
Tahran’da başörtüsü altından saçı göründüğü gerekçesi ile 13 Eylül 2022 tarihinde ahlâk polisi tarafından gözaltına alınan ve bu sırada gördüğü şiddet nedeniyle de üç gün sonra ölen Mahsa Âmini, uzun müddetten beri biriken öfkeyi açığa çıkardı. Önce kadın direnişi olarak kendini gösteren hareket öfkeli kalabalıkları ve her türden muhalifleri de bünyesine katarak siyasi bir meydan okumaya dönüştü. Belki de İran, 1979 yılında şahlık rejiminin Âyetullah Humeyni tarafından yıkılması ve yerine Şia mezhebine dayalı İslâm Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana en ağır imtihanını vermektedir. Kadınların başörtüsü üzerinden başlayan bu hareket aynı zamanda tersinden okunduğunda 28 Şubat 1997 yılında Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin başörtülerini zorla çıkarmaya çalışan post-modern darbecilere karşı yapılan mücadeleyi hatırlatmaktadır. Türkiye’de darbeciler kaybetmiştir, belli ki İran devriminin Besiçleri de, Devrim Muhafızları (pasdaran) da, mollaları da kaybedecektir. Zaten Türkiye’de ne yaşanırsa 20-30 yıl ara ile diğer İslâm ülkelerinde de benzeri hâdiseler yaşanmaktadır. İran’da ‘nevi şahsına münhasır’ bir cumhuriyet vardır, ama demokrasi yoktur. İran’da devleti milli iradenin yönetmesinin önünde çok büyük engeller bulunmaktadır. Bu engellerin başında da Şia’nin ‘hilafet’ anlayışı gelmektedir. O kadar ki devlet idaresini imanın rükünleri arasına sokan Şia anlayışı aynı zamanda Sünni İslâm ile en büyük ayrışmayı tam da burada yaşamaktadır.
Şiilik İran’da ortaya çıkmamıştır. Ancak İran’ı Şiiliğin en önemli merkezlerinden birisi yapan husus, Fars milli gururunun Hz. Ömer tarafından kırılmasıdır. Roma kimliğinin Hristiyanlığı dönüştürmesi gibi Fars milliyetçiliği de İslam’ı kendileştirme yoluna gitmiştir. Bu hususu analiz eden Bediüzzaman şu tespiti yapmaktadır. “Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; ‘Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir.’ olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlardır[1].
Yani, İslam’ın zuhuru döneminde dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olan Sasaniler Hz. Ömer’in hilafeti döneminde fethedilince bunu milli gururlarına yedirememişler, Hz. Ali’nin hilafeti dönemindeki ihtilaf üzerinden Hz. Ömer’e olan öfkelerini Hz. Ali muhabbeti şeklinde tezahür ettirmişlerdir. İran siyasetinin teferruatına girmeden önce İran hakkındaki bilgileri kısaca hatırlamaya ihtiyaç vardır. Zira İran, bir yandan İslâm dünyasında Şiiliğin liderliğini yaptığı gibi, diğer yandan da Sünni İslâm’ın liderliğini yapan Devlet-i Âli’ye ile tarih boyu rekabet içinde olmuş, bugün de o rekabeti Türkiye’ye karşı devam ettirmektedir.
İran’ın tarihi incelendiğinde kadim bir millet, eski bir medeniyet ve oldukça güçlü devletler karşımıza çıkar. Şüphesiz en temel kırılma İslam’a geçişle yaşanmıştır. 800 yıllık Arap hâkimiyetinden sonra Türk hanedanlarının riyasetinde Şah İsmail ve Şah Abbas vasıtasıyla güçlü bir merkezi hükümet kurmayı başarmışlardır. İran’da Safeviler devlet kuruncaya kadar Şia hâkim mezhep değildi. Safevilerle birlikte Şia İran’ın resmi mezhebi olmuştur. Şiiliğin resmi devlet dini olarak kabul edilmesiyle bu durum ideolojik bir çerçeveye oturtulmuş ve İran kimliğiyle birleştirilmiştir. Bugün İran aristokrasisi ile derin devletinin İslâm ve Şia inancını Pers milliyetçiliğine bir kılıf olarak kullandıklarını söylemek mübalağa sayılmamalıdır.
