sanki başkaları hayvanları sevmiyor!) hayvan hakkı savunucularıdır. Başıboş, sahipsiz sokak köpekleri ile ilgili görüşlerimizi söylemek gerekirse, evvela; bu işin çok değil, tek sorumlusu olmalıdır. Gelişmiş demokratik ülkelerde bu sorumluluk belediyelere verilmektedir. Biz de de halka en yakın ve halkın mahalli ve müşterek ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef olan belediyeler tek sorumlu olmalıdır. Belediyeler kesinlikle sokaklarda başıboş dolaşan köpeklere müsaade etmemeli, kısırlaştırma, tedavi, barınaklara toplama ve gerekirse uyutma gibi sair hizmetleri yerine getirmelidir. Başıboş hayvanları kısırlaştırıp aldığı yere iade kolaycılığına kaçmamalı ve kaçamamalıdır. Çünkü ülkemizde sokak hayvanları ile ilgili pek çok mesele bulunmakla birlikte en çok tartışma başıboş köpekler üzerinden çıkmaktadır. Ya başıboş sokak köpekleri insanlara saldırmakta veya tersi olmakta, bazı insanlar hayvanlara eziyet ve işkence etmekte, hatta öldürmektedir.
İkinci sorumlu kesim hayvan hakları üzerine kurulan STK’lar ve hayvancılık üzerine iş yapan firmalardır. STK’lar sadece hayvan hakları üzerinden kendi reklamlarını yapma ve kazanç sağlama yerine kendilerine tanınan kamu desteklerinden istifade ile sorumluluk üstlenmekten kaçınmamalı, hayvancılıkla iştigal eden şirketler ise kuracakları köpek çiftlikleri ile sokak köpeklerini toplayıp aynen domuz çiftliklerinde olduğu gibi domuzun benzeri ve bir açıdan kardeşi olan köpekleri yiyen, alım satımına müsaade eden başta Çin olmak üzere diğer ülkelere ihraç etmeli, bu meseleyi kazanca dönüştürmelidirler.
Son olarak villalarında, hatta apartman dairelerinde, daracık mekânlarda kocaman köpeklere mahkûm hayatı yaşatan ve meskûn mahallerin huzurunu kaçıran müstağrip nevzuhurlara hürriyetlerinin bir sınırı olduğunu gösteren yasal düzenlemelerin yapılmasına da ihtiyaç vardır.