Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Devletin varlık sebeplerinin ilk beşi arasında bulunan halkın eğitim ihtiyacının karşılanmasında en temel unsur olan öğretmenlik mesleğine yönelik nihayet beklenen adım atıldı ve Öğretmenlik Meslek Kanunu RG’nin14.02.2022 tarih ve 31750 sayında yayımlanarak meri-ül icra oldu. Kanunu detaylandıran Aday Öğretmenlik ve Öğretmenlik Kariyer Basamakları Yönetmeliği de RG’nin 12.05.2022 tarih ve 31833 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece öğretmenlik, eğitim ve öğretim ile bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği olarak tanımlandı ve aday öğretmenlik döneminden sonra öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağına ayrıldı. Çok gecikmiş olmakla birlikte Öğretmenlik Meslek Kanununun çıkarılmış olması eğitim camiası başta olmak üzere tüm ülkemiz için büyük bir kazançtır. Ülkelerin en büyük gelir kaynağı ve sermayesi para veya değerli madenlerden önce eğitilmiş, nitelikli beşeri sermayesidir. İkinci dünya harbinden sonra yerle bir edilen Japonya ve Almanya’yı bugün dünyanın ilk beş büyük iktisadi gücü arasına sokan kaliteli insan gücü ve beşeri sermayesi olmuştur.
Ancak bu kanun ve yönetmelik öğretmenlik mesleğinin tüm sıkıntılarını bertaraf etmiş değildir. Daha yapılması gereken çok idari düzenleme ve iyileştirme çalışması vardır. Bunların başında da neredeyse her meslek grubuna öğretmen olma hakkı tanınmasına bir son verilmesidir. Eğer bir gün eğitim sendikaları ve öğretmenler greve gideceklerse veya hükümetlerle pazarlık masasına oturacaklarsa en öncelikli ve en vazgeçilmez talepleri eğitim fakültesi mezunu olmayan kişilerin öğretmenlik mesleği dışında tutulması olmalıdır. Eğitim sendikalarının müştereken bir oda kurmaları ve tıpkı tabipler odası, barolar birliği gibi bir hüvviyet kazanarak mesleklerine sahip çıkmaları zaruridir. Nasıl aynı alanda eğitim alan mesela bilgisayar sistemleri öğretmenliği mezunu olan bir kişiye mühendislik hakları verilmiyor, bilgisayar mühendisi olması için asgari mühendislik tamamlama eğitimine tabi tutuluyorsa aynı kural diğer meslek mensupları için de cari olmalıdır. Aksi takdirde mesela 5 yıl tarih öğretmenliği eğitimi alan bir kişinin önüne daha düşük puanla edebiyat fakültesi tarih bölümünde 4 yıl okuyan ve uyduruk bir pedagojik formasyon eğitimi alan bir kişi geçebilmektedir. Eğer o kişi gerçekten tarih öğretmeni olmak istiyorsa aynı isteği duyanlarla en başta üniversite sınavında yarışmalı ve tarih öğretmenliği eğitimi almalıdır. Bu örneğin diğer öğretmenlik alanlarında da pek çok misali vardır ve öğretmenlik eğitimi almayanların öğretmenlik haklarından faydalanmaları yerden göğe haksızlıktır.
Bu düzenlemeyi yapanların iyi niyetlerinden de her zaman şüphe etmek gerekir. Siyasi rant dağıtmakta siyasetçiye alternatifler sunan bu tip düzenlemeler adalet ve hakkaniyet duygusunu zedelemektedir. Geçmişte bunun daha acı örnekleri de yaşanmıştır. Kısa bir tarih turu yaparak bu örneklerden iki tanesine bir göz atalım. Bunlardan en talihsizi ve eğitimsistemine en zarar verici olanı, öğretmen okullarını kaldırdıktan sonra açığa çıkan öğretmen ihtiyacını karşılamak için dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in bulduğu çözümdür. Ecevit sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için 2 yıllık eğitim enstitülerini kurmuş ve 1978 yılında lise mezuniyetleri bile meçhul, referans yoluyla toplanan 76.000 kişiyi 45 günde öğretmen olarak atamıştır. Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel “40 günde kabak yetişmiyor, bu kişiler nasıl öğretmen yapılır?” diye isyan etmiş ama sonuç değişmemiştir. Bu miktar, o dönemdeki toplam öğretmen sayısının %40’ına tekabül ediyordu. Bu kişiler ki -birçoklarına bizzat şahit oldum- şiveli konuşan, düzgün Türkçe konuşamayan, siyasi tarafgirlikten öte bir özelliği olmayan, eğitim altyapısı oldukça yetersiz kişilerdi. ANAP iktidarında Milli Eğitim Bakanı olan Vehbi Dinçerler bu 40 günlükleri (fasulye, kabak değil bunlar öğretmen sıfatıyla sınıfa ve derse giren kişiler) hizmet içi eğitimle mesleğe kazandırmak istediyse de o makamda fazla kalamamış, hizmet içi eğitim işi de kadük olmuştu. Merhum Akif bu tehlikeye yıllar önce dikkatleri çekmiş ve şöyle haykırmıştı:
“Muallim ordusu derken, çekirge orduları,
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!
