Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Uçak sisten çıktıktan sonra manzara daha iyi görülür. Sosyal hâdiseleri değerlendirirken de bazı belirsizliklerin netleşmesinde geçen zamanın müsbet tesiri olur. Bundan beş sene evvel Türkiye kanlı bir askeri darbe teşebbüsüne maruz kalmıştı. Ama milletin çelikten iradesi 250 küsur şehit vererek darbe teşebbüsünü yarım gün içerisinde boğdu. Darbe koalisyonunun dâhili ve hârici ortakları hüsrana uğradılar.
Daha önce yapılan darbe teşebbüslerindeki başarı, darbecilerde bir hesap hatasına yol açmış olmalı ki darbenin deşifre olmasına rağmen darbeciler geri çekilme yerine şiddetin dozunu arttırarak milleti sindireceklerini zannettiler. 1960 darbesi, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri ile bir nevi rutine bağladıklarını zannettikleri zorbalığı aslında milli iradenin temsilcisi olan hükümet 2007 yılında bozmuş, verdikleri e-muhtıra suratlarına çarpılmıştı. Bundan gereken dersi çıkaramadıkları için veya çok kuvvetli teminat aldıkları için 15 Temmuz’da darbe teşebbüsünde bulundular.
Darbe teşebbüsü millete, milletin iradesine, milli iradenin temsilcisi olan siyasi iktidara karşı yapılmıştı ama kim yapmıştı? Darbe teşebbüsünün akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu teşebbüsü “ ordu içinde emir-komuta dışında küçük bir azınlığın kalkışması” olarak tavsif etmişti. Evet, bu bir askeri darbe teşebbüsü idi ama onlar bu işte yalnız değillerdi. Darbe koalisyonunun adı bir yerlere atıf yapma amacıyla “yurtta sulh konseyi” olarak belirlenmişti. Bu konseyin üyeleri arasında koçbaşı olarak ihtilalci askerler kullanılırken mütemmimleri de devletin önemli müesseselerinde etkili ve yetkili makamlarda bulunan Fetullah Gülen’e bağlı cemaat mensupları ve Ak Parti iktidarını devirmede kararlı çevrelerden meydana geliyordu. Yani orduda, yüksek yargıda, emniyet güçleri arasında, istihbarat teşkilatında ve üst bürokrasi ile akademide de darbenin destekçileri vardı. İş dünyası, büyük sermaye çevreleri, ideolojik kimlikli muhalif medya da gruba eklemlenmişti. Siyasi destekçiler ise darbecilerin hedefinde olmadığı için tutulan yollar onlar için açılabiliyordu. Bunun diyeti daha sonra 15 Temmuz darbe teşebbüsünün “bir hükümet kumpası” olduğu propagandasına malzeme yapılmakla ödenmişti.
Vak’a analizinde iç çevre kadar harici güç odaklarının da dikkate alınması gerekir. Hatta bu darbe teşebbüsünde dış çevreyi esas, iç çevredekileri uydu ve tabi olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Zira bir asır öncesinde İslâm âleminin ve hilâfetin merkezi konumunda olan Osmanlı Devleti hedef alınarak dünya siyasetinde Müslümanların sesi kesilerek sadece sömürmek, pazara dönüştürmek ve uydulaştırmak açısından operasyon sahası konumuna indirilmişti. Geçen bir asır Türkiye’yi Osmanlı vârisi konumuna itmeye başlamıştı. Üstelik SSCB’nin dağılması ve en büyük rakibin tasfiyesi ile yeni bir “düşmana” ihtiyaç vardı. ABD liderliğindeki emperyalist Batı, siyasetini iki stratejik kanal üzerinden yürütmeye başladı. Birincisi komünizmin yerine İslâm’ı yeni tehdit unsuru olarak kabul ile Müslümanları terörist olarak yaftalamak, ikincisi ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile kontrol alına almak ve “Arap Baharı” ile başlayan süreçteki demokratikleşmenin önünü keserek diktatörlükleri tekrardan inşa etmektir. Kontrollü kaos plânı ile İslâm ülkeleri işgal ve iç harplere sürüklenirken nihai hedefin Türkiye olduğunu dikkatten kaçırmamak gerekir. O sebeple “gezi hadisesi” üzerinden bir darbe kıvılcımı yakılmak istenmiş, muvaffak olunamayınca teröre hız verilmiş ve ülkeyi parçalamak ve Suriyeleştirmek gayesi ile “hendek savaşları” başlatılmıştır. Bundan da bir netice alınamayınca ABD liderliğinde, AB desteğinde ve İsrail katkısı ile 15 Temmuz darbe teşebbüsü yapılmıştır. Eğer analizin parçalarını birleştirecek olursak bu darbe teşebbüsünde patronajı ABD istihbaratı üstlenmekte, lojistik AB ve İsrail üzerinde kalmakta, icracılar ise iç analizde isimleri sayılan asker-sivil bürokratlardan meydana gelmektedir. “Cemaat” darbe teşebbüsünün bizatihi içerisindedir. Bu darbe teşebbüsü bir Devlet veya Hükümet “kumpası” değildir.
Darbenin bastırılmasından sonra darbecilere, onlara yardım ve yataklık edenlere hesap sorulmasından daha tabii bir şey olamaz. Ancak özellikle “laikçi” çevreler, Müslümanlardan hazzetmeyenler, İslam’a düşmanlık besleyenler ve ortamı kendileri için müsait bulanlar bu darbe teşebbüsü üzerinden tüm Müslümanları töhmet altında bırakmak, dini cemaatleri ve tarikatları baskı altına almak için çirkin propagandalara giriştiler ve darbe teşebbüsüne bulaşmamış geniş bir kesimi de bu vesile ile yakmaya çalıştılar. Darbeci askerler birden “asker kıyafeti giymiş fetöcü teröristlere” dönüşüverdi. Darbeye katılan laik veya laikçi, Kemalist, sosyalist veya bir şekilde muhalif olan subayların tamamı fetöcü ilan edildi. Cemaatin siyasi iktidarla sıkı çalıştığı günlerin bir uzantısı olarak kurulmuş ilişkilerin aniden kesilememesi sebebiyle “özel okuluna veya dershanesine gitmek, yurdunda kalmak, bankasına para yatırmak veya yayınlarına abone olmak vb.” kabilinden cemaatin kayıtlarına giren insanlar suçlu muamelesi görmeye başladı. Daha önce “üstü hıyanet, ortası ticaret, altı ibadet” olarak kategorize edilen yapı göz karartılarak tamamen hain ilan edildi. Bu gelişmede muhtemelen Ak Parti iktidarını yıkmayı canı gönülden arzu eden ama mevcut durum gereği iktidarın yanında görünmenin faydalı olduğuna inanan çevrelerin Ak Parti’ye karşı toplumda geniş bir kesimi muhalif etme planlarının da payı olması gerekir. Aksi takdirde kamuda çalışan insanların önüne “fetöcü olmadığını ispat et” diye belge konulamazdı. Meşhur Mecelle ve hukuk kaidesi ispat mecburiyetini müddeiye yüklemektedir, suçlanana değil. Ondan sonra da “canım suçlu değilse zaten yargı sürecinde aklanır” gibi ucunda zulüm görülen bir sorumsuzluğa sığınılamazdı. Şimdiye kadar yapılan tüm darbelerde darbeciler bile doğru dürüst yargılanamamışken, onların yatakçıları, irtibatları, iltisakları ve halen hararetli savunucuları ortada gezerken beri tarafta kılıcın darbe teşebbüsüne fiilen iştirak etmeyen sempatizanlara kadar uzatılması hakkaniyetli değildir.
Bu hâdisede “cemaat” sempatizanlarına veya taraftarlarına veya içinde olanlara çok önemli bir vazife düşmektedir. O da cemaat propagandacılarını dikkate almadan, yaşananlar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden bir iç muhasebe veya öz eleştiri yapmak, “hizmet” gibi “cemaat” gibi kavramları da kirleten, halkı dini yapılara karşı soğutan ve gayesi dışına çıkarak “bağiliğe” yeltenen bu hareketin müsebbiplerinden hesap sormaktır.
Devlete düşen vazife de Müslim veya gayrı Müslim, dindar veya dinsiz, laik veya farklı kisvelerdeki her türlü cemaatin fiil ve eylemlerini şeffaf ve denetlenebilir hale getirmek için gerekli tedbirleri almak, 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan 667 sayılı “Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men Ve İlgasına Dair Kanunu” ilga etmek, Osmanlı Devletinde tarikatların denetimi için ihdas edilen Meclis-i Meşâyih’i yeniden kurmaktır.