
Prof. Dr. Mahmut Bozan
BAKAD Başkanı
Bitmeyen, kadim tartışma konularından birisi de hürriyettir. Hür olmak, kişi iradesinin her türlü baskıdan âzâde olarak kendi iradesini kullanma hakkına sahip olması demektir. Bu da insanı diğer canlılardan ayıran temel bir hususiyettir. Seçme, tercih etme, kabul veya reddetme ve iradesini serbestçe kullanma hakkı olmayan bir insan ancak sûreten bir insan kabul edilebilir, yani nâkıstır. Hürriyetin zıddı köleliktir yani kişi iradesinin başka bir kul iradesine bağlı kalmasıdır. Cüz-i irade kavramı külli irade sahibi olan Allah’ın tüm varlıklar üzerinde sadece insanlara ve cinlere bahşettiği bir imtiyazdır. Bu imtiyazla önce cinler daha sonra da insanlar dünyaya halife yapılmıştır. Hür irade sahibi olmak en büyük imtiyaz olduğu gibi en büyük sorumluluktur da. İnsan tercih hakkını yani cüz-i iradesini kullanarak en yüksek makamlara çıkabileceği gibi aşağıların aşağısına da yuvarlanabilir. Hürriyet geniş bir kavramdır; içerisinde fikir, inanç, düşünce ve düşüncesini ifade etmekden tutun, mülk edinme, seyahat etme gibi pek çok temel hak ve hürriyeti de içinde barındırır.
Fransız ihtilâlinin üç sloganından birisinin “liberte” yani hürriyet olması mânidardır. Bu kavram siyasi bir hak olarak Avrupa’da yayılmaya başlamış ve Osmanlı cemiyetine ulaşması da fazla zaman almamıştır. Fransız ihtilâli ile yayılan hürriyet, eşitlik, kardeşlik gibi fikirler geniş bir tartışma konusudur ve hem fert, hem devlet hem de milletler seviyesinde yankıları olmuştur. İslâm’ın bir iman rüknü ile bağlantılı olan hürriyet kısmı ise Osmanlı toplumunda akademik seviyede bazı tartışmalara sebep olmuştur. Kavram Batı’dan geldiği için önce ihtiyatla karşılanmış, hatta bir şair “Hürriyet yakıcı bir ateştir ve kâfirlerin hususiyetlerindedir.” Deyince dönemin ulemasından Bediüzzaman Said Efendi “Hürriyet Rahman’nın bir lütfudur ve imanın hassasıdır” diye aynı kafiye ile cevap verme zaruretini hissetmiş ancak hürriyetin “ibahe mezhebi” olamadığını yani kişiye her istediğini yapma hakkı vermediğini de ilave etmiştir. Nitekim hürriyeti yakıcı ateş olarak tarif eden şair de “hürriyeti her istediğini yapmak” şeklinde anladığı için ürkmüş ve bu sebeple hürriyeti çevresini yakan bir ateşe benzetmiştir. Said Nursi’nin hürriyeti Allah’ın Rahman ismine bağlayarak bir lütuf olarak görmesi ve hatta onu imanın bir hassası, bir hususiyeti olarak değerlendirmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Demek hürriyet yoksa iman nakıstır, zira iman bir tercih hakkını kullanma meselesidir. İnanmak veya inanmamak kişinin hür iradesiyle verebileceği bir karardır. “Dinde zorlama yoktur” mealindeki âyet-i kerime Allah’ın kendi yarattığı kullarına hür iradeleri ile karar verme hakkını bahşetmektedir. Bu noktayı nazardan bakıldığında hürriyet, hür irade, serbestçe tercih hakkını kullanabilme hakkı, inanç hürriyetinin de bir parçası olmaktadır.
Peki, hürriyet insana her istediğini yapma hakkı verir mi? Hürriyet deyince ne anlamak gerekir? Bu hususta birbirinden farklı mülahazalar vardır. Kimilerine göre hürriyet “Başkasına zarar vermemek şartıyla insanın her istediğini yapması” demektir. İslâm’da hürriyet tanımının içerisine sadece başkasına değil, kendine zarar vermemek şartı da dahil edilmektedir. Bu sebeple başkasını öldürmek kadar intihar da bir katl suçudur. Bir çocuğu öldürmek kadar ana karnındaki canlı bir cenini öldürmek (kürtaj) de bir cinayettir. İnsanlar cemiyet içinde yaşadıkları için kendilerine verecekleri zarar, dolaylı olarak cemiyete de yansıyacağı için uyuşturucu kullanımı pek çok ülkede yasaklanmıştır.
Hürriyetin günümüzde tartışma konusu olmaya devam etmesinin bir sebebi, bazı hürriyetlerin kötüye kullanılmasından ileri gelmektedir. Mesela insanlara hakaret etmek, inançlarına saldırmak veya inançları sebebiyle onları tahkir etmek günümüzde en yaygın ve özellikle bir azınlık güruh tarafından pervasızca kullanılan bir hürriyet istismarıdır. Bu kesimler hakaretlerini “fikir hürriyeti” kılıfına sokarak adeta bir hakmış gibi kullanmaya çalışmaktadırlar. Yakın zamanlarda bir müptezel şarkıcı İmam Hatiplilerin “sapık” olduğunu toplum önünde söylemekten çekinmemiştir. Hakkında hukuki işlem başlatılınca belirli bir kesim tarafından derhal ifade ve düşünce hürriyeti teraneleriyle savunmaya geçilmiştir. Şöhret düşkünü düşük karakterlerin özellikle “sanatçı” kimliği altına girerek toplumun inanç değerlerine saldırmaları, “azgın azınlıkların” aferinini almaya çalışmaları, bazılarının hiç gereği yokken kendilerinin “ateist” olduklarını neredeyse bağıra bağıra söylemeleri, bazı cinsi sapkınların “yaşam tarzı” bahaneleri ile hükümranlık kurma gayretleri daha bir görünür olmaya başlamıştır. Bu kesimlerde “İslâm nefreti veya İslâmofobi” bazı batılı ülkelerdeki İslâm ve Türk düşmanı kesimlerle yarışır hale gelmiştir.
Bu kargaşanın önlenmesi için yapılması gereken bazı temel işler vardır. Bu da ancak hukuki işlem tesisi yoluyla olur. Cemiyette kişiler kural koyamazlar. Kural koyma, kanun yapma işi milli iradeyi temsil yetkisini haiz seçimle teşekkül eden meclislere aittir. 1982 Anayasasının 26. Maddesinde fikir ve fikri ifade hürriyeti tarif edilerek sınırları belirtilmiş ve kullanım hakkının da kanunlarla düzenleneceği ifade edilmiştir. Ancak mevcut kanunlar içerisinde sadece 5816 sayılı kanunla –hukuk önünde herkesin eşit olduğu kaidesi- ihlâl edilerek tek bir kişinin hukuku özel olarak korumaya alınmıştır. Bunun haricinde toplumun ölü veya diri diğer efradı her türlü hakarete maruz kalabilmekte, hâkimler keyfi olarak bazı hakaretleri “fikir ve düşünceyi açıklama hürriyeti” içerisinde değerlendirirken aynı ifadeler başka bir hâkim tarafından suç olarak cezaya tabi tutulabilmektedir. Halkın huzuru için bu kargaşanın önünün âcilen alınmasına ihtiyaç vardır. Hürriyetlerin kötüye kullanılması önlenmelidir. İkinci Meşrutiyet ilan edildiği zaman Said-i Nursi “Hürriyete Hitap” diye bir makale ve nutkunda hürriyete şöyle bir tarif getirmiştir. “Hürriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” Bir asır öncesinden yapılan “efradını câmi, ağyarını mâni” bu veciz tarifin bugün de geçerli olduğunu, en azından bu seviyede bir hürriyet alanının temin edilmesinin zaruri olduğunu ifade etmek zorundayız. Unutmayalım “adalet mülkün (devlet idaresinin) temelidir ve hukuk önünde eşitlikle vücut bulur, “üstünlerin hukuku” gibi zırvaları içinde barındıramaz.