‘Muallimim’ diyen olmak gerektir imanlı,
Edepli, sonra liyakâtli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük..”
O dönem öğretmen olanlar hiç kusura bakmasınlar, açıp arşivleri baksınlar. O dönem açılan eğitim enstitülerinin arşivleri daha sonra birer birer yakıldı, tüm kayıt evrakı imha edildi. Ordudaki darbe heveslisi paşaların vesayet için terör biriktirdiği yıllarda ideolojik olarak paylaşılan şehir ve semtlerde ne kadar militan varsa eğitim enstitülerine dolduruldu ve öğretmen edildi. Her ne kadar bunlardan yaklaşık 5 bin kadarının diploması 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından iptal edilmiş olsa da büyük kısmı “muktesep hak” olarak eğitimin içinde kaldı.
Bu darbeyi 1996 yılında 22.075 sınıf öğretmeni ihtiyacını karşılamak için yapılan en kötü tercihlerden birisi takip etti. Aşçısından dişçisine, veterinerinden iktisatçısına, ziraatçısından işletmecisine açık öğretiminden uzaktan öğretimine kadar her yükseköğretim mezununa hiçbir sınava veya formasyon eğitimine tabi tutulmadan sınıf öğretmenliği hakkı tanıyan kararla tabuta son çivi de çakılmış oldu. Öğretmenlik mesleğinin en narin, en nazik, en kırılgan ve şahsiyet teşekkülünün birinci basamağındaki yavrularımıza tokatların en gaddarı atıldı. Kim bilir nice çocukların psikolojileri ağır yaralar aldı ve belki de hâlen o yaralarla yaşıyorlar.
Eğitim üzerindeki bu hoyrat siyaset Türkiye’ye, milletimize ve eğitim camiasına pahalıya patladı. Eğitim müfredatındaki sıkıntılara hiç girmiyorum bile. Orası da başlı başına bir problem yumağı. İdeolojik eğitimin “kurşun asker” kalıplarına çocukların döküldüğü, “şahsiyet ve yetenek geliştirme değil kimlik dönüştürme potası” olarak kullanıldığı bu alana ne zaman el atılır bilemiyorum.
Özel okullarda ve dershanelerde çalışan öğretmenlerin örgütlendiği Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyelerinin 30 Ağustos 2022 tarihinde Ankara’daki yürüyüşleri bir gerçeği daha gündeme getirdi. O da özel okul ve kurslarda çalışan öğretmenlerin uğradığı haksızlıklar, sömürüler ve başıboşluklardı. Hükümetin acilen bu meseleye el atması ve aynen vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin maaş ve özlük haklarının devlet üniversiteleri ile eşitlenmesi gibi, özel okul ve kurslarda görev alan öğretmenlerle devlet okullarında görev alan öğretmenlerin özlük haklarının da eşitlenmesidir. Böylece nâehil kişilerin hem eğitim sektörüne girmeleri ve öğretmenleri sömürmeleri engellenecek hem de özel okullardaki eğitimin kalitesi artacaktır. Ayrıca devlet eğitim yükünü özel teşebbüsle paylaştığı için yükü hafifleyecek hatta faydalı bir rekabet fırsatı da doğmuş olacaktır. Ayrıca özel teşebbüsün okul açma şartları tekrar gözden geçirilmeli, eğitim mekânı uygun olmayan yerlere okul açılmasına müsaade edilmemeli, para kazanma hırsıyla eğitime yönelen, sermayesi ve kadroları yeterli olmayan kişilere kapı kapatılmalı, denetimleri de titizlikle yapılmalıdır.
Eğitim sisteminde genel ve mesleki eğitim oranları tekrar gözden geçirilmeli, ilköğretimden yükseköğretime kadar bir bütünlük içerisinde meslek liseleri ile bunları tamamlayacak meslek yüksekokullarının ve programlarının sayısı -yeni ortaya çıkan meslek dalları da dikkate alınarak- arttırılmalı, halk eğitimi, çıraklık ve yaygın eğitim takviye edilmeli, eğitimdeki teorik-pratik uçurumunu ortadan kaldıracak şekilde staj ve uygulamalara ağırlık verilmelidir.
Son olarak öğretmenlerin 4-5 yılda bir mesleklerindeki gelişmeleri takip etmeleri ve kendilerini yenilemeleri için üniversitelerin ilgili bölümlerinden eğitim almaları sağlanmalıdır. Böylece aldığı diplomanın üzerine 20-30 yıl tek eğitim almadan kuluçkaya yatma temayülünde olanlara da fırsat verilmemiş olacaktır. Her ne kadar öğretmenliğin bir kariyer mesleğine dönüşmesi ile öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri için müşevvik bir zemin hazır edilmiş olsa da, dâhili motivasyonu zayıf olanların mecburi bir yenilenmeye tabi tutulması için zorlayıcı tedbirlerin alınması da bir mecburiyettir. Eğitim sendikaları da siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp MEB ve üniversitelerle işbirliği içerisinde eğitimin kalitesinin arttırılması için çalışmalıdır.