
Resimler: Anadolu Ajansı
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Bugün Türkiye’de ve dış temsilciliklerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş yıldönümü bayram olarak kutlanıyor. Bu makalede cumhuriyetin 100 yılı mercek altına alınarak ana başlıklar üzerinden bir muhasebesi yapılacaktır.
Öncelikle 29 Ekim 1923’de yoktan bir devlet kurulmamış, 1876 Kanun-u Esasi’nin eki olan 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun 1, 2, 4, 10, 11 ve 12. Maddelerinde değişiklik yapılarak var olan devletin tarzı idaresi saltanattan cumhuriyete çevrilmiştir. Birinci maddede yapılan bu değişiklikle “Hâkimiyet, bilâkayd-ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i hükûmeti, cumhuriyettir” hükmü getirilmiştir. Aynı gün Meclis’te bulunan 158 milletvekilinin oyu ile Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçilmiştir. Büyük Millet Meclisinde 287 milletvekili (bazı kaynaklarda 332) olmasına rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde neden vekillerin neredeyse yarısının Mecliste olmadığını okuyucuların nazarı dikkatine havale edelim.
İkinci olarak Türkiye Devleti tek partili bir cumhuriyete geçerek Lozan konferansına harbin galibi değil de adeta mağlubu gibi oturmuş, Musul ve Kerkük’ten maada Hatay’ı da elinden kaçırarak boğazlara bile hâkim olamamıştır. Ege adalarını (Gökçeada ve Bozcaada hariç) mağlup Yunanistan’a bırakmış, yakıp-yıktığı Anadolu şehir ve kasabalarının karşılığı olarak ödemesi gereken savaş tazminatını ödemekten de -zaten bizim olan Karaağaç ve çevresi- bize verilerek Yunanistan bu yükten kurtarılmıştır. İngiltere’nin el koyduğu iki savaş gemisinin parası İngilizlerden alınamadığı gibi 1845’ten Harbi Umuminin sonuna kadar olan Osmanlı Devleti’nin borçları o dönem “redd-i miras” iddiasındaki Türkiye’ye yıkılmıştır.
Üçüncü olarak üzerinde durulacak husus Cumhuriyet döneminin icraatlarıdır. Saltanatın yerine getirilen idare tarzı cumhuriyet olmuş ama bu cumhuriyet demokratik bir cumhuriyetten ziyade başlangıçta otoriter daha sonra ise totaliter bir cumhuriyet olmuştur. Halkın iradesi yok sayılmış, dini, örfü, hukuku, an’anesi, gelenekleri, kültürü hâsılı tüm değerleri “bizi medeniyetten alıkoyan köhne engeller” olarak görülüp, aşağılanmış ve yok edilmeye çalışılmıştır. Adeta Türkiye’den bir Fransa çıkarılmak, Türk milletinden de Fransızlara benzeyen bir halk icad edilmek için canhıraş bir çabaya girişilmiştir. Yapılan inkılapların teknolojiyle, fenle, bilimle bir alâkası yoktur. Alfabeden, eğitim sistemine, kılık kıyafetten, ölçü tartı âletlerine kadar el uzatılmadık saha bırakılmamış, özellikle dini hayat üzerinde çok ağır baskılar uygulanmıştır. Osmanlı devletinden devreden Dâr-ül Fünûn bile bu yıkımdan kurtarılamamış, İsviçreli Profesör Albert Malche’nin verdiği rapor doğrultusunda 1933’de yapılan “üniversite reformu” ile İstanbul Dâr-ül-Fünûnu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuş, inkılaplara yeterince destek vermeyen hocaların görevine son verilmiştir. Cumhuriyet döneminde ikinci üniversite ancak 1946 yılında kurulabilmiştir. Teknolojik gelişmeler ise ne gariptir ki engellenmeye çalışılmış, Nuri Killigilden Nuri Demirağ’a, Şâkir Zümre’den Vecihi Hürkuş’a kadar çok önemli müteşebbisler bertaraf edilerek, savunma sanayiinde kritik önemi haiz uçak, silah, cephane ve daha pek çok alanda ülkeyi ileriye taşıyacak teşebbüsler engellenmiştir. Aynı zihniyetin elinden 1961 yılında yapılan yerli otomobil “devrim” de kurtulamayacaktır[1].
İktisadi açıdan da memleket perişan vaziyettedir. Yokluk, kıtlık, fukaralık yetmiyormuş gibi İkinci Dünya Harbinde Türk halkı ekmeği karne ile alırken, dün gözümüzü oymaya çalışan Yunanistan’a Kızılay vasıtasıyla gemiler dolusu binlerce ton meccanen gıda yardımı yapılmaktadır[2].