1979 yılında Humeyni tarafından gerçekleştirilen “İnkılabı İslâmi” ile Pehlevi hanedanı yıkılmış, şahlık rejimi yerine bugünkü siyasi rejimin temelleri atılmıştır. Devrim sonrası batının kışkırtmasıyla başlayan Irak-İran savaşı (1980-1988) her iki ülke için de yıkım olmuş, daha sonra bölge ABD ve İsrail politikalarına göre yeniden şekillendirilmiştir. İran’daki mevcut devlet düzenini, Humeyni tarafından geliştirilen Velayet-i Fakih teorisine dayanarak oluşturulan bir tür anayasal “Dini Liderlik” rejimi olarak tanımlamak mümkündür. Anayasaya göre dini lider iki kademeli de olsa halk tarafından seçilmektedir. Önce halk, dini liderin seçiminde “ikinci seçmen” olarak görev yapan ve din adamlarından meydana gelen Meclis-i Hobregan’ı (Uzmanlar Meclisi), Meclis-i Hobregan ise dini lideri -hayatta kaldığı sürece görev yapmak üzere- seçmektedir. Dini liderin sahip olması gereken özelliklerin kimde bulunduğunu (Âyetullah ve Mercii-i Taklit olma), kimin bu nitelikleri ve şartları taşıdığını da ancak din adamları belirlemektedir.
Şia, seçilmiş hilâfet yerine irsi imâmeti savunduğu ve 12. imamın kayıp olduğu inancı sebebiyle devlete mesafeli durmuş ve bir devlet teorisi geliştirememiştir. Bu sebeple Şiiler yaşadıkları yerlerde devletten uzak durmak, vergi vermemek, ihtilafları kendi içinde çözmek ve zaman zaman da devlet iradesiyle çarpışmak durumunda kalmışlardır. Osmanlı Devletindeki Şahkulu (m. 1511) ve Celâli isyanları (m.1519), hatta 1937 yılında yaşanan Dersim Hâdisesi buna şahittir.
Şiiliğin devlet doktrini olarak uygulanmasında İran’da iki ana akım bulunmaktadır. Bunlardan usuliler (içtihat) ve ahbariler (kitap, sünnet ve imamlara uyma) arasındaki mücadelede liderliğini Humeyni’nin yaptığı usuliler galip gelmişlerdir. Usuliler devletin irsi olarak ehli beyt imamları tarafından yönetilmesi gerektiğine kâni olmakla beraber 12. imam olarak kabul ettikleri Mehdi’nin kayıp olduğuna ve yokluğunda onun yerine Âyetullah’ın velayet hakkını kullanması ve halkın ona tabi olması gerektiğine karar vermişlerdir. Usuli gelenekten gelen Humeyni velayeti fakih anlayışını tevhit doktrini olarak yeniden kurgulamıştır. Buna göre en üst otorite Allah’a aittir. Hükmü icra 12. imam olan Mehdiye ait olup o gelinceye kadar velayeti fakih tarafından vekâleten kullanılacaktır. Siyaset ile din müttehittir. İhtilaflar usuli geleneğine göre içtihatla çözülecektir. İslâmi olmayan yönetimlerle (bu muğlak ifadenin içine halkı Müslüman olan devletler de girmektedir) zafere kadar savaşılacaktır.
