TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ
Not: Bu metin, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Müfredat Çalışması” hakkında MEB’e gönderilen Derneğimiz görüşüdür.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Millî Eğitim Bakanlığının “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” başlıklı müfredat çalışmasını takdirle karşılıyor, tüm emeği geçenleri tebrik ediyor ve Talim ve Terbiye Kurulunun değerli üyelerine çalışmalarında başarılar diliyorum.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki öğretim programlarının bir felsefesi, bir amacı ve bir de bu amaca ulaşmak için takip etmesi gereken programı yani müfredatı vardır. Kamuoyunun incelemesine açılan ve görüş ve öneri alınan 27 ders için elbette alan uzmanları fikirlerini beyan ediyorlar. Ben Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu 1975 mezunu ve 2007 yılına dek öğretmenlikten taşra, merkez ve yurtdışı teşkilatlarında yöneticiliğe kadar MEB’in tüm kademelerinde çalışmış ve halen akademik bir STK’nın (BAKAD) başkanı ve temsilcisi olarak öğretim programlarının amacı ve felsefesi üzerine birkaç öneride bulunacağım.
Evvela, Türk eğitim sistemi öğrencilerin kabiliyet ve yeteneklerini keşfedip onları geliştirmeyi birinci amacı olarak belirlemesi gerekirken ideolojik temelli bir tercihte bulunmaktadır. Bunu Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. ve 10. Maddelerinde açıkça görmek mümkündür. Aynı anlayış uluslararası öğrenci potansiyelini ülkemize çekme gayretine rağmen 3797 Sayılı Kanunu’nun 4. ve 5. Maddelerinde de devam etmektedir. Yükseköğretimin buraya dâhil edilme sebebi eğitim sisteminin bütüncül bir yapıya sahip olması zaruretinden kaynaklanmaktadır. Bu konuyla ilgili daha geniş bilgiye şu makaleden ulaşılabilir (Bozan, Mahmut (2019). Eğitime Biçilen Rol: Yetenek Geliştirme Mi? Kimlik Dönüştürme Mi? Bartın University Journal of Faculty of Education, 8(2), 549-561. https://doi.org/10.14686/buefad.426770).
İkinci olarak, öğrencilerin kendi kimlik değerleri temelinde bir eğitim almaları (elbette bu durum bir ideoloji kapsamı içinde değerlendirilemez) için de onlara dini inançları, örf ve an’aneleri, gelenek ve görenekleri, tarihleri, hâkim oldukları coğrafyalarda diğer milletlerin temel hak ve hürriyetlerine olan saygı ve birlikte yaşama anlayışları ile uluslararası ilişkilerde uyguladıkları kurallar gibi medeniyet değerlerinin verilmesi de amaçlara dâhil edilmelidir. Batılı ülkelerden başlayıp ülkemiz eğitim sisteminde de yer bulan “değerler eğitimi” kavramının geçen yüzyılın materyalist ve rasyonalist eğitim sisteminin Batı toplumlarında yaptığı tahrip, bozulma ve savrulma sonrasında hayata geçirilmesinin elbette bir mânası olacaktır. Hitler Almanya’sında Nazi toplama kamplarının şahidi olmuş bir okul müdürünün öğretmenler için yayınladığı mesajdaki şu ifadeler, ahlâki olarak içi doldurulmamış bir eğitimin tehlikelerine dikkat çekmektedir; “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin.” Bu hususla ilgili detaylara şu makaleden ulaşılabilir. “Bozan, Mahmut (2014). Değerler Eğitimi İçin Bir Önşart Demokratik Eğitim, Uluslararası İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Sempozyumu,19-21.06.2014, Erzurum.” (https://acikerisim.bartin.edu.tr/handle/11772/6549).
Bu iki maddede belirtilen hususlara itiraz edenler de, karşı fikir ileri sürenler de olacaktır. Bu da onların hakkıdır. Şu kadar var ki çoğunluğun talepleri “çoğulculuk veya evrensel değerler” şeklinde parlatılan bir kısım azınlık görüşlerine ve bir kısmı kendi değerlerimizle ters düşen anlayışlara kurban edilemez.
Üçüncü olarak, eğitimin kültürel değerlerden öte gerçekten de “evrensel” bir boyutu vardır. Fikirlerin birbirine eklenmesi yani telahuk-u efkâr ile ile ortaya çıkan ve tüm milletlerin katkı sağladığı medeniyetin teknik kısmı ise fizik, kimya, biyoloji, matematik, tıp, mühendislik, jeoloji, astronomi, çevre ilh. gibi yaşadığımız dünya ve güneş sistemini laboratuvar olarak kullanan bilim dallarının basitten karmaşığa, bilinenden bilinmeyene doğru hazmedilebilir, kavranabilir, önceliği ve sonralığı iyi belirlenmiş, temel bilgileri beceri ile tamamlayan müfredatın uygulanmasıyla inşa edilecektir. İşte Talim ve Terbiye Kurulu’nun üzerinde çalıştığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” de bu amacı gerçekleştirmeye matuftur. Mevcut müfredatın sadeleştirilmesini, bilgi yükleme ve ezberletmeyi önceleyen bu programın, uygulama temelli ve öğrencileri okuldan soğutmayacak şekilde yeniden düzenlenmesini hayırlı bir teşebbüs olarak karşılamak gerekir. Dış çevrenin hızla değiştiği bir zamanda ona uyum sağlamak, açılan fırsatları değerlendirmek ve risklerden korunmak için tedbirler almak yerine statükoyu koruma gayretlerine girmek anlaşılabilir bir tutum değildir.
Son olarak Milli Eğitim mimarisinin mesleki eğitim ağırlıklı olarak yeniden yapılandırılmasının ve genel lise yerine, öğrencilerin beceri kazanacağı, yüksek öğretimle de entegre olacağı %60’lık bir mesleki eğitim tabanına oturtulmasının âciliyet kesbettiğini, iş dünyasının taleplerinin de bu yönde olduğunu ifade etmek isteriz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
MAŞERİ VİCDAN İSRAİL ZULMÜNÜ KIRIYOR
Associated Press: New York Columbia Üniversitesi öğrencileri Filistin’e destek için kampüs işgali başlattı.
“Muini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan sayyâdı bi-insafa hizmetten.
Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin,
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten.
Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten.
Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar,
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten.”
Namık Kemal (Hürriyet Kasidesi)
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Namık Kemal ne güzel söylemiş. “Zalimin yardımcısı bu dünyada ancak aşağılık erbabıdır. İnsafsız bir avcıya hizmetten de ancak köpekler zevk alırlar.” Filistin’deki İsrail zulmü ve vahşeti bana hep Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesinde taşan öfkesini hatırlatır. Kasidenin son beytinde şairimiz “gaflet uykusundan uyan ey kükreyen yaralı aslan, bak gezdiğin güzel sahralarda şimdi zulmün köpekleri dolaşmakta” diyerek sanki Filistin’deki durumu resmediyor. Dün denecek kadar yakın bir zamanda Filistin’de adaletin bayrağı tüm Müslim ve gayr-ı Müslimler üzerinde dalgalanırken bugün o bayrağın sahibi ancak “Filistin’e en fazla yardım gönderen ülke” olmaktan öte geçemiyor.
Ne yazık ki zulmün köpekleri yaralı aslandan daha güçlü bir vaziyette bulunuyor. ABD’nin uçak gemileri, İngilizlerin kraliyet donanmaları İsrail vahşetine kol-kanat geriyor, muhafızlığını yapıyor, silah ve bomba veriyor, uluslararası teşkilatlarda hâmiliğini yapıyor, İsrail aleyhine alınan kararlara engel oluyor, hâsılı zulmüne şerik oluyor, soykırımına ortak oluyor. Fakat maşeri vicdanı unutuyor. Maşeri vicdan ise zorba ve zalimler için değil, masum ve mazlumlar için atıyor. İşte son günlerde iyice görünür olmaya başlayan, çığ gibi büyüyen ve dalga dalga yayılan üniversite talebelerinin protestoları devletlerin yapamadığı müdahaleyi yapacak gibi görünüyor.
Evet, maşeri vicdan Siyonist İsrail Devletinin Filistin halkına yaptığı zulmü kırıyor. ABD ve İngiltere bekçiliğinde yürütülen İsrail zulmüne karşı belki Arap devletleri başta olmak üzere İslam İşbirliği Teşkilatına üye 56 ülke “şiddetle kınama” ve “tel’in etmeden” öte bir şey yapamadı ama beşeriyetin ölmeyen vicdanını temsil eden sağduyu harekete geçti. Maşeri vicdan veya beşeriyetin vicdanını en güzel şekilde temsil edenler ise üniversite gençliği oldu. Sadece Türkiye’de değil, sadece İslâm ülkelerinde değil, İsrail zulmünün bekçiliğini yapan İngiltere’den ABD’ye kadar dünyanın pek çok yerinde üniversite öğrencileri bu gaddarlığı reddetti. Okudukları üniversitelerin kampüslerini işgal ederek ülkelerinin İsrail zulmüne arka çıkmalarını ve destek sağlamalarını protesto etmeye başladı. Önceleri öğrencilerin üzerine polis göndererek, tutuklamalar yaparak gösterileri bastırabileceklerini sanan ABD ve diğer Batılı devletler bunun o kadar da kolay olmadığını öğrendiler. Galiba daha da öğrenecekler. Zira yapılan her baskı protestoya katılan üniversite sayısını arttırmakta, her tutuklama öğrenci hareketinde daha güçlü dalgalanmalara sebebiyet vermektedir. Öğrencilerin bu vicdani “yumuşak gücü” despot devletlerin polis ve asker gücünü kıracak, vicdansız yöneticilerin değil, maşeri vicdanı temsil eden gençlerin dediği olacaktır.
Bu tablo bir taraftan dini ve milliyeti ne olursa olsun insani hassasiyetin varlığını ortaya koyarken diğer taraftan da dünyaya “insan hakları karnesi dağıtan, temel hak ve hürriyetlerin hamisi ve savunucusu kesilen, fikir, ifade ve gösteri hürriyetini dilinden düşürmeyen, medenilikten dem vuran” Batılı siyasetçilerin maskelerinin düşmesine ve vahşi yüzlerinin ortaya çıkmasına vesile oldu. O kadar ki kendi idareleri altındaki insanlar da bu vahşete kayıtsız kalamadı, özellikle gençler ve her şeyin farkında olan üniversite öğrencileri akademisyenlerle birlikte bu ikiyüzlülüğe karşı isyan ettiler. Toplumun her kesiminden insanlar artık Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olması gerektiği, İsrail işgalinin ve soykırımının da engellenmesinin derhal sağlanması gerektiği hususunda birleştiler. Hatta Nazi soykırımından kurtulan yaşlı iki Yahudi de televizyonlara çıkıp, İsrail’in bugün Filistin halkına yaptığı zulmün aynısını vaktiyle Hitler Almanya’sında kendilerine yapıldığını ilan ettiler.
Şu ana kadar 35. 000 masum halkın katliama uğradığı ve şehit edildiği Filistin’de ABD Başkanının “insani yardımlar için Gazze’ye liman yapılması yönünde orduya talimatı verdiği” haberi, ister istemez “damar yolu açmanın serum vermek için mi, yoksa kan çekmek için mi?” sorusunu akla getirmektedir. Ancak sülük ve kenelerin damar yolu açmayı “kan emmek” için yaptığı bilinir. Zira bu işe İngilizlerin de dahil olmak istediğini açıklaması “Gazze damar yolu üzerinden” bölgeye yönelik ne gibi stratejiler geliştirmek istedikleri hususunda bir araştırma yapılması için kifayet derecesinde malzeme sunmaktadır.
