“Hâfızayı beşer nisyan ile mâluldür” ama devletlerin hâfızası olan tarih unutmaz, geçmişin vesikaları geleceğe ayna tutar. Kim dost, kim düşman; kim harbî, kim sinsi düşman hepsini gösterir. Merhum Âkif’in “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..” diyerek ibret almaya davet ettiği tarih, “okumuşlardan” ziyade Anadolu irfanının şaşmaz hafızasında nisyandan mâlul olmadan muhafaza edilmektedir. Anadolu irfanının temsilcileri olan bağında bahçesinde nafakası için çalışan sıradan bir vatandaşa hangi devletin dost, hangisinin düşman olduğu sorulsa kesinlikle doğru cevaba ulaşılabilir. “Ama o devletle filan yerde müttefikiz, ötekisi de katılmak istediğimiz falan ailenin üyesidir” gibi lafları “çarıklı erkânı harp” asla etmez.
Meseleye bir de dışarıdan bakmayı denersek, içerden bakışın sağlamasını da yapmış oluruz. Dışarıdan kasıt küresel siyasette güya birlikte olduğumuz veya olmayı devlet politikası yaptığımız devletlerdir. Bu “dost ve müttefik” olarak etiketlenen devletlerin ne kadar ve nereye kadar hayırhahımız oldukları neredeyse yaşanan her hâdisede açık ve seçik ortaya çıkmaktadır. Mesela Rusya, harbi ve açık düşmandır, ne bir ittifakta onlarla beraberiz ne de onlarla ortak bir gelecek inşa etme plânımız var, ama ABD ile NATO üzerinden neredeyse 70 yıldır güya dostuz ve de “sıkı” müttefikiz. Bu öyle bir dostluk ki, düşman başına demek gerekir. Türkiye’nin demokrasi serüveninde milli iradeye yapılan her darbede bu sıkı dost ve müttefiklerin bir yerden dahli vardır ve “bizim çocuklar başardı” cümlesi en bilinen örneğidir. Milli iradenin vesayet altına alınmasında, vesayetin kurumsallaştırılmasında, kendilerini değil de milletine kulak veren idarecilerin “bir şekilde” öldürülmesinde hep onların parmağı vardır. Dahası Türkiye “harbi ve açık” düşmanla karşı karşıya geldiğinde veya getirildiğinde bizimle değil düşmanla işbirliği yapması ve kaos çıkarma siyaseti de cabasıdır. Bu durum ABD’nin neredeyse milli siyaseti haline gelmiştir. 1964 yılında Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla yazmış olduğu mektup ile 09 Ekim 2019 tarihinde Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve “Türk ekonomisini mahvetmekten…” bahsettiği tehdit mektubu bunun en çok bilinenleridir.
Bir asır önce bizi “Orta Asya’ya sürme” siyaseti izleyen İngiliz ve Fransızlar da içine girmeye çalıştığımız Batı ailesinin çok “dost canlısı” üyeleridir. 2. Dünya Harbinde Almanya’ya bir ay bile dayanamayan ve daha çok yakınlarda ABD başkanı Trump’tan “Sizi kurtarmasaydık bugün Almanca konuşuyor olacaktınız” dediği Fransa, Akdeniz’in batı yakasından gelip doğusunda Türkiye’ye meydan okuma gafletinde bulunuyor. Bu arada Fransızların medarı iftiharları olan Napolyon Bonapart’a daha sonra asla iflah olamayacağı en ağır tokadı da 21 Mayıs 1799’da Osmanlı kale komutanı Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka Kalesi önünde attığını unutmayalım. Diğer taraftan bunların güya en serinkanlısı gibi duran Almanya ise “Doğu Akdeniz” restleşmesinde -ileri sürdükleri ve feda edilmesinden hiç de üzülmeyecekleri piyonları- Yunanistan’la Türkiye arasında bir yandan arabuluculuk yapıyormuş gibi davranırken perdenin önce arkasında daha sonra da perdenin önünde alenen Yunanistan’ın arkasında olduğunu ilan eder ve Türkiye’ye “yaptırım uygulama” tehditleri savurur. Bir de bunların yedeğe aldığı “kâselisleri” vardır. Asırlarca birlikte yaşadığımız ve kardeşlik hukuku uyguladığımız, fakat Osmanlı’nın vefatı ile ortada kalan ve Batı’nın sömürgesi haline gelen Basra Körfezine sıralanmış bir kısım fabrikasyon devletçikler de maalesef bize karşı İsrail ve Batı ile hulus birliği yaparlar.
Türkiye’nin anavatanı çevreleyen mavi vatandaki enerji kaynakları ile yükselişini hızlandırma ihtimalinden fevkalâde çekinen küresel oyuncular “Büyük Ortadoğu” dedikleri İslâm coğrafyasını dizayn etme siyasetinde bir altın vuruş fırsatı ararken bu kuşatılmışlıkta ne yazık ki içeriden de tenkitler eksik olmamaktadır. Türkiye gücünü arttırmadığı sürece her ne yaparsa yapsın Batı’nın bize karşı bakışı değişmeyecek, düşman azaltma ve dost arttırma önerileri semere vermeyecektir. Beynelmilel münasebetlerde “hak zıpırındır” diyen ve güçten başka araç tanımayanlara dostluk mesajları vermenin bir faydası olmayacaktır. Bu tavrı en son AB’nin dış ilişkiler temsilcisi Josep Borrell dillendirmiştir. Borrell Türkiye, Rusya ve Çin’i kastederek “eski imparatorluklar geri geliyor” beyanında bulunmuş, açıkça Türkiye’yi dost ve müttefik değil, düşman ve öteki olarak ilan etmiştir. Bu yeni duruma karşı AB’nin politika geliştirmesi ve tedbir alması gerektiğini söylemiştir. Nükleer gücü olan Çin ve Rusya çatılamayacak büyüklükte olduğu için “altın vuruş” niyetlerinin Türkiye’ye yöneldiği açıkça belli olmaktadır. Büyümeye fırsat vermeden, Osmanlı’nın azametine erişmeden gerekirse Yunanistan gibi bazı piyonları feda ederek “şah” çekmek. Ancak tarih Batı’nın “döner merdivenin aşağı inen tarafında” olduğunu söylüyor. Biz ve Asya ise merdivenin yukarı çıkan tarafındayız.
Prof. Dr. Mahmut Bozan