Prof. Dr. Mahmut BOZAN
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler sonucu dünya adeta büyük bir şehre dönüştü. Ülkelerdeki hayat standardı, zenginlik-fakirlik, gelişmişlik, geri kalmışlık, iç harpler, terör, despot yönetimler, insanca yaşama gibi pek çok konuda insanlar kolayca fikir sahibi olmaya başladı. Özellikle Batılı ülkelerin sömürüsü, hâkimiyetlerini devam ettirmek için çıkardıkları iç harpler, icad edilen ve çok yönlü olarak kullanılan terör örgütleri büyük bir göç hareketini tetikledi. Yaşadığı ülkede can korkusu yaşayan, gelecekle ilgili umutlarını yitiren, insanca bir hayata özlem duyan pek çok insan hayat standardı yüksek, can ve mal emniyetinin olduğu gelişmiş ülkelere gitmenin yollarını armaya başladı.
İkinci Dünya Harbi mağdurlarının kısmı azamı Hıristiyan veya Yahudi olduğu için o dönemde çıkarılan “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi” gerçekten mültecilere çok iyi imkânlar sağlamaktaydı. Ancak aynı sözleşme hükümleri Sovyetlerin dağılmasından sonra “terörist ve düşman” olarak yaftalanan, ülkeleri işgal edilen, iç harplere maruz bırakılan Müslümanlar için uygulanmak istenilmedi. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen ve daha pek çok İslâm ülkesinde çıkardıkları kargaşa ve kaostan kaçan insanlara kendi yaptıkları anlaşma hükümlerini uygulamamak için bin dereden su getirmeye başladı.
Avrupa ülkelerinin göçmen politikası temelde Müslümanların Avrupa’ya girişine her ne şekilde olursa olsun engel olmak şeklinde belirlenmiştir. Ancak Cenevre Sözleşmesi onlar için ortadan kaldıramadıkları uluslararası bir hukuki belge olarak ortada durmaktadır. Bunu geçersiz kılmak için politikalar geliştirmeye başladılar. Bu politikaların birincisi sınırları tahkim ederek, fiziki engeller, tel örgüler ve güvenlik güçleri ile mültecileri caydırmak. İkincisi, göçü kaynağında durdurmak için ülkelerle anlaşmalar yapmak. Üçüncüsü ise bir şekilde ülkelerine giren Müslümanları belirli kamplarda sefalete mahkûm ederek, geldiklerine bin pişman etmek.
Türkiye gerek iç harplerle istikrarsızlaştırılan coğrafyanın merkezinde olması, gerekse Avrupa’ya geçiş güzergâhı olması sebebiyle yoğun bir göç dalgasına maruz kaldı. Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere tüm iç harplerin yaşandığı İslam ülkelerinden yola çıkan mültecilerin adeta hücumuna uğradı. Mültecilerin hedefi öncelikle Türkiye değildi. Onlar Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine gitmek istiyorlardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin eline muazzam bir dış politika kartı da vermiş oluyordu. Zira Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye’ye sadece Avrupa’dan gelenler “mülteci” olarak kabul edilebilirdi. Suriye, Irak, İran, Afganistan veya diğer ülkelerden gelenler mülteci sıfatını haiz olmadıkları için Türkiye’nin bu insanlara karşı herhangi bir hukuki sorumluluğu yoktu. Bu sebeple ülkemize girenlere mülteci denilemezdi, nitekim onlar için “geçici misafir” “sığınmacı” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı.
Peki, Türkiye Avrupa’ya yönelen bu yeni “kavimler göçünü” doğru yönetebildi mi? Maalesef ki hayır. Avrupa ülkelerini dehşete düşüren göçmen istilasına karşı göçmen deposu olmayı kabul etti. Hem de uluslararası diplomatik kartın adını değiştirerek, yanlış bir şekilde “ensar” rolüne bürünerek heba etti. Daha da kötüsü Avrupa Birliği ile “Geri Kabul Anlaşması” imzaladı. Alman Şansölyesi Merkel ülkesini ve patronluğunu yaptığı Avrupa Birliği’ni göçmen istilasından kurtardı. Karşılığında bize sadece vaat ve yalanların dışında hiçbir şey vermedi. AB’de serbest dolaşım vaadi yalan çıktı, iki sene içinde altı milyar avro yardım yalan çıktı. Ama Avrupa ve Almanya o zamanki göğüsleyemeyeceği göç istilasından yakasını sıyırdı. Türkiye ise hedef ülke konumuna düştü. AB “Geri Kabul Anlaşması” ile ülkelerine gelen ve ihtiyaç duydukları vasıflı elemanları içeri alırken, diğerlerini Türkiye’ye itme hakkını kazandı.
Türkiye İçişleri Bakanı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı sunuş yazısında Türkiye’nin göç politikasını şöyle tarif ediyordu: “Türkiye, göç krizinin başından itibaren ortaya koyduğu irade ve uyguladığı açık kapı politikasıyla göçü yönetme noktasında ciddi bir başarıya imza atmıştır. Göçün hem ekonomik hem sosyal maliyetini deyim yerindeyse tek başına yüklenen ülkemiz, tarihinden gelen tecrübesini bu konuda etkin şekilde kullanmış ve komşusu olduğu coğrafyada yaşanan gelişmelere sadece maddi açıdan değil insani açıdan da yaklaşarak 21.yüzyılın medeniyet değerleri için tek başına bir yüz akı olmuştur.” Evet bu tablo bir iftihar vesilesi olabilir ama kesinlikle iyi bir uluslararası politika anlayışı değildir. Dahiliye ve Hariciye bakanlıklarının ortak bir siyaset kurgulayamadıklarının bir işaretidir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Stratejik Plânında Ülkemize gelen 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı için enteresan bir tespit de yapılmakta, “Türkiye’nin artan ekonomik gücünün ülkemize yönelik göç hareketleri için bir çekim unsuru” olduğundan bahsedilerek, “daha önce göç hareketleri açısından ülkemiz bir geçiş ülkesi konumunda iken; artan ekonomik gücü ve istikrarıyla birlikte yabancılar tarafından giderek hedef ülke konumuna geldiği” ifade edilmektedir. Bu ifadeler yine bir övünme vesilesi olabilir ama beynelmilel siyaset açısından bir davet gibi de algılanabilir veya algılatılabilir. Bu da daha fazla yabancının gelmesi demektir.
Dünyada göç hareketleri henüz doruk noktasına ulaşmamıştır. Türkiye nüfusu kadar bir insan seli akmaya hazır beklemekte iken, Türkiye’nin ciddi bir göç idare politikası maalesef bulunmamaktadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2019-2023 Stratejik Plânı incelendiğinde strateji bir yana doğru dürüst bir PESTLE analizi ve SWOT analizinin bile yapılamadığı açıkça görülmektedir. Göçün haklı olarak hedefi olan ABD ve AB ülkeleri mültecilerden kurtulmak için politikalar geliştirirken, Türkiye’yi göçmen deposu yapma niyetlerine sâfiyane çanak tutmak anlaşılır bir siyaset değildir. Bugün başta petrol, doğal gaz ve stratejik önemi haiz madenleri sömürülen, bu uğurda iç savaşlar çıkarılan, terörist gruplar üzerinden terbiye edilmeye çalışılan Müslümanların bu işin faili olan Avrupa ve ABD’ye göçlerini kuvvetle destelemek gerekirken dalgakıranlık yapmak ancak “bırakınız gelsinler, bırakmayız gitsinler” garip politikasıyla isimlendirilebilir.
Uyandığınızda ise “ba’de harab-ül Basra” olur.