İran İslâm Cumhuriyeti sistemini diğer devlet düzenlerinden farklı kılan en önemli birim, Dini Liderlik (Velayet-i Fakih) kurumudur. Rejiminin meşruluk kaynağı Velayet-i Fakih ilkesi ve onu uygulayan önderlik makamında toplanmıştır. Anayasa’ya göre nihai otorite, Mehdi gelene kadar Dini Lider’e aittir. Son karar verme mercii olarak önderin tüm güçler üzerinde sıkı bir denetimi vardır. İslâmi devletin egemenlik araçları olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üzerinde hep önderlik makamı vardır. Dini lider, Meclisi Hobregan tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Meclisi Hobregan’a kimin seçileceği kararı ise 6 üyesi Dini Lider, diğer 6 üyesi de Meclis tarafından seçilen Şura-yı Nigehban-ı Kanunu Esasi adlı 12 kişilik bir derin yapı tarafından verilmektedir. Böylece halka gitmeden birbirini seçen kurumlar oluşmakta ve bu tek kale oyunun tüm oyuncuları da imam-ı mâsum addedilen veya onun yetkilerini vekaleten kullanan Dini Lider tarafından belirlenmektedir. Sünni inancında ismet (masumiyet) sıfatı sadece peygamberlere mahusus olup bunun dışındaki tüm insanların hata ve günahtan hâli olmadığı kabul edilir.
İran 1979 yılından beri veliy-yi fakih (dini lider) Âyetullahlar tarafından yönetilmektedir. Dini lider hem yasama, hem yürütme hem de yargı üzerinde mutlak yetkilere sahiptir. Özellikle ordu yönetiminin subaylardan ulemaya aktarılmasıyla ordunun vazifesi, sadece İran’ı korumak değil, Allah’ın kanunlarını geçerli kılmak (gerçekte İran devrimini ihraç etmek) için cihat etmek olarak tanımlanmıştır. Dünyadaki Müslümanların %90’ı Sünni İslâm inancında olduğu için İran’ın cihat anlayışının hedefinde de maalesef gayrı Müslimler değil Müslümanlar bulunmaktadır. İran’ın neden Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı desteklediği, Osmanlı döneminde sürekli Avrupa devletleri ile ittifaklar kurarak işbirliği yaptığı, bugün de Türkiye’ye hasım çevrelerle, hatta terör örgütleriyle yakınlaştığı, bu siyasetinden de hiç vazgeçmeyeceği kolayca anlaşılabilir.
İran’ın bu zaafı küresel güçler tarafından gayet iyi bilinmekte ve ustaca kullanılmaktadır. Özellikle Hindistan yolunu kontrol etmek isteyen İngilizlerin Arabistan’da tahrik edip destekledikleri Vahhabi hareketinin tefritçiliği (zâhirilik), İran Şia’sının ifratçılığı (bâtınilik) İslâm dünyasında vasatın (ehli sünnet) zayıflatılması için bir kutuplaştırma aracı olarak kullanılmış, bugün de Hizbullah ve Haşdi Şâbi gibi örgütlerle el Kaide, IŞID ve benzeri örgütler üzerinden kullanılmaya devam edilmektedir. ABD’nin Irak ve Suriye’ye müdahalesi ile İran’ın önü açılmış, nüfuz alanı Irak, Suriye ve Lübnan’dan Yemen’e kadar uzatılmıştır. Bu sebeple zâhirdeki gerek İran-ABD gerekse İran-İsrail münafereti bir kayıkçı kavgası hissi uyandırmakta; Azerbaycan’a karşı ABD, Rusya ve Fransa safında yer alması ile Türkiye’ye karşı PKK desteğinde yine benzer pozisyonda olmasının mantıklı bir açıklaması bulunmamaktadır. Son tahlilde İran Şii kimliği sebebiyle Sünni İslâm’a karşı Batılı güçler tarafından eskiden olduğu gibi bugün de kullanılmaya devam edilecektir.
[1] Nursi, B. Said, Mektubat, s. 354, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-sekizinci-mektub/354
Konuyla ilgili daha teferruatlı bilgi için bkz;. Nursi, Said (1976). Lem’alar, s. 18-21, Sözler Yayınevi.