Filistin halkının kanı, Siyonist İsrail’in bombalarına galebe edecek, er veya geç Filistin devleti kurulacaktır. İsrail halkı da aklı varsa bu soykırımcı Netenyahu hükümetini devirecek, kendi varlığının devamı için sulha yönelecek ve işgalden geriye çekilecektir. Aksi halde “kılıçla gelen, kılıçla gidecek” küfür devam etse de zulüm devam etmeyecek, bugün kendini yukarıda görenler yarın aşağılanmış olarak aşağıya inmeye mecbur kalacaklardır. Beşeriyetin hafızası olan tarih böyle söylüyor.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BİRİLERİ IRAK’I ENDİŞEYLE GÖZETLİYOR
Kaynak: TRT Haber/AA
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 Nisan 2024 tarihinde Irak’a yaptığı resmi ziyaret bölgedeki hasar ve yıkımı tamir için atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilirken bazılarının da keyfini kaçırmışa benziyor. Kimlerin keyfinin kaçtığına gelmeden önce Irak’ın yakın geçmişine kısaca bir göz atalım.
Devlet-i Âliye-i Osmaniye’den kopartılan Irak önce İngiltere’nin sömürgesi oldu. Daha sonra da nöbeti devralan ABD’nin tasallutuna maruz kaldı. Sahip olduğu petrol sebebiyle dünyanın en müreffeh ülkelerinden birisi olması gerekirken, fukaralığın ve kargaşanın gayya kuyusu haline getirilen Irak’ın bütünlüğü zorla parçalanarak ırk ve mezhep üzerinden federal bir yapıya dönüştürüldü. Bu da yetmiyormuş gibi yıllarca savaştırıldığı İran’ın arka bahçesi haline getirildi. ABD liderliğindeki Batı bununla da iktifa etmedi, Sovyetlerin dağılmasından sonra dünya siyaset sahnesine çıkmasından endişelendiği İslâm ülkeleri için önce Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adıyla Kuzey Afrika’dan İran’a kadar, daha sonra da Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi adıyla Fas’tan Endonezya’ya kadar tüm İslâm ülkelerini içine alan bir istila siyasetini uygulamaya koyuldu. Batı bu siyaseti uygularken komünizmden sonra onun yerine hedef tahtasına koyduğu İslam’ın adını anarak açığa düşmekten ise BOP gibi, terör gibi kılıfları kullanmayı tercih etti. Bu siyasetin nihai hedeflerinden birisi de Türkiye’nin İslâm birliği açısından muhtemel liderlik pozisyonunu sekteye uğratmaktı. İcat edilen IŞID ile hem İran palazlandırılacak hem de PKK’ya bölgede İsrailvâri bir devlet kurdurularak Türkiye parçalanacaktı. Türkiye’nin son 20 yılda izlediği siyaset ve ulaştığı askeri kapasite bu oyunu bozdu.
Ancak ABD liderliğindeki Batı bu siyasetinden hiç vaz geçmedi1. Binaen aleyh ABD’nin bölgemizdeki siyasetini anlamak hiç de zor olmamaktadır. Özetle söylemek gerekirse İsrail, İran ve PKK eliyle bölge istikrarsızlaştırılmak istenilmektedir. Bunun panzehri ise Türkiye’nin Arap ülkeleri ile dayanışma halinde siyasi istikrarı sağlayacak adımlar atması, özellikle dünya enerji kaynaklarının üçte ikisine sahip olan bu bölgenin sömürülmesine engel olacak politikalar takip etmesi, İran-Arap ihtilafı ve münfereti üzerine bina edilen ve İsrail üzerinden de sürekli alevlendirilen Batı siyasetinin engellenmesidir.
Öyle ise Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretinin kimleri endişelendirdiğini, kimlerin endişe ile Irak’ı gözetlediğini tahmin edebiliriz. Evet, ABD ve akıl dânesi İngiltere ile kendisine abartılı roller biçen Fransa bu ziyaretten hiç de memnun olmamıştır. Maalesef ki İran’da bu ziyaretten mutlu değildir. Batı ile dolaylı bir al-ver ilişkisi içine giren İran’ın söylemlerindeki gürültü eylemlerine yansımamakta, hatta Batı’nın şerrini kendinden uzakta tutma pahasına İsrail üzerinden Filistin’i ateşe atmakta beis görmeyen İran’a, İslam Dünyasının muhtemel birliğini bozmada oynayabileceği rol dikkate alınarak Irak’tan Yemen’e kadar alan açılmaktadır.
Pakistan’dan kendisine bir saldırı olmadığı halde Beluç ayrılıkçılarının varlığını bahane ederek Pakistan’a ölümlü füze saldırısında bulunan İran’ın, Suriye’deki büyükelçiliğine yapılan ve üst rütbeli kumandanlarının öldürüldüğü saldırıya mukabil İsrail’e ciddi bir misillemede bile bulunamamış olması, Kasım Süleymani’yi öldüren ABD’ye karşı –önceden haber vererek- muvazaalı bir mukabeleden öteye geçememesi ama Zengezur Koridoru mevzu bahs olunca Azerbaycan’a karşı üst perdeden tehditler savurması, “boş atıp, dolu tutmaya çalışması” takiyyeci İran’ı gözden ırak tutmamayı gerektirmektedir.
Türkiye’nin bölge siyaseti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önce Bağdat’a, daha sonra da Erbil’e yaptığı ziyaretle billurlaşmış, özellikle Irak, Türkiye, Katar ve BAE arasında Kalkınma Yolu Projesi’nde iş birliğine ilişkin dörtlü mutabakat zaptının imzalanması ile küresel çapta bir yankı bulmuştur.
Dünya siyasetinde kaynakların transferi ve ticaret yollarının önemi gün geçtikçe daha da artmakta, hatta çok stratejik bir hale gelmektedir. Üç kıtanın kesişim noktasında bulunan Türkiye bu açıdan da küresel ticaretin vaz geçilmez bir güzergâhını elinde tutmaktadır. Kalkınma Yolu Projesi, Körfez üzerinden denizden Basra’ya, oradan da karayolu ve demiryollarıyla Türkiye’ye ve Avrupa’ya uzanan, Irak’la birlikte Körfez ülkeleri ile Türkiye’yi birbirine bağlayan, bir ucu Çin’e diğer ucu İngiltere’ye kadar uzanabilen küresel anlamda da önemli bir ticaret yolu olup, 2030 yılına kadar tamamlanması plânlanmaktadır.
Harita 1: Dünya Ticaret Yolları Haritası
Kaynak: TRT Haber/AA
Haritadan da görüldüğü üzere dünya ticaret yolları arasında mukayeseli bir karşılaştırma yapıldığında en kısa ve en kestirme yolun, Çin ve Hindistan’ın taleplerine de karşılık verme kapasitesine sahip olan Kalkınma Yolu Projesi olduğu görülmektedir. Bu projenin mütemmim cüzleri arasında ise Irak’ın toprak bütünlüğün tesisi, PKK’nın bölgeden temizlenmesi, Irak içinde yuvalanan İran unsurları ile Haşdi-Şâbi gibi silahlı yapıların gemlenmesi, Irak’ı endişe ile gözetleyen İran’ın projede paydaş hale getirilmesi, Irak’ın su üzerinden tahrikine set çekilecek altyapı projelerinin hayata geçirilmesi –ki bu hususta haklı bir şöhrete sahip olan Veysel Eroğlu görevlendirilmiştir- önem arz etmektedir. Bölgeyi kaosa sürükleyen, kaosta tutmak isteyen ABD’nin Irak siyasetine ve yapabileceği hamlelere de dikkat etmek gerekmektedir. Rusya’nın Ukrayna meselesi sebebiyle dışarı sızan menfi bir tavrı olmamakla beraber İran paralelinde bir siyaset takip etme ihtimalini yabana atmamak icap eder.
Türkiye uluslararası ilişkilerinde “güvenilir ortak” kimliğini her vesile ile göstermektedir. Türkiye ile işbirliği yapan ülkeler kazançlı çıkmaktadır. Kalkınma Yolu Projesinin ihtilafları azaltıcı, kazançları arttırıcı ve bölgeyi bütünleştirici bir rol oynaması en büyük dileğimizdir.
1 Bu konuda İttihad ve Terakki Fırkasının materyalist liderlerinden, pozitivizm akımını ülkemize taşıyan uzun yıllar Paris’te kalmış, Batı’yı çok iyi tanıyan ve August Comte’nin de tilmizi olan Ahmed Rıza’nın Batının Politik Ahlâksızlığı veya Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası adıyla Türkçe’ye tercüme edilen eserine bakılabilir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE AÇIK MEKTUP
Kaynak: Euronews, “BMGK’de Filistin’in BM tam üyelik oylamasına ABD’nin tek başına yaptığı veto”.
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Şu resim tam bir zorbalığı, küstahlığı ve iğrençliği dünyanın gözüne sokmaktadır. Birleşmiş Milletlere (BM) üye 194 ülkeden 5 tanesi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) kalan 189 ülkenin iradesine meydan okumakta, istemedikleri hiçbir kararın BM’den geçmesine müsaade etmemektedir. Yukarıdaki resimde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde (BMGK) soykırıma tabi tutulan Filistin’in BM’ye tam üyeliği oylanırken tek başına kalan ABD temsilcisinin (tükürün zâlimlerin hayâsız yüzlerine dedirtecek) vetosu kayda girmektedir. 21. Yüzyılda bu iğrençliği hangi ülke içine sindirebilir? 189 ülkeden en az 150 tanesinin BM üyeliğinden istifa etmeleri ve yeni bir Dünya Parlamentosu’nu kurmaları icap etmez mi?
Filistin’in BM’ye tam üyeliğinin yolunu açacak olan BM karar tasarısını ABD’nin veto etmesi aslında bardağı onlarca kere taşıran son damlalardan sadece bir tanesidir. Birinci Cihan Harbi ile Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıkan Filistin’de İngiliz eliyle ve ABD desteğiyle bir Yahudi devletinin (Medinat Yisra’el) kurulması yine BM’nin 1947’de hazırladığı Filistin Paylaşım Plânı ile olmuş, Filistin topraklarının yalnızca %7’sinin sahibi olmalarına rağmen Yahudilere bölgenin %56’sını veren bu plân 14 Mayıs 1948’de uygulamaya konularak İsrail devleti kurulmuştur. Daha sonra katliamlar, tehcirler ve el koymalarla Filistin halkı kendi topraklarından kovulmuş, yerlerine tüm dünyadan göç eden Yahudiler yerleştirilmiştir. Hamas’ın son huruç harekâtı da bahane edilerek son bir darbe ile Filistin halkı tamamen yok edilmek veya topraklarından sürülmek istenilmektedir.