Stalin’in Türkiye’yi tehdit etmesiyle başlayan arayışlar mevcut hükümeti “kerhen” çok partili hayatın kapısını açmaya zorlamış, 1946 “açık oy gizli tasnif” rezaleti 1950 yılında tekrarlanamamış ve CHP bir daha tek başına iktidara gelmemek üzere ülke yönetiminden kovulmuştur. Ancak 1950 yılında geçilen çok partili dönem diktatörlüğün sağladığı bedava hayat, makam, mansıp ve servet sahiplerini tedirgin etmiş, seçilmiş meclis ve hükümet ordu-CHP ittifakınca gerçekleştirilen bir darbe ile yıkılmış, başbakan Adnan Menderes’le birlikte Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi iki çok kıymetli bakanı da idam edilmiştir. Bununla da iktifa edilmeyerek yapılan bu alçaklık millete 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak dayatılmıştır. Bu eşkıyalar 1961 Anayasası ile kendilerini garantiye almakla kalmamış, Cumhuriyet Senatosu adıyla uydurulan ikinci meclise “temelli senatör” olarak demirbaş ettirilmiştir. Bundan sonra her 10 yılda bir çeşitli bahanelerle bu eşkıyalık sürdürülmüş, yeni anayasa yapılıp, yeni kanunlar çıkarılmış ve demokrasi vesayet altında tutulmaya çalışılmıştır.
Arada bir Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi başbakanlar ülkeyi geliştirecek hamleler yapsalar da bu, bir-iki dönemden öteye geçememiş, mevcut siyasi sistem sebebiyle istikrarlı hükümetler kurulamamıştır. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü milletin azmi ve mukavemetiyle kırılınca fetret devrinin tabutuna nihayet son çivi çakılabilmiştir.
Cumhuriyetin 100. yılında tablo budur. Türklerin en uzun fetret dönemi ancak 2016 yılında yaklaşık bir asır sonra hitama erdirilebilmiştir. Artık Türkiye bir trilyon dolarlık GSYH ile küresel güçlerin çok isteseler de üzerinde operasyon yapabileceği bir devlet olmanın çok ötesine geçmiştir. Türk Devletleri Teşkilâtı ile Türkiye gerçek birliğini kuracağı alana yönelmiş, şimdilik uykuda olan İslâm İşbirliği Teşkilâtı üyeliği ile de ileride tahakkuk edecek İttihad-ı İslâm’ın kaydını tutmaya başlamıştır. Teknoloji tekeli yavaş yavaş ellerinden çıkan ve gerilemeye başlayan ABD ve Batı, mevcut üstünlüklerini dünyanın çeşitli bölgelerinde terör devletleri veya çeteleri üzerinden fesat çıkararak acele ile kâra çevirme hamlelerine girişmiştir. 1950 yılında dünya gayrı safi hasılasının yarısını üreten ABD’nin bugünkü payı %18’e düşmüştür. “Zengin ihtiyar” pozisyonundaki Avrupa ise ABD olmasa kendini savunamaz bir haldedir. ABD liderliğindeki Batı’nın kurduğu düzen çökmeye başlamış, kurdukları sözde “uluslararası” teşkilatlar başta BM olmak üzere can çekişmektedir. Artık dünya bu “yükü” kaldıramamakta, Batı’nın siyasi, iktisadi, askeri ve hukuki sisteminden kurtulmak için yeni arayışlara girişmektedir.
İşte bu yol kavşağında yeni umut ışıkları doğmaktadır. Zira zaman doğru bir hat üzerine hareket etmediği, bilakis dünyanın hareketi gibi bir daire içinde döndüğü için dün yukarıda olanlar bugün aşağıya inmekte, aşağıda olanlar ise yukarıya çıkmaktadır. Her kışı bir bahar, her geceyi bir nehar takip ettiği gibi inşallah beşeriyetin de bir sabahı, bir baharı olacaktır. İslâm’ın hakikatleriyle ve Müslümanların dünya siyasetine ağırlığını koymasıyla beşeriyette de bir sulh dönemi olacak ve gerçek medeniyetin ne olduğunu bütün dünya inşallah görecektir.
[1] 1960 darbesi akabinde cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel’in talimatıyla Eskişehir Demiryolu Fabrikasında yaklaşık 200 mühendis ve işçi tarafından yapılan yerli “Devrim” otomobili, trenle Ankara’ya getirilirken deposuna sadece manevra yapacak kadar benzin konulmuş, Ankara’ya getirilince de benzin ikmali yapılmadan Cemal Gürsel’e teslim edilmiş, araba da bir müddet gittikten sonra yakıtı bitince durmuştur. Bunun üzerine dönemin gazeteleri müptezel manşetlerle otomobili alay konusu yapmışlardır. Daha da önemlisi dönemin siyasi iktidarı otomobilin üretimini engellemiş, böylece Koç-Ford ortaklığı ile 1959 yılında kurulan Otosan‘ın önündeki engel de kaldırılmıştır.
[2] Yunanistan’a Kızılay üzerinden yapılan yardımlar, 1940-1942 yılları arasında gemilerle sağlanmış, bunlardan Kurtuluş gemisi batıncaya kadar yardım taşımaya devam etmiş, 6. seferinde batınca yerini Tunç gemisi, o da batınca yerini 5 sefer daha yapacak Dumlupınar gemisi devralmıştır. Yapılan yardımların miktarı ve detayları için bkz. Bülent Bakar, (2008). Zor Zamanlarda İyi Komşuluk Örneği: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’den Yunanistan’a Yapılan Yardımlar, Atatürk Araştırmaları Dergisi, 24/71, s. 413-444.