İşte bu yok etme harekâtına karşı varlığını sürdürmek isteyen Filistin, 2011’de de BM’ye tam üyelik başvurusu yapmış ancak yine BMGK’de ABD engeline takılmıştı. Daha sonra Türkiye’nin de desteği ile 2012 yılında Filistin’e BM’de daimi gözlemci statüsü verilebildi. Filistin’in BM Genel Kuruluna tam üyelik başvurusunun yeniden ele alınması ile ilgili 02 Nisan 2024 tarihli talebi de 15 üyeli Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada ABD’nin karşı çıkması ile neticesiz kalmış oldu. ABD temsilcisi karar tasarısını erken bir eylem olarak gördüğü için veto ettiğini açıkladı. Anlaşılan Filistin’de tek bir Filistinli kalmayıncaya kadar her talep erken sayılacaktır. Nitekim şu anda İsrail de elini çabuk tutmakta, ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle tehcir, tenkil ve soykırım çarkını işleterek 2000 yıl sonra döndüğü veya döndürüldüğü Filistin’in tamamına el koymaya çalışmaktadır.
Peki, ABD bu engelleme yetkisini nereden almakta veya bu hakkı ona kim vermektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır. ABD bu yetkiyi kendisine BM ve BMGK’yi kurarken bizzat kendisi vermiş, bu yapıyı kurgularken İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’i de ortak ve razı etmiştir. İkinci Cihan Harbinin yıkıcı sonuçlarından ürken ve yeni atom bombalarının atılmasını istemeyen ülkeler de dünyada bir barış dönemi yaşanması ümidi ile bu anlaşmaya taraf olmuşlardır. Ancak bu güne kadar yaşananlar dünyada barışın bir hayal olduğunu milyonların akan kanları ve işgal edilen toprakları ile iyice öğrenmişlerdir. Batı, bildiğimiz Batı’dır. Artık bu zorba düzene bir dur demenin vakti de çoktan gelmiş ve geçmektedir[1]. Türkiye’nin ısrarla dile getirdiği “Dünya 5’ten büyüktür, daha âdil bir dünya mümkündür” tezi pek çok ülkeyi cezbetmekle birlikte buna önayak olacak bir “babayiğit” veya “babayiğitler” aranmakta fakat bulunamamaktadır.
Vaktiyle Birleşik Krallık (İngiltere) ve Fransa öncülüğünde 10 Ocak 1920’de İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulan Cemiyet-i Akvam nasıl 1946 tarihinde ortaya çıkan yeni güç dengeleri sebebiyle feshedilmişse, BM’de ortaya çıkan yeni güç dengeleri başta olmak üzere 5 ülkenin menfaatlerine hizmetle sınırlı kalması sebebiyle feshedilmeye mahkûmdur. Bu fesih er veya geç yaşanacaktır. Ancak bu feshin kapısını ondan menfaat elde edenler değil, zarar görenlerin açması öncelikli bir vecibe ve tarihi bir mükellefiyettir.
Bu açık mektup haysiyet sahibi tüm devletlere ve özellikle de İslâm ülkelerine bir davettir. Ey haysiyet sahibi ülkeler! Bu sahtekâr, ikiyüzlü, demokrasi ve insan hakları istismarcısı, sadece güce dayanan ve güçten anlayan, hak-hukuk tanımayan Batılı güçleri daha ne kadar çekeceksiniz? Bunların kurduğu BM başta olmak üzere diğer uluslararası organizasyonlara daha ne zamana kadar üyeliğinizi devam ettireceksiniz? Sizi kesmek için hazır tutulan bu kılıç ve hançerlerin bilenmesine daha ne kadar seyirci kalacak veya destek vereceksiniz?
Bu sistemden beslenen ABD, İngiltere ve Fransa ile onların arkasında sıralanan Avrupa devletlerini ve sömürgelerini bu davetten hariç tutuyorum. Onlar gerçek kimlikleri ve tüm çirkinlikleri ile saflarını belli etmektedirler. Ya siz, onlara karşı olduğunu beyan eden Rusya ve Çin? Sizin yeriniz neresidir? Bu zorba oligarşik yapının ortaklığına hiç sesiniz çıkmamaktadır. Belli ki siz de onlarla hulus birliği içinde olmakla birlikte sahte bir muhalif tavır ile durumu idare etmeye çalışıyorsunuz. Bu tavrınıza rağmen size olan davetimiz de tüm ülkelerin demokratik olarak temsil edileceği, ayrıcalıkların olmayacağı bir Dünya Parlamentosuna evet demenizdir.
Son olarak bir davet de tüm dünya ülkelerinde yaşayan ve insan hak ve hukukuna riayeti samimi olarak arzulayan ölmemiş akıllara, sönmemiş vicdanlara ve onların temsilcileri olan akademisyenlere, sivil toplum kuruluşlarına ve dini şahsiyetlerine yapmak istiyorum. Geliniz el birliği ile dünya sulhu için çalışalım. Aksi takdirde dünyanın hiçbir yeri, hiçbiriniz için özellikle de bugünün zorba sömürücüleri için emniyetli bir yer olarak kalmayacaktır.
[1] Sadece BM değil, BM’ye bağlı IMF ve Dünya Bankası gibi diğer uluslararası kuruluşlar da ABD ve geneli itibariyle Hristiyan Batı’nın menfaatlerini korumak üzere kurulmuş yapılardır. Bu kuruluşların kimler tarafından yönetildiği ve aldıkları kararlar incelenirse kimlere çalıştığı gayet açık bir şekilde anlaşılır. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bakınız “Bozan, M. (2023). Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 76, 254-271”, https://dergipark.org.tr/tr/pub/dpusbe/issue/76930/1255386
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
AK PARTİ İNİŞE GEÇTİ
Prof. Dr. Mahmut Bozan
AK Parti’nin son iki mahalli idareler seçiminde aldığı sonuçlar arasındaki ciddi fark yükselme döneminin sona erdiğini, duraklama ve gerileme döneminin başladığını göstermektedir. 31 Mart 2019 Mahalli İdareler seçimlerinde AK Parti %44.33 oy oranı ile 15 büyükşehir, 24 şehir ve 535 ilçe belediyesi kazanırken, CHP ise %30.11 oy oranı ile 11 büyükşehir, 10 şehir ve 187 ilçe belediyesi kazanmıştı. 31 Mart 2024 Mahalli İdareler seçimlerinde ilk defa CHP, bilinen oy oranını geçerek %37.75 ile birinci parti olmuş, AK Parti %35.48 oy oranı ile ikinci sıraya düşmüştür. Diğer partilerden Yeniden Refah Partisi (YRP) %6.19 oy oranı ile üçüncü sıraya çıkmıştır. Bu durum AK Partiye ileride en güçlü rakibin -eğer kucaklayıcı bir siyaset izlerse- muhafazakâr seçmen tabanında YRP olacağını göstermektedir. Bu seçimde CHP ile stratejik ortaklık kuran DEM Parti %5.7 oy oranı ile hem kendi kazançlarını korumuş hem de CHP’ye can suyu olmuştur. Milliyetçi oyların toplandığı partilerden MHP, Cumhur İttifakındaki desteğe rağmen %4.98’de kalmış; İyi Parti ise %3.77 oy oranı ile siyaset sahnesinden silinme işaretleri göndermeye başlamıştır.
Mahalli idareler seçimlerindeki gerilemeyi teyit eden diğer bir husus ise 2018 ve 2023 Milletvekili seçimleridir. Her iki dönemdeki cumhurbaşkanlığı seçimleri hariç tutulursa AK Parti’nin inişe geçtiği açıkça görülmektedir. Recep Tayyip Erdoğan 2018’de ilk turda rahat bir şekilde seçimi kazanmışken, 2023’te ancak ikinci tur oylamada seçimi kazanabilmiştir. Ayrıca AK Partinin 2018 ve 2023 milletvekili seçimlerinden oy kaybına uğrayarak çıktığını da unutmamak gerekir. Aslına bakılırsa AK Parti ilk defa TBMM çoğunluğunu 2015 Haziran seçimlerinde kaybetmişti. Parlamenter sistemin câri olduğu o dönemde koalisyon hükümetinin kurulamaması üzerine -ki o dönem Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı oyalama siyasetini CHP aşamamamıştı- 2015 Kasım’ında seçimler yenilenmiş ve AK Parti TBMM çoğunluğunu tekrar ele geçirmişti. Ancak 2018 seçimlerinde AK Parti %42.56 oy oranı ve 295 milletvekili ile Meclis ekseriyetini kaybetmesine rağmen Başkanlık sistemine geçildiği için iktidarda kalmayı başarabilmiş, MHP ile yaptığı Cumhur İttifakı sebebiyle de % 53.66 oy oranı ve 344 milletvekili ile Meclis çoğunluğunu birlikte sağlayabilmişlerdi. Aynı durum 2023 Milletvekili Genel Seçimlerinde de yaşanmış, AK Parti %35.61 oy oranı ve 268 milletvekili ile ikinci defa Meclis üstünlüğünü kaybetmesine rağmen Cumhur İttifakı sayesinde TBMM’de 323 sandalye ile ekseriyeti koruyabilmiştir. CHP ise kurmuş olduğu Millet İttifakına rağmen %25.33 oy oranı ve 169 milletvekili ile gerilere düşmüştür.
Bugüne geldiğimizde devam etmekte olan iktisadi bunalım, özellikle emekli maaşlarındaki düşük seviye, hayat pahalılığı başta olmak üzere hükümetin uyguladığı politikalara duyulan öfke “AK Partiye çok ciddi bir ders verme” şeklinde tezahür etmeye başlamış ve 31 Mart 2024 Mahalli İdareler seçiminde yeni bir tablo ortaya çıkmıştır. CHP’yi -onların tabiriyle- görünmez %20’lik cam tavanın dışına taşıyan %37.75’lik oy oranı elbette belediyelerde ortaya koydukları “üstün performansları” sebebiyle değildir. AK Partiyi gerileten de sadece kızgınlığı sebebiyle sandığa gitmeyen veya rakip partilere oy veren seçmen değildir. Her ne sebeple olursa olsun CHP bu seçimden birinci parti olarak çıkmayı başarmıştır. Tablo 1’de görüldüğü üzere AK Parti toplamda 505 belediye başkanlığını kazanmış olsa bile büyükşehirlerde ve hatta illerde kaybetmiştir.
Tablo-1: 2024 Mahalli İdare Seçimi Sonuçları
Kaynak: Anadolu Ajansı
CHP’nin kazandığı 14 büyükşehir nüfus, coğrafya ve iktisadi güç olarak oldukça ehemmiyetlidir. Henüz Yüksek Seçim Kurulu resmi sonuçları ilan etmemekle birlikte, seçim sonuçları geneli itibariyle bu şekildedir.
Sonuçları analiz etmek gerekirse, analizin bir tarafını seçmenler, diğer tarafını da siyasi partiler oluşturmaktadır. Seçmen tarafına bakıldığında halkın seçimlere iştirak seviyesi kendilerini “ileri demokrasi” olarak reklam eden ülkeleri kıskandıracak bir seviyededir. Yani Türk Milleti seçim sandığına rağbet etmekte, önüne ne zaman sandık gelse iradesini kuvvetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Tablo 2 incelendiğinde 1960 askeri darbesinin getirdiği bir usanç dışında halkın seçimlere iştirak oranının %80’in üzerinde olduğu âşikârdır. O halde halk üzerine düşen vazifeyi yerine getirmekte ve iradesini yüksek bir seviyede ortaya koymaktadır.
Tablo 2: Milletvekili Genel Seçimlerine Halkın Katılma Oranları % (1950-2023)
Kaynak: Yüksek Seçim Kurulu
Analizin ikinci tarafında olan siyasi partilere gelince, çok partili hayata geçtikten sonra yapılan askeri darbelere, vesayeti garanti altına alan darbe anayasalarına, seçim ve siyasi partiler kanunun menfiliklerine rağmen Türkiye’de demokrasi ağır-aksak da olsa işlemektedir. Tarihi arka plâna kısaca bakılacak olursa, mevcut ana akım partilerin teşekkülü Meşrutiyete kadar uzanır. Meşrutiyetle başlayan çok partili hayat bu iki siyasi akımı partiye dönüştürmüştür. Bunlardan birisi merkeziyetçi akımı temsil eden İttihat ve Terakki Fırkası, diğeri ise zaman zaman isim değişikliklerine rağmen adem-i merkeziyetçi akımı temsil eden Ahrâr Fırkasıdır. Bu iki fırka Cumhuriyetle birlikte Halk Fırkası ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına dönüşmüştür. Hem merkeziyetçi hem de darbeci geleneğin partisi olan Halk Fırkası Cumhuriyet Halk Partisi olarak yoluna devam ederken, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası darbeler sebebiyle 1950’de Demokrat Parti, 1960 darbesinden sonra Adalet Partisi, 1980 darbesinden sonra çatallanarak Anavatan ve Doğruyol Partisi, komünizmin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni duruma uygun olarak da özellikle 1997 post modern darbesini müteakip AK Parti olarak milletin karşısına çıkmıştır.
Son 20 yıldır tek başına iktidarda olan AK Parti, 2018’de uygulanan başkanlık sistemi ile koalisyon dönemlerini ortadan kaldırmış, Devlet Başkanı ve Meclis halk tarafından ayrı ayrı seçilmeye başlanmıştır. İşte bu dönemeçte icranın başı olan cumhurbaşkanı 5’er yıllık süreler için %50+1 oyla seçilmekte olup, en güçlü rakibi olan CHP ve kurduğu ittifaklara galip gelmektedir. Keza Meclis seçimlerinde de son iki dönemde yaşanan gerilemelere rağmen kurduğu Cumhur İttifakı sayesinde TBMM’de şimdilik ekseriyeti muhafaza etmektedir.
2024 Mahalli İdareler Seçiminde ortaya çıkan tablo ise açık bir şekilde AK Parti’nin mahalli idarelerde üstünlüğü kaybettiğini ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle yeni dönemde merkezi siyaset AK Parti ve Cumhur İttifakı tarafından, mahalli siyaset ise ağırlıklı olarak CHP ve yeni ortakları tarafından yürütülecektir. AK Parti, Türk Milliyetçileri ile bir ittifak içerisinde iken, CHP ise ayrılıkçı Kürt milliyetçileri ve ırkçıları ile hulus birliği yapmaktadır. İttifakların küçük ortakları büyük ortaklarını kısmen de olsa mayalamaktadır. Bu oyunda YRP’nin üçüncü sıraya çıkması oldukça manidardır. Eğer YRP, AK Partinin ilk dönemlerinde ortaya koyduğu siyaseti uygulayabilirse ciddi bir alternatif oluşturabilir.
Her ne kadar bu seçimde yaşanan seçim galibiyeti CHP’nin başarısından ziyade AK Parti’nin başarısızlığına, iktisadi krizin yakıcılığına ve siyasetindeki hatalarına bağlansa da netice itibariyle AK Parti seçimi kaybetmiş ve halk nezdinde çok ciddi bir itibar kaybı yaşamıştır. Daha da kötüsü başlangıçta çevreyi temsil ederek iktidara gelmişken, şimdi yerine geldiği eski merkezin rolünü üstlenmekte ve kendisini devirmeye çalışan yeni çevrelerin teşekkülüne de meydan açmaktadır. Bunu düzeltmek ve halk nezdinde yeniden itibar kazanmak için önünde uzun bir süre vardır. Keza CHP’nin de sebepleri her ne olursa olsun kazandığı bu başarıyı sürekli hale getirmek için halkın değerleriyle lafzen değil fiilen barışması gerekir ki iktidara ciddi bir alternatif oluşturabilsin. Bunun için de CHP’ye açılmış 4 yıllık bir kredi vardır. Bu zaman zarfında hükümetin ülke siyasetindeki başarısı ile CHP’nin mahalli idarelerdeki başarı derecesi 2028 ve 2029’da yapılacak seçimlerde yeniden değerlendirilecek, siyasi tablo yeniden şekillenecektir.
Dileğimiz hem ülke siyasetinin hem de mahalli siyasetin bir birini tamamlayacak şekilde başarı ve iyilikte yarış şeklinde sürmesi ve ülkemizi “sürüklenen devlet” değil, kendi kendine yeten, İslâm ve Türk dünyasına da yardım ve liderlik eden bir devlet pozisyonuna taşımasıdır.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
ASYANIN EBEDİ ŞEFLERİ VE TÜRKİYE
Kaynak: TRT Haber
Prof. Dr. Mahmut Bozan
2023 yılında başta Türkiye ve Çin olmak üzere dünyanın öne çıkan birçok devletinde çok kritik başkanlık seçimleri yapıldı ve 2024 yılında da yapılmaya devam etmektedir. 2024 yılının ilk seçimi Rusya’da gerçekleştirildi. İkincisi ise bu yılın sonunda ABD’de yapılacaktır. Bunlar arasında bizi yakından ilgilendiren husus, Rusya’daki başkanlık seçimlerini yeniden Vladimir Putin’in kazanmasıdır. Seçimlere iştirak oranı %74,2 olurken Putin kullanılan oyların yaklaşık %88’ini almıştır. Seçimlerin âdil, şeffaf ve demokratik teamüllere uygun olarak yapıldığını söylemek elbette mümkün değildir. Zira başkanlık için en iddialı muhalif aday Aleksey Navalni 2020 yılında zehirlenmiş, Almanya’daki tedavisinin ardından geçen Şubat ayında da tutulduğu hapishanede şaibeli bir şekilde ölmüştür. Putin’in karşısına çıkan diğer adaylar ise dolgu maddesi niteliğindedir. Vaktiyle yine böyle muhalif adaylardan Boris Nemtsov, Moskova’da Kırım Köprüsü üzerinde 2015 Şubatında gün ortasında alenen öldürülmüştü. Muhalif ses ve nefeslerin kısıla kısıla gidildiği Rusya’da Putin “ölüm kendisini alıncaya kadar” ebedi şeflik koltuğuna oturmuş durumdadır.
Eski bir istihbarat subayı olan Putin, 1999 yılında başbakan olarak çıktığı yolda Rusya’nın en zor döneminde “müesses nizamın” itmesiyle istifa ettirilen Boris Yeltsin’in yerine Rusya Federasyonu’nun başına geçirildi. İlk işi tabii ki Çeçenistan’ı yerle bir etmekti. Bu gözdağı ile bağımsızlık için sıraya giren Dağıstan, Tataristan, Başkurdistan ve Yâkutistan gibi özerk cumhuriyetler susturulmuş oldu. ABD’de yaşanan ikiz kule saldırıları ile dönemin ABD başkanı Bush, “haçlı seferlerinin başladığını” ilan etmiş ve dünyanın pek çok yerinde Müslümanlara yapılan zulüm ve katliamlar mâlûm çevrelerce adeta meşru olarak görülmeye başlanmıştı. Bu esnada iktisadi krizdeki Rusya’ya petrol fiyatlarında yapılan operasyonlarla bir can simidi atılmış ve ABD, 2. Dünya Harbinden sonra yine Rusya’nın imdadına yetişmişti. Haçlılar için bir tercih mecburiyeti ortaya çıkınca tabii ki Türkleri değil, Rusları tercih edeceklerdi. Ancak Putin’i iyi tanıyamamışlardı. Nitekim Gürcistan’ın işgali ile Putin’in SSCB’den vazgeçmediği anlaşıldı. Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’dan toprak koparma harekâtları ile Putin yoluna devam etmektedir. Ayrıca anayasa değişiklikleri ile siyasi ömrünü 2036 yılına kadar uzatma garantisi alan Putin eğer yaşarsa Rusya’yı en uzun süre yöneten “ebedi şef” unvanını almış olacaktır.
Böyle ikinci bir ebedi şef hikâyesi de Çin’de yaşanmaktadır. Daha önce 2013 ve 2018’de Çin Komünist Partisi tarafından iki kere devlet başkanı seçilen Şi Cinping 2023 yılı Martında yeniden seçilmiştir. Şi Cinping’in Rusya’da olduğu gibi tuluat tiyatrolarına ihtiyacı yoktur. Zira Çin Anayasası’nda 2018’de yapılan değişiklikle devlet başkanının görev süresini iki dönemle sınırlayan kural kaldırılmış, böylece Şi’ye de “ebedi şef” tacı giydirilmişti. Batı’nın “demokrasi” teraneleri de ne Çin Komünist Partisini ne de bu ketum diktatörü zerre kadar alakadar etmemektedir. Yeni yüzyılın yükselen devinin küresel rekabet açısından bir gözü Hindistan’da diğer gözü de ABD’dedir. Avrupa ise Çin için sadece bir pazar, evet “hamamda şarkı söyleyen” yaşlı zenginlerin oturduğu bir pazardır. Dün kendisini sömürgeleştirmeye çalışan Avrupa, bugün bir kuşak-bir yol projesinin ucundaki pazar olarak Çin’i ilgilendirmektedir.
Çevremizde gölgede duran üçüncü ebedi şef ise İran’da hükümfermadır. Ancak orada ebedi şef unvanına ihtiyaç yoktur. Zira Ayetullah Ruhullah Humeyni tarafından tesis edilen Velayet-i fakih inancı, devlet başkanına “kaydı hayat” şartıyla 12. İmam olan Mehdi’nin vekâletini temin etmektedir. Velayet-i Fakih’ in intihabı ise Meclis-i Hobregan (Molalar Meclisi) tarafından sağlanmaktadır. Nitekim Humeyni’nin vefatından sonra Meclis-i Hobregan 4 Haziran 1989’da Ayetullah Ali Hüseyni Hamaney’i gaybubette olan Mehdi’ye vekâleten seçmişti. Böylece ebedi şeflikte İran kıdem bakımından Rusya ve Çin’i geride bırakmaktadır. Ayrıca Çin ve Rusya’dan farklı olarak Velayet-i Fakih unvanı taşıyan Hamaney’in dini kimliği onu –denenmemiş olsa bile- geniş bir toplumsal tabana oturtmakta ve diğerlerine göre kısmi bir meşruiyet de sağlamaktadır.
İşte bu ebedi şefler ve Mehdi vekili “merci-i taklid” liderlerle çevrili Asya coğrafyasında varlığını tahkim için Türk Devletleri Teşkilatı’nı kuran Türkiye, haksız ve insafsız bir suçlama ile karşı karşıyadır. 2023 Mayısında devlet başkanı olarak seçilen Recep Tayyip Erdoğan küresel siyasetin mevcut –ve inşallah geçici- organizatörleri tarafından diktatörlükle suçlanmaktadır. Oysa kendilerinin de alenen destekledikleri “6’lı Masa” koalisyonunun adayı Kemal Kılıçdaroğlu -Batı’nın hayal bile edemediği oranda iştirakin olduğu- başkanlık seçiminin ikinci turunda mağlup olmuştur. Seçim âdil, şeffaf, hukuki denetim altında ve uluslararası müşahitlerin mütecessis bakışları altında gerçekleşmiştir. Adayların yarışında herhangi bir kısıtlamanın olmadığı rekabet ortamında Kemal Kılıçdaroğlu’nun “açık ara farkla kazanacağını” güya kamuoyu yoklamalarına dayandıran araştırma şirketlerine ve sosyal medya boğmacalarına rağmen Tayyip Erdoğan kazanmıştır. Milli iradenin bu zaferini propagandalarla kirletmek ancak “kibirli batı” mantığı ile kabili telif olabilir. Kendi başkanlık seçimlerindeki demokrasi çıtası ise yerlerde sürünmektedir.
2024 yılının diğer önemli başkanlık seçimi ise ABD’de yapılmaktadır. Başkanların doğrudan seçilemediği ABD’de Seçiciler kurulunun belirlenme yarışı yıl boyu sürmekte, Seçiciler kurulunun 538 üyesinden 270’inin oyunun alan aday başkan seçilmiş sayılmaktadır. Kasım 2024 Salı günü gerçekleştirilmesi planlanan 60. başkanlık seçimlerinde muhtemel iki adaydan -bir Türk akademisyenin ifadesi ile “biri deli, biri bunak”- birisi ABD’nin yeni başkanı olacaktır. Sadece sermaye ve paranın konuştuğu ABD seçimlerinin diğer bir zaafı da yasalarda görünmeyen WASP kuralıdır. Yani ABD’ye başkan olacak birinin “beyaz, Anglosakson ve Protestan olması” şartı bir başkanın öldürülmesi (Kennedy) ve yakın dönemde bir başkanın da ölümle tehdit edilmesini (Obama) netice vermiştir. Kendi kurtlu demokrasilerine toz kondurmayan bu ülkeler her nedense dünyaya demokrasi karneleri çıkarmaktan da geri kalmamaktadırlar.
Sonuç olarak bir tarafta nereye gideceği belli olmayan Ukrayna-Rusya harbi, diğer yanda İsrail’in Filistin halkına uyguladığı eşi benzeri görülmemiş soykırım, dünyayı yakın gelecekte nelerin beklediği hususunda haklı bir endişeye sevk etmektedir. Başkanlık sistemi ile kendisini sağlama alan Türkiye bu çalkantılı küresel siyaset ortamında -kim ne derse desin-emin adımlarla geleceğe yürümektedir. 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak olan mahalli idare seçimlerinin bu yürüyüşü desteklemesi ve Türkiye’nin siyasi istikrarına katkı sağlaması en büyük dileğimizdir.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
27 YIL SONRA 28 ŞUBAT’I YENİDEN DEĞERLENDİRMEK
Kaynak: 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı, Anadolu Ajansı.
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Tam 27 yıl önce bugün Türkiye’de milli iradenin meşru temsilcilerine küstah ve hukuksuz bir ihtar çekilmişti. Meseleyi “28 Şubat 1997’de yapılan ve 8 saat 45 dakika süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla mevhum irticaya -ki irtica kelimesiyle İslâm dinin kastedildiği açıktır- karşı başlatılan ordu ve bürokrasi merkezli süreç” olarak özetlemek mümkündür. Bu uzun gecede “domur domur terleyen” Necmeddin Erbakan maalesef dik duramamış akıbet daha sonra da baskılara dayanamayarak istifa etmiştir. Refahyol Hükümeti’nin dağılmasıyla sonuçlanan bu zorbalığa “post-modern darbe” denilmiştir. 28 Şubat MGK’da alınan kararların uygulanmasını denetlemek üzere Orgeneral Çevik Bir sorumluluğunda “Batı Çalışma Grubu” kurulmuştur. MGK’da alınan aşağıdaki kararlar Refahyol’dan sonra Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında Bület Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’un koalisyon ortaklığında kurulan Anasol-D hükümeti tarafından icra edilecektir. Kararlar dikkatlice okunduğunda darbecilerin zihin dünyasının halktan ne kadar uzakta olduğu anlaşılabilir.
- Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alan rejim aleyhtarı faaliyetler karşısında ödün verilmemelidir. Anayasa’nın 174. maddesinde koruma altına alınan Devrim Kanunlarının ödün verilmeden uygulanması esastır. Hükümet, icraatında Devrim Yasalarına uygunluğu sağlamakla görevlidir.
- Savcılar, Devrim Yasalarının ihlalini oluşturan davranışlar karşısında harekete geçmelidirler. Yasaları ihlal eden dergahlar kapatılmalıdır. Yargı mekanizmasının daha etkin çalışmasını sağlayacak ve yargı bağımsızlığını güvence altına alacak, hükümetin tasarruflarından koruyacak düzenlemeler bir an önce getirilmelidir.
- Anayasa’nın 163. maddesinin kaldırılmasının yarattığı hukuki boşluklar, irticai akımların ve laikliğe aykırı tutumların güçlenmesine yol açmıştır. Bu boşlukları telafi edecek yasal düzenlemeler getirilmelidir. Sarık ve cüppeli giyim şeklinin özendirildiği görülmektedir. Kılık ve kıyafetleri bu yasaya ters düşen kişilerin onurlandırılmamaları gerekir.
- Eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanunu ruhuna uygun bir çizgiye gelinmelidir. Temel eğitim 8 yıla çıkarılmalıdır. İmam-hatip okulları toplumdaki bir ihtiyacı karşılamak üzere kurulmuşlardır. Bu ihtiyacın fazlası olan imam hatip okulları, meslek okullarına dönüştürülmelidir. Ayrıca kökten dinci grupların kontrolünde olan Kuran kursları kapatılarak, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda düzenlenmelidir.
- Devlet dairelerinde ve belediyelerde kökten dinci bir kadrolaşma hareketi sürdürülmektedir. Hükümet, bu kadrolaşmanın önüne geçmelidir.
- Cami yapımı gibi dini konuları siyasi amaçlar için istismar etmeye dönük olan her türlü davranışlara son verilmelidir.
- İran’ın Türkiye’deki rejimi istikrarsızlığa itmeyi amaçlayan çabaları yakın takibe alınmalıdır. İran’ın Türkiye’nin içişlerine karışmasını önleyici politikalar uygulanmalıdır.
- Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını hedef alan tahriklerde büyük artış gözlenmektedir. Bu sataşmalar TSK içinde rahatsızlığa yol açmaktadır. İrticai faaliyetlere karıştıkları için TSK’daki görevlerine son verilen subay ve astsubayların belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmelidir.
- Partilerin belediye başkanları ve il, ilçe yöneticilerinin konuşma ve davranışları da Siyasi Partiler Yasası’nın sorumluluk alanına sokulmalıdır.
- Tarikatların denetimindeki finans kuruluşları ve vakıflar aracılığıyla ekonomik güç haline gelmeleri dikkatle izlenmelidir. Millî Görüş Vakfı’nın bazı belediyelere yaptığı usulsüz para transferleri durdurulmalıdır.
- Laiklik aleyhtarı yayın çizgisi olan TV kanalları ve özellikle radyo kanallarının verdikleri mesajlar dikkatle izlenmeli ve bu yayınların Anayasa’ya uygunluğu sağlanmalıdır.
İşte halkın oylarıyla iktidara gelen Hükümete atanmış silahlı bürokratların dikte ettiği ihtarname budur. Milli iradenin seçilmiş meşru temsilcileri üzerinde askeri bürokrasinin kurduğu tahakküm maalesef cumhurbaşkanının da desteği ile hükümeti istifaya götürecek, teamül olarak hükümeti kurma görevi verilmesi gereken Tansu Çiller kenara itilecek ve iktidar “altın tepsi içinde” Mesut Yılmaz’a sunulacaktır. Bu durumu millet yıllar sonra o dönemin genelkurmay başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın itiraflarından öğrenecektir.
Bu dönemde başörtülü öğrenciler üniversitelere alınmayacak, girmek isteyenler ya ikna odalarına sokularak zorla başörtüleri çıkarttırılacak, okuldan atılacak veya okul dışında şiddete maruz kalacaklardı. Benzer durum kamu kurumlarında da işten atma ve cezalarla devam edecektir. İmam-hatip lisesi mezunları ve diğer meslek lisesi mezunlarına üniversiteye girişte farklı katsayı uygulanarak öğrenim hakları kısıtlanacak ve mesleki eğitim ağır bir darbe alacaktır. Bunun yanında ilköğretim “kesintisiz” olarak 8 yıla çıkartılacak ve böylece İmam-hatip liselerinin orta kısımları kapatılacağı gibi Kur’an kurslarının da önü kesilmiş olacaktır. Bu gözü dönmüşlük iktisadi işletmelere kadar uzanacak hatta “yeşil sermaye” gibi suçlamalarla bazı ürünlere ambargo uygulama çılgınlığına dönüşecektir. Darbenin meşrulaştırılması için de öncesinden propaganda makineleri devreye sokulacak, “Aczimendiler” gibi garip bir takım türetilip onun lideri de canlı yayın eşliğinde “Fadime” ile basılacaktır. Yine aynı dönemde “Susurluk hadisesi” patlak verecek, olayın perde arkasındaki sahipleri güya bu durumu protesto için “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri icad edeceklerdir. O “karanlığın” neye tekabül ettiğini açıklamaya gerek yoktur zannederim. Yine ortalığı karıştırma senaryoları çerçevesinde 10 Kasım 1996’da 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu haddinden tecavüz ederek belediye ve mülki idareyi yok sayıp, İstanbul Sultanbeyli’de ilçe meydanına Atatürk heykeli dikip caddenin adını da değiştirecek, hakkında Belediye Başkanının yaptığı suç duyurusu ve dava dikkate alınmayacaktır.
Başbakan Necmeddin Erbakan’ın 11 Ocak 1997’de başbakanlık konutunda verdiği iftar yemeği Doğan-Ciner medya gruplarının propaganda makinesinde “dehşetli bir irticai hareket” olarak takdim edilecek ve yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak “iktidardaki irticanın nasıl bertaraf edileceğini” tartışacaklardır. İftara icabet etmeyen Fethullah Gülen’in mezkûr medya organlarında hükümete muhalif beyanları da “ve minel acaib” dini kesimden farklı bir görüş olarak sergilenecek, sezgileri veya istihbaratı iyi çalışan hazret ver elini ABD diyecektir. Ancak ondan önce önüne gelenin Atatürkçülüğünü sorgulama sorumluluğunu üstlenmiş ve kendi meslektaşlarınca “kurbağa” lakabıyla anılan birisi Atatürkçülüğüne tam ikna olmadığı Fethullah Gülen’e A-ta-türk hecelemesi yaptıracaktır.
Bundan sonra yakın takibe alınan Erbakan’ın her hareketi taşırılmak istenen bardağa düşen damlalara dönüşecek, İran ve Libya ziyaretlerinden Doğan-Ciner medyanın mahir kalemşörleri “irticai tehdit” senaryoları yazacaklardır. O dönemde darbecilere karşı en sağlam duruşu sergileyen Kanal 7 Televizyonuna da “bir şeyler” düşünülecektir. Kuvvet komutanlarının devir teslim törenlerinde bir yarış halinde laiklik naraları atılacak ve bağıra bağıra irtica tel’in edilecektir. Hızını alamayan Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek, Başbakan Erbakan’ın Suudi Arabistan’a yaptığı hac ziyaretini diline dolayacak ve milletin oyu ile seçilen ve kendisini o göreve getiren Başbakana alenen küfredecektir.
Saldırı yarışında bu sefer sahneye Oramiral Güven Erkaya çıkacak ve irticanın PKK’dan daha büyük bir tehlike olduğunu iddia edecek ve “bu defa darbeyi silahsız kuvvetler yapsın” diyecektir. Emri alan dönemin beşli çetesi (TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK) yayımladıkları “Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil” başlıklı bildiri ile işveren ve işçi temsilcilerinin “ne menem” bir yapı olduğunu aleni edeceklerdir.
Süreçte yargı da ihmal edilmeyecek, Devletin üç temel organından birisi olan ve hiçbir yerden emir ve talimat almaması gereken Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyelerine “tiz elden Genelkurmay Başkanlığına gelmeleri” emredilecek ve orada kendilerine irtica bilgilendirmesi veya talimatlandırılması yapılacaktır. Dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile “askerleri bir an önce darbe yapmaya” çağıran İnönü Üniversitesi rektörü bir anda öne çıkacaktır. İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu ve militan yardımcısı Nur Serter kız öğrencilerinin başlarını açtırmada “ikna odaları” denilen yeni tip engizisyonlar icat ederek “akademiya” kafilesindeki yerlerini alacaklardır. Artık ipin ucu kaçmıştır. Doğan-Ciner medyasının propaganda makineleri bazı şarlatanları ekranlara uzman diye çıkartarak “kamusal alan” tartışmaları açacaklar, halka hizmetle mükellef kurumların da vergi dairesinden nüfus müdürlüğüne kadar kamusal alan olduğu, buralarda da başörtüsünün kullanılamayacağına dair ahkam kesecekler, okulda başını açtığı halde okula kadar başörtülü geldiği gerekçesi ile öğretmene verilen cezayı “gayette yerinde” bulacaklardır. Şehit olma ihtimali her zaman bulunan Mehmetçiğin yemin törenine başörtülü anası alınmayacak, ancak sığıntı gibi dikenli teller arkasından evladına bakmasına izin çıkabilecektir. Kamu lojmanlarında kimlerin başörtü kullandığına dair etrafa dört koldan hafiyeler çıkartılacak ve lojman kapıcılarından toplanan malumat yetmeyince Batı Çalışma Gurubunun görev aşkıyla yanan elemanları bizzat gidip kapıları çalacak ve durum tespiti yaptıktan sonra “adres yanlışlığı için” özür dileme hinliğine sarılacaklardır1]. İşte tam bu uygulama Samuel Hungtington’un Türkiye analizinde kullandığı “şizofren devlet” tanımını yansıtmaktadır. Müslüman bir millet ve onun tepesinde dine irtica diyen ve arkasından istediği hakareti sıralayan bir avuç mütegallibe silahlı bürokrat ve oligarşik yapı tablosu…
Bu kaos ortamında propaganda makinesinin “gasteciler”i efendilerinden aldığı aferinlerin şevkiyle malzeme toplama yarışına çıkacaklar; Milletvekili Şevki Yılmaz’dan Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’ye ve Hasan Hüseyin Ceylan’a kadar zaman- mekân fark etmez “kim ne söylemiş” bulup, takke, şalvar, sarık, “çember sakal[2]” “kara çarşaf” görüntüleri arasında evire çevire haber yapacaklardır. Nihayet kendilerince verilen vakit gelmiş, bardağı taşıracaklarına inandıkları son damla Sincan Belediyesi tarafından tertip edilen Kudüs Gecesi olmuştur. Gecede sergilenen oyun, salona Hamas liderlerinin fotoğraflarının asılması ve İran Büyükelçisi’nin yaptığı konuşma bahane edilerek harekete geçilmiş, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanmış, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Kurmay Başkanı Orgeneral Doğu Aktulga’ya emir vererek Sincan’da tankların yürütülmesini sağlamış, “görüntüye yetişemeyen gazeteciler için” tank geçişleri tekrarlatılmıştır. Bu hadiseyi dönemin “kudretli ve gözü cumhurbaşkanlığında olan” Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir[3], “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” şeklinde özetleyecektir. Artık silsile-i meratibihim etkili ve yetkili makamlar harekete geçecek, Yargıtay Başsavcısı Vur-al Savaş “ülkeyi iç savaşa sürüklemek ve laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmek” iddiası ile Refah Partisinin kapatılması için dava açacaktır. Devletin başı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de daha önce kendisini alaşağı eden darbeciler tarafından ikna edilmiş olacak ki Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu gönderecek ve “laik düzenin korunmasını” isteyecektir. Bununla da iktifa etmeyen Demirel eğitim hakları ellerinden alınan bu ülkenin başörtülü kızlarına eğitim adresi olarak Arabistan’ı gösterdiği için laikçi kesim tarafından “elleri patlarcasına” alkışlanacaktır.
Bu arada Doğruyol Partisi’ne de operasyon çekilecek, Hüsam Efendiye Demokrat Türkiye Partisi kurdurulup, şemsiyenin altına DYP’den istifa ettirilenler doldurulacaktır. TBMM çatısı altında bugünün badem gözlülerinden Bülent Ecevit, başörtülü Milletvekili Merve Kavakçı’ya haddinin bildirilmesi için gayet hiddetli ve şiddetli bir çağırı yapacak, tetikte bekleyen serdengeçtiler (!) harekete geçerek “başörtülü hanımı” dışarı atacaklar ve haddini bildirileceklerdir!. Şimdilerde “terbiyeli maymun” pozisyonunda olanların “cemaziyel evvelleri” kurcalanırsa, ellerine güç geçtiği takdirde kendileri gibi olmayanlara dünyayı dar etme hususunda içlerinde neler sakladıkları daha iyi görülecektir.
Bu yazı bazılarına uzun gelebilir. Ancak o dönemi yaşamış birisi olarak sadece kısa bir özet vermeye çalıştım. Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde yola dizilen barikatlardan birisi olan 28 Şubat 1997 engelinin kaba bir görüntüsünü sundum. Ülkemizin 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, 27 Nisan 2007 E- muhtırası ve 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü gibi ne tür badireleri atlattıktan sonra bu günlere geldiğini hatırlatarak gelecek günlerde de küresel güç mücadelesinde önüne ne gibi engeller konulabileceği hususunda bir projeksiyon yapmak istedim.
[1] Bu tür hadiseler 28 Şubat sürecinde sıklıkla yaşanmıştır. Varlığı daha sonra inkar edilen Batı Çalışma Grubu o dönemde kamu kurumlarında “irticai kadro çeteleleri” tutmuşlar, lojmanlarda ev ev gezerek “eşi başörtülü memur” avına çıkmışlardır. Bir kamu kurumunun baş müfettişinin kendi evine yapılan böyle bir tasallutu “cürm-ü meşhud” yapmasına tüm lojman sakinleri gibi ben de şahit olmuştum.
2] Muhafazakâr ve dindar kesimleri aşağılamak için kullanılan ifadelerden birisi “kara çarşaf, diğeri de “çember sakal” idi. Yıllar sonra bu ifadeleri kullananların kahir ekseriyeti sakal modasına uyup “çember sakallı “olunca bu ifade unutulmaya bırakıldı.
[3] 28 Şubat 1997 post modern darbesinin “kudretli generali”nin aldığı ödüller ve madalyalara bakılırsa en çok kimleri memnun ettiğinin ipuçları görülebilir. Mesela 1997 yılında Washington’da Atatürk Society of America tarafından bölgede laikliğin savunucusu olduğundan dolayı “Laiklik ve Demokrasi Ödülü” verilmiş, keza 1999 yılında Ulusal Güvenlik İşleri Musevi Enstitüsü (JİNSA) tarafından kendisine “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesinde ve Türkiye’nin çok hassas bir döneminde kritik adımların öncülüğünü yapmasında oynağı rol sebebiyle “Uluslararası Liderlik Ödülü” verilmiştir. Bunun yanında Çevik Bir’e ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından onur, liyakat veya üstün hizmet madalyaları takılmıştır. Somali’de BM Barış Gücü komutanlığı döneminde yaptığı müessif hadiseler de maalesef unutulmamıştır. Çevik Bir, 28 Şubat darbe teşebbüsünden yargılandığı davada mahkum oluş ve rütbeleri sökülmüştür.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
31 MART 2024 MAHALLİ İDARE SEÇİMLERİ
Kaynak: TRT, https://www.trthaber.com/haber/gundem/31-mart-yerel-secim-takvimi
Prof. Dr. Mahmut Bozan
Türkiye’nin gelecek 5 yılı için en mühim iki hadiseden birisi 15 Mayıs 2023 yılında yapılan TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile 31 Mart’ta yapılacak olan Mahalli İdare seçimleridir. Önceki seçim o dönemdeki kutuplaşmada Millet İttifakı’nın (CHP, İyi Parti, Saadet, Deva, Gelecek ve Demokrat Parti vs.) oluşturduğu ve bin bir surat PKK partisinin[1] hariçten destek verdiği 6’lı Masa “varını-yoğunu ortaya koymasına” rağmen mağlup olmuştu[2]. Cumhur İttifakı (AK Parti, MHP, Yeniden Refah ve BBP vs.) ise TBMM’de çoğunluğu sağlamış, R. Tayyip Erdoğan da 2. Tur oylamada cumhurbaşkanı seçilmişti.
Yaklaşık 40 gün sonra belediye, özel idare ve muhtarlık seçimleri için yine sandığa gidilecek ve mahalli idare yöneticileri ve meclisleri belirlenecektir. Siyasi tabloya bakıldığında Cumhur İttifakı’nın Yeniden Refah eksiğiyle yerinde durduğu fakat Millet İttifakının dağıldığı hatta bir adım öte kendi içinde rakipleştiği görülmektedir. Bunun tek istisnası yeni tabelası DEM olan bin bir surat PKK partisidir. Önceki seçimde 6’lı Masa’nın örtülü ortağı olan bu parti ile şimdi aleni bir işbirliğine gidilmekte, başta İyi Parti olmak üzere eski masa ortaklarını hiç olmazsa seçmenleri üzerinden cezbetmek amacıyla bir ‘Türkiye İttifakı’ndan söz edilmektedir.
Türkiye’nin siyasi tablosunu bilen herkes kabul eder ki %20-22 aralığında bir seçmen tercihine sahip olan CHP’nin değil büyükşehir belediyelerini, şehir belediyelerini kazanması bile çok büyük bir başarıdır. Önceki mahalli idare seçimlerinde AK Partiye ihtar çekmek isteyen öfkeli seçmenin kolaylaştırdığı bir ortamda muhafazakâr tabanın desteğini gözeten CHP, Ankara ve İstanbul’da milliyetçi geçmişleriyle tanınan adayları sahaya sürmüş ve kazanmıştı. Tadına doyamadığı bu başarıyı 15 Mayıs 2023’te tekrarlayamadığı için Kemal Kılıçdaroğlu adeta Osmanlı Devletinde meşhur olan ifadesi ile “siyaset” edilerek tahtından indirilmiş ve CHP Genel Başkanlığı koltuğu biri resmi diğeri de gayrı resmi iki “eş başkan” tarafından paylaşılmıştır.
Şehirlerine hizmet etmek yerine muhayyel cumhurbaşkanlığı ile vakit geçiren ve daha sonra da daha seçilmemiş bir cumhurbaşkanının hayali yardımcılığı vadedilen Ankara ve İstanbul belediye başkanları, uğradıkları sukut-u hayalin acısını hiç olmazsa yeniden belediye başkanı seçilerek çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ancak halkın önüne yeniden seçilmeyi sağlayacak bir başarı belgesi koyamadıkları için de reklam yanıltmalarına başvurmaktadırlar. Belediye bütçelerindeki şişik reklam kalemleri bu gerçeği göstermektedir. Vakıa her aday gibi onların da seçilmek için çalışmaları haklarıdır. Ancak hem bu iki aday hem de Türkiye’deki 81 il ve 900 küsur ilçede belediye başkanı olmak isteyen adaylar için bazı sorgulamaları yapmak da milletin hakkıdır. Burada parti tefriki yapılmadan bazı temel sorulara cevap aranması gerekmektedir.
1. 2019 Mahalli idareler seçiminde belediye başkanı olan kişi ve partileri halka ne vadetmişlerdi?
2. Geçen 5 sene zarfında bu vaatlerinin kaç tanesini gerçekleştirdiler?
3. Devraldıkları dönemde belediyenin borcu ne kadardı, şimdi ne kadar oldu?
4. Belediyeyi devraldıkları zaman çalışan işçi ve sözleşmeli personel kadrosu ne kadardı, şimdi ne kadar oldu?
5. Belediye bütçelerini nerelere harcadılar ve hangi problemleri çözdüler?
Bu sorular daha da çoğaltılabilir ancak sadece bu 5 başlık üzerinden şehirlerin merkez meydanlarına o şehrin sivil toplum kuruluşları fikir, görüş ve ideoloji ayırımı yapmadan birer ışıklı tabela dikip, mevcut belediye başkanının vaatlerini o tabelaya yansıtıp, yapılanları yeşil renkle yapılmayanları da kırmızı renkle işaretleyip bir açıklama istemek haklarıdır. Böylece sahte vaat ve propagandalar yerine halk gerçeği çıplak olarak görecek ve hiç olmazsa gelecek 5 yılını kurtaracaktır. Ancak dikilecek ışıklı tabelalara “kazara” bir çöp kamyonu veya başka bir aracın çarpmaması için de gerekli tedbirlerin alınması şarttır.
[1] Bu ifadenin kullanılma sebebi parti sözcülerinin “biz sırtımızı PKK’ya dayamışız” beyanları sebebiyledir. Ayrıca bu partinin adı o kadar sık değiştirilmektedir ki belki dünya siyaset tarihinde bu kadar sık isim değiştiren bir partiye rastlamak mümkün değildir. Çünkü bu yapı bir siyasi partiden ziyade PKK’nın siyasi temsilcisi rolünü oynayan, tüm emirleri ondan alan ve sürekli kendini kapattırmak için suç işleyen, kapatılmayınca da sürekli isim değiştirerek bir nevi kendisini kapatan ve böylece mağduriyet icat etmeye çalışan şeklen legal, mahiyet olarak illegal bir örgüttür.
[2] 2017 yılında Anayasa değişikliği ile başkanlık sisteminin halkoyuna sunulması esnasında yapılan eleştirilerden birisi de Cumhurbaşkanı yardımcılığının birden fazla olması üzerine idi. AK Parti hem birinci döneminde hem de ikinci döneminde bir başkan yardımcısı görevlendirirken, birden fazla olmasını tenkit eden başta CHP olmak üzere muhalefetin 15 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 7 adet cumhurbaşkanı yardımcısı kontenjanı ortaya çıkarması ve Anayasada olmayan Cumhurbaşkanlığı Konseyi gibi bir yapıyı da rahatlıkla savunması “amaca ulaşmak için her yol mübahtır” Makyavelist anlayışlarını ortaya koyması açısından ibret vericidir. Bu anlayış daha önce de “ülkeyi parçalamak ve bölmek” için kullanılacak bir araç bahanesi ile Büyükşehir belediyelerine karşı çıkarken, büyükşehir belediyelerini kazanınca bu tartışma aniden kesilivermişti.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
İSRAİL SOYKIRIM SUÇU İLE MAHKÛM OLACAK
Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) İsrail’i soykırım suçlaması ile sanık sandalyesine oturttu.
Prof. Dr. Mahmut BOZAN
Kurdurulduğu günden beri İngiltere ve ABD’nin kazan-kazan pazarlığıyla operasyon aleti olmaktan öteye geçemeyen ve bu sebeple de “efendileri” tarafından destek ve himaye gören “haydut devlet” formatındaki İsrail, nihayet Filistin’de yaklaşık 30.000 mâsum halkı, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden evinde, hastanesinde, okulunda, çarşı-pazarında hatta güvenli bölge ilan ettiği yerde alçakça öldürerek kendi idam fermanını imzaladı. Bu sonun başlangıcını gösteren kum saati artık çalışmaya başlamıştır.
Avrupa’nın genelinde –Rusya dâhil- filcümle, Almanya’da ise bilcümle (topyekûn) katliama uğrayan Yahudiler için çıkarılan soykırım kanunu[1] ilmiği şimdi İsrail’in boğazına geçmek üzeredir. Her ne kadar Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) verdiği kararların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilip uygulanmasını sağlama dışında bizatihi yaptırım gücü olmasa da tüm dünyada mahkûm olmuş bir İsrail hem kendisi hem de zincirlerle bağlı olduğu efendilerini bataklığa doğru çekecektir. Bu da düşüşe geçen Batı’nın maşerî vicdanda câni ve katil olarak tescil edilmesi mânasına gelecektir. Meseleyi tahlil ederken üç cihetin altını çizmek gerekecektir. Birincisi ırkçılığın menşei ve bunun neticesinde yapılan soykırımın tarifi ve bileşenleri, ikincisi UAD’nin yapı ve işleyişi, üçüncüsü de Filistin’deki İsrail soykırımını Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dava konusu yapması ve İslâm ülkelerinin hali-pür-melalidir.
Üzerinde durulacak birinci mesele katliam ve soykırımları netice veren ırkçılığın fikri temelleridir. Milliyetçilik ve bunun ifratı olan ırkçılığa her millete değişik seviyelerde bir temayül olabilir. Fakat bunlar içerisinde en tehlikeli olanı, başka milletleri yutmakla beslenen ve bunu adeta “tabiat kanunu” veya “İlahi emir” gibi görerek bir inanca dayandıranların üstün ırk veya evrim anlayışıdır. Hıristiyanlardaki evrim nazariyesi ile Yahudilerdeki üstün ırk anlayışı diğer milletler için her zaman tehdit unsuru olarak sayılabilir.
Meseleyi ele alırken önce Batıda genel olarak evrim teorisinin nasıl anlaşıldığını inceleyelim. Hıristiyan Batı’nın yönetici eliti hem biyolojik evrimci hem de sosyal Darvincidir. Evrim teorisini ortaya atan Charles Robert Darwin (1809-1882) bir İngiliz vatandaşıdır. Darwin’in “Türlerin Menşei” ve “İnsanın Türeyişi” gibi özünde tek bir varlığın evrimi sonucu türlerin ve insanların ortaya çıktığını iddia eden ve bu sebeple de bilim olamayıp ‘teori’den öteye geçemeyen görüşleri, sömürgeci Batı için ilham kaynağı olmuştur. Zira sanayi devrimi ile askeri teknolojide üstünlük sağlayan Avrupalı devletler diğer ülkeleri istila ve sömürmek için kendilerini ikna edecek fikri gerekçeler üretmeye ihtiyaç hissediyorlardı. İşte evrim teorisi bu bahaneyi onların eline veriyordu. Evrim teorisine göre türler gelişirken zayıflar “doğal seleksiyona” uğruyor, hayat savaşını güçlüler kazanıyordu. Zayıfların varlığı mükemmelleşmenin en büyük engeliydi ve ortadan kaldırılmalıydı. Binaenaleyh üstün ırk olan beyaz insanlar, evrimleşememiş sarı ırkı ve siyah ırkı insanlığın gelişimi ve mükemmelleşmesi adına ya “medenileştirilmeli” veya en iyisi ortadan kaldırmalıydı. İşte bu düşünceden yola çıkarak sömürgeci Batılı güçler sosyal Darwinizmi icat etmişler, evrim teorisini sosyal alana uygulayarak uluslararası rekabette güya insan topluluklarında sosyal evrimin yolunu açmaya çalışmışlardır. Bu ifadelerin çıplak mânası ise Emperyalist Batı’nın diğer milletleri yok etme projesini meşrulaştırma çabasından ibarettir. Nitekim gücü ellerine geçirdikleri andan itibaren de uluslararası siyasetlerinin temeli; diğer milletleri ya tanassur (Hristiyanlaştırma-asimile), ya tehcir (sürgün) veya tenkil yani yok etmek olmuştur. Bu anlayışla Amerika ve Avustralya baştanbaşa istila edilerek halkları yok edilmiş veya çalıştırılmak üzere köleleştirilmişti. Afrika’da büyük oranda aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı.
Batı ırkçılığı kendi içindeki beyaz “ötekiler” için de ayrı bir teori geliştirdi. Eski Yunan’da sağlıklı cenin mânasına gelen ve sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan “öjeni” denilen bir akım ortaya çıktı. Yani sarı ve siyah ırktan olanları öldürmek yetmeyecekti. Hem yeeni geleceklerin kökünü kesmek hem de beyaz ırktan olduğu halde zayıf, hasta ve sakat olan beyazları da ayıklayarak üstün olduğuna karar verilenlerin üremesi sağlanacaktı. Bu akım ABD ve Avrupa’da kürtaj ve mecburi kürtaj (ana karnındaki ceninin öldürülmesi) yolunu açacaktı. Daha sonra bu akım Alman halkının biyolojik gelişimini amaçlayan üstün ve saf Alman ırkı oluşturmayı hedefleyen Nazi Öjeniği olarak da bilinen ırki bir ideolojiye dönüşecek ve sadece Yahudilerin yok edilme projesi olarak kalmayacak “ırki hijyen” politikasıyla mahkûmlardan muhaliflere, doğuştan zihnî ve fizikî engeli olan insanlardan irsî hastalıkları olanlara, kör, sağır, topal vb. geniş bir yelpazedeki insanlara öldürme veya mecburi kısırlaştırma şeklinde uygulanacaktı. Nitekim bu yolda yasal düzenlemelere gidilmiş ve yüzbinlerce insan kısırlaştırılmış veya öldürülmüştür.
Hıristiyan mütegallibler üstün ırk anlayışını evrime bağlarken, Yahudiler ise Allah’ın bahşettiği bir hususiyet olarak kendilerini diğer insanların fevkinde bir makama yerleştirmektedir. İşte bugün yurtlarını işgal etmek yetmiyormuş gibi, 70 yıldır yok etmeye çalıştıkları Filistin halkına İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tüm dünyanın gözü ve kulağı önünde “insansı hayvanlar” demekte bir beis görmemiştir. Bu zihniyet ile zenci futbolcuya muz atan beyaz Avrupalı arasında hiçbir anlayış farkı yoktur. Her ikisine göre de kendileri dışındakiler insan değil, insanımsı ve insan türünün gelişmemiş, düşük ve “doğal seleksiyon” çarkına atılması gereken varlıklarıdır. İşte Avrupalı beyaz adamın gücü ele geçirince uyguladığı Amerika Kıtasından Avustralya’ya ve Afrika’ya kadar uzanan soykırımların temelinde bu ırkçı anlayış yatmaktadır. Bu anlayış dün Avrupa’nın iç temizliğinde Yahudilere ve Müslümanlara uygulanırken bugün de İsrail aynısını Filistinli Müslümanlara yapmaktadır. Tüm bunlar ortada iken hâlâ “aydınlanma, modernleşme, çağdaşlaşma, çağdaş batı, insani değerler, batı normları” diye sayıklayan aydınlarımızın kulakları çınlasın.
20. Asrın birinci yarısına iki dünya harbi sığdıran ve dünyayı kana bulayan Batı, kendi iç hesaplaşmasını 1945 yılında Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesinde yapılan yargılamalar ile Ekim 1946 tarihinde sonlandırdı. Mağlup olan Naziler insanlığa karşı suç işlemekten mahkûm edildi ve Almanya ikiye bölünerek kontrol altına alındı. Birleşmiş Milletler (BM) 9 Aralık 1948’de ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni[2] onayladı. Sözleşmeye taraf olan ülkeler soykırımı önleme ve cezalandırma sorumluluğunu üstlenmiş oluyordu.
Nasıl ki 2. Dünya Harbinde çoğunluğu Hıristiyan olan mülteciler dikkate alınarak BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (1950) kurulmuş ve 1951 yılında da “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi” imzalanmış, fakat soğuk savaş sonrası daha çok mülteci durumuna düşürülen Müslümanlar için sözleşme hükümlerinin uygulanmasından kaçınılmak için yollar aranmışsa, şimdi de aynı durum soykırım mağduru Müslümanlar veya “diğer ötekiler” için câri olmakta, İsrail’in soykırım suçundan ceza almaması için çeşitli yollar aranmaktadır.
İkinci üzerinde duracağımız husus BM’nin ana organlarından biri olan Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) yapı ve işleyişi olacaktır. Üst yapı olan BM, 2. Dünya Harbinin galipleri tarafından 1945’te dünya barışını korumak amacıyla kurulmuş olup merkezi New York’tadır. BM’nin başlıca yargı organı olan UAD ise yine aynı tarihte (1945) kurulmuş olup merkezi Hollanda’nın Lahey kentindedir[3]. UAD’da 15 hâkim bulunur ve hâkimler BM Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi tarafından seçilir. UAD’nin başlıca görevi devletlerarası hukukî ihtilafları karara bağlamak ve BM organları ve ajanslarına tavsiye görüşü vermektir. BM üyesi ülkeler kendiliğinden Divan’ın Statüsü’ne de taraftır. Güney Afrika ve İsrail, ülkemiz gibi BM üyesidir ve tabiatıyla Statü’ye de taraftır. Bu sebeple de UAD önündeki davalara taraf olabilir. 1948 tarihli Sözleşme’nin 9’uncu maddesinde “Sözleşmeci Devletler arasında bu Sözleşmenin yorumlanması, uygulanması veya yerine getirilmesi ve ayrıca soykırım fillerinden veya Üçüncü maddede belirtilen fiillerin her hangi birinden bir Devletin sorumluluğu ile ilgili olarak çıkan uyuşmazlıklar, uyuşmazlığın taraflarından birinin talebi üzerine Uluslararası Adalet Divanı önüne götürülür” hükmü gereği Sözleşme’ye taraf olan devletler bahsedilen konularda Divan’ın yargı yetkisini ve vereceği kararın bağlayıcı olacağını kabul etmektedirler. Bu sayede Güney Afrika, İsrail’in gerçekleştirdiği eylemler sonucu ortaya çıkan durumun doğrudan tarafı olmasa da meseleyi UAD önüne getirebilmekte, İsrail’in buna rıza gösterip göstermemesinin de yargılama yetkisi bakımından bir önemi olmamaktadır. Nitekim Güney Afrika, 29 Aralık 2023 tarihinde Soykırım Sözleşmesi’nin İsrail tarafından ihlâl edildiğine dair 84 sayfalık bir dilekçeyle UAD’ye müracaat etmiş ve önleyici tedbirlere karar vermesi için talepte bulunmuştur. İsrail’in bu yargılamadan kurtulma imkânı yoktur. Nitekim 11-12 Ocak tarihlerinde Lahey’de yapılan duruşmaları müteakip Divan, 26 Ocak’ta açıkladığı tedbir kararlarında, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde tanımlanan fiillerin işlenmemesi için elinden gelen tüm önlemlerle birlikte, ordusunun söz konusu maddedeki fiilleri işlemesini engelleyecek tedbirleri acil olarak almasına hükmetmiş, Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırım çağrısı yapanları önlemek, engellemek ve cezalandırmak için gereken tüm adımların atılmasına karar vermiştir. İsrail’in Filistinlileri maruz bıraktığı yokluk ve kıtlık yoluyla öldürme şartlarını ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulan temel hizmetlere ve insani yardımı acilen sağlamasını ve Filistin halkına karşı Soykırım Sözleşmesi’nin ihlalini gösteren delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını ve kararın yürürlüğe girmesinden itibaren bir ay içinde, alınan tüm tedbirler hakkında Mahkeme’ye bir rapor sunmasını istemiştir.
İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırımı neden UAD’na Arap Birliği üyesi ülkeler veya İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 ülkeden birisi değil de Güney Afrika Cumhuriyeti götürmüştür? Birinci mesuliyet İslâm ülkelerinin omuzunda değil midir? Onların sadece “şiddetle kınama” dışında yapabilecekleri başka bir şey yok mudur? Kaldı ki Soykırım Sözleşmesi devletlere soykırım yapmama, soykırımı önleme sorumluluğu yüklemektedir. UAD’ın 2007 tarihli Bosna Hersek-Sırbistan Karadağ kararında olduğu gibi Devletler soykırımı önleyecek makul her türlü tedbire başvurmak yükümlülüğü altındadır. Buna göre İsrail ‘in yaptığı soykırımı önlemek için harekete geçmeyen Devletler bu sorumluluğu yerine getirmemiş olmakta ve bir nevi kabahatli duruma düşmektedir. İşte Güney Afrika bu kabahati işlememiş ve daha önce İngiltere’nin ırkçı sultası altında yaşadıklarını unutmayarak İsrail soykırımını Divan’ın önüne getirmeyi tercih etmiştir. Bu sebeple de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin alkışlanması, barış ve insan hakları ödülleri ile taltif edilmesi gerekir.
Türkiye BM üyesi olarak UAD Statüsü’ne taraftır. Soykırım Sözleşmesi’ni onaylayan ülkelerden biridir. Bu bakımdan Güney Afrika’nın yaptığı başvuruyu Türkiye’de yapabilirdi. Ancak yaşanan bazı tecrübeler Türkiye’yi böyle bir müracaat yapmada çekimser bırakmıştır. Bununla birlikte Türkiye soykırım delillerini toplama ve muhafaza etmede, delilleri karartmaya yönelik teşebbüsleri engellemede ve yalan propagandaları delilleriyle teşhir etme yönünde UAD’ye önemli belgeler sağlamıştır.
Eğer UAD, İsrail’i soykırımdan mahkûm ederse bu İsrail ile sınırlı kalmaz, İsrail’i koruyan, kollayan, silah ve mühimmat temin etme yoluyla eylemlere katılanları da soykırımcı olarak nitelendirmek için de bir utanç yaftası olarak boyunlarında asılı kalır. Dünyada güç dengeleri değiştikten sonra bu ihanetlerin hesabının sorulmasına da bir gerekçe teşkil eder.
İsrail bugüne kadar BM’de aleyhine verilen kararların bir tanesine bile uymamışken, UAD’nin vereceği karara uyması beklenebilir mi? Kaldı ki uluslararası sistemde verilen kararları uygulatabilecek iç hukuktaki gibi bir kolluk mekanizması yoktur. Ancak Divan’ın vereceği kararı Güney Afrika Cumhuriyeti BM Güvenlik Konseyi’ne götürme hakkına sahiptir. Güvenlik Konseyi bu müracaatı kabul ederse, karar bir yaptırım belgesi haline getirilebilir ki bu da veto yetkisine sahip ABD, İngiltere ve Fransa gibi Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin varlığı sebebiyle mümkün olmayacaktır.
Sonuç olarak Batı’nın vahşet ve cinayet sabıkası dün itibariyle kabarık olduğu gibi yarın için de tövbe etmiş değillerdir. Bosna’da yaşanan soykırım hâfızalarda halen canlıdır. Mesele halkı Müslüman olan ülkelerin idari yapılarında, siyasi sistemlerinde ve politik tercihlerinde düğümlenmektedir. Bu idari yapıları ve siyasi sistemleri elbette mevcut yöneticiler değiştirecek değildir. Bu dönüşümü sağlayacak olan halklardır. Halkların da kendi değerlerini keşfetmesi, inanması, ümitsizlikten kurtularak zorba idareleri dönüştürmesine ihtiyaç vardır.
[1] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilmiş ve Ocak 1951’de meriyete girmiştir. Sözleşmenin amacı, Nazi Almanya’sı tarafından 2. Dünya Harbinde uygulanan soykırım gibi katliam ve cinayetlerin engellenmesidir.
[2] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde soykırım şöyle tarif edilmektedir: Milli, etnik, ırki ya da dini bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; “gruba mensup olanların öldürülmesi veya ciddi surette bedenî ya da zihnî zarar verilmesi veya bütünüyle ya da kısmen fizikî varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, hayat şartlarını kasten değiştirmek, doğumlarını engellemek amacıyla tedbir almak veya çocuklarını zorla bir başka gruba nakletme” fiillerden herhangi birisi soykırım suçunu oluşturur.
[3] 2. Dünya Harbi sonrası başta BM olmak üzere neredeyse tüm uluslararası kuruluşların merkezleri ya ABD’de veya Avrupa’nın muhtelif şehirlerindedir. Lahey’de Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi yanında başka uluslararası kuruluşlar da vardır. Konuyla ilgili “Birleşmiş Milletlerde Demokratikleşme Sorunu” başlıklı makaleye bakılabilir (https://dergipark.org.tr/tr/pub/dpusbe/issue/76930/1255386).
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler
BAKAD YAYINEVİNİN YENİ KİTABI ÇIKTI
BAKAD Yayınevinin 4. Kitabı da yayımlandı. Batı Karadeniz Akademisyenler Derneğinin yıllık yayınlarının kitaba dönüştürülmesiyle ortaya çıkan BAKAD Günlükleri (https://www.bakad.org.tr/bakad-yayinevi/), bu serinin üçüncü kitabıdır. Kitapta 2023 yılında Türkiye’de ve dünyada meydana gelen ve bizi yakından ilgilendiren hadisat akademik bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Kitap son zamanlarda yaygınlaşan ePub formatında yayımlanmaktadır. Böylece basılı kitapların yerini almaya başlayan elektronik kitaplar arasında BAKAD Yayınevinin kitapları da okuyucularıyla buluşma fırsatı yakalamış olacaktır. Kitabın Türkiye ve dünya siyasetine ilgi duyan tüm çevrelere faydalı olmasını dileriz.
- YAYINLAYAN: akademik bakış, anasayfa, Genel